Kandilli Postası

ATE LogoAhmet Turan Esin
Ağlamak Üzerine

Ağlamak, insanın dünyaya attığı ilk nidadır; çünkü insan doğarken konuşmaz, bağırır. O bağırış, ne bir kelimeye benzer ne de bir sese; o, varlığın kendi farkındalığıyla karşılaşmasından doğan bir ilk sarsıntıdır. İnsan ağlayarak, kendini dünyaya bırakır; çünkü rahmin sessizliğinden yeryüzünün gürültüsüne geçmek, her canlının ilk ayrılığıdır. Bu ayrılık, varlığın bedene düşmesiyle başlar; beden, bir ten değil, bir yük olur. O yükün ilk sızısı gözyaşıyla kendini bildirir. İşte o anda, insan henüz bilmediği bir şeyi yaşar: Ağlamak, ayrılığın yine bir ilk bilincidir.

İnsan, doğduğu anda ağlayarak dünyaya gelir ama büyüdükçe ağlamaktan utanır. Bu utanmak, benliğin bir zırhıdır. Bu anlamda benlik, gözyaşını gizlemekle başlar; çünkü ağlamak, insanın zayıf yanını değil, hakikatle temas eden yerini açığa çıkarmıştır. Oysa insan, güç yanılsamasıyla yaşar; kırılmamak, eğilmemek, direnmek ister. Bu yüzden gözyaşını tutar; fakat bilmez ki tutulan gözyaşı, içte birikir, damar olur, karanlık bir yerden sızar. Her tutulmuş ağlama da, bir başka yerden konuşur; bir hastalık, bir öfke, bir suskunluk biçimind. Bu bakımdan ağlamak, bir hatırlamadır. Çünkü insan, gözyaşı döktüğü her anda, unuttuğu bir yeri hatırlar. O yer, ana rahmi değil sadece; insanın Tanrı’ya en yakın olduğu da yerdir, bir sessizlik halinde. Ağlamak, o sessizliğe dönmenin bir arzusudur. İnsan ağladığında işte, bu yüzden kelimeleri değil, köklerini ıslatır. Su, toprağa nasıl geri dönüyorsa, gözyaşı da insanı menşeine taşımıştır. Çünkü suyla yaratılan, suyla arınır. Ve gözyaşı, insana bunu hatırlatır.

İnsan ağladığında aslında kendine yönelir. Ağlamak, dışarıya taşan bir hâl gibi görünse de, içeriye dönen bir harekettir. Dışarıdan bakıldığında gözyaşı akar, ama hakikatte insanın içine iner. Gözyaşı, içe doğru bir nehrin hareketidir. Kim içini temizlemek isterse, önce ağlamayı öğrenmelidir. Çünkü kalbin pasını silen, kelimeler değil, gözyaşıdır. Ağlamak, kalbin yıkanmasıdır; fakat bu yıkanma rahatlatmaz, yakar. Gözyaşı burada su değildir; bir ateştir, çünkü içinde insanın yanışı saklıdır. Ama kimbilir o yanış, belki de nefsin kabuğundan kurtuluşudur.

Her gözyaşı, bir tanıklıktır. İnsan ağladığında, kendini inkâr edemez. Çünkü ağlamak, yalan söyleyemeyen tek dildir. Kelimelerle kandırabilirsin, ama gözyaşın seni ele verir. Gözyaşı, insanın içindeki tanığı ortaya çıkarır. İşte bu yüzden ağlayan insan, hakikate en yakın andadır. Ağlamak, insanı çıplak bırakır; savunmasız, maskesiz, korunaksız. Fakat o çıplaklık utandırıcı değildir, çünkü o hâlde insan kendini gizlemez. Orada ağlayan insan, sahici hâline yaklaşır.

Ağlamak sadece acıya ait de değildir; sevinç de ağlatır. Çünkü sevinç, taşan bir şükürdür. İnsan bazen o kadar doludur ki, sevinç bile gözyaşına dönüşür. Acı ve sevin burada zıt değildir; aksine aynı kaynaktan doğan iki dalgadır. Biri yıkar, diğeri serinletir. İkisi de gözyaşına karıştığında, insanın kalbinde deniz olur. Böylece ağlayan insanın yüzünde aynı anda iki iklim bulunur: Biri yakan, diğeri arındıran. O yüzden ağlayan insan güzeldir; çünkü onun yüzünde hem yanışın hem dirilişin izi vardır.

İnsan ne zaman ağlasa, kalbiyle konuşur. Kalp, aklın söyleyemediğini söyler; çünkü akıl ölçer, kalp tanıklık eder. Gözyaşı, kalbin dili olur; ve o dil, hiçbir tercümana ihtiyaç duymaz. Çünkü ağlayan kalbi herkes anlar, dili bilmeye gerek yoktur. Gözyaşı, insanın en evrensel dilidir; bütün yaratılmışların birbirini tanıdığı işarettir. O yüzden ağlayan birine bakan susar; çünkü orada kelime yoktur, sadece şahitlik vardır.

Ağlamak, insanın sınırını fark etmesidir. Çünkü gözyaşı, aczin itirafıdır ama teslimiyetin de başlangıcıdır. İnsan, yapamadığını, dayanamadığını, anlayamadığını ağlayarak söyler. O yüzden ağlamak, dua ile aynı kökten gelir; her ikisi de yöneliştir. İnsan ağladığında, dilsiz bir dua eder. Ve o duada, kalp konuşur, dil susar. Kimi dua ederken ağlar, kimi ağlayarak dua eder; ikisi de aynıdır, çünkü ikisinde de insan kendinden geçer.

Ve bil ki, ağlamak bir dönüş değil, bir fark ediştir. İnsan ağladığında, dönmez; olduğunun ne kadar uzaklaştığını anlar. Gözyaşı, insanın kendini görmesidir; çünkü gözyaşıyla ıslanan her yüz, kendi hakikatine bakar. Ağlayan insan, aslında bir aynaya bakar; o aynada gördüğü kendisi değildir, hâlidir. Ağlamak, hâlini görme cesaretidir. Bu yüzden ağlayabilen insan henüz ölmemiştir. Çünkü ağlayabilen kalp, hâlâ yumuşaktır.

Ve en nihayetinde, ağlamak bir rahmettir. Çünkü gözyaşı, kalpteki katılığın çözülmesidir. Kim ağlayamazsa, kalbi taşlaşmıştır. Taş kalp, duayı da, sevgiyi de taşımaz. Ağlamak, o taşın çatlamasıdır. Su, oradan sızar; kalp, o sızıyla yeniden nefes alır. Ve o anda insan, acı çektiğini sanır, ama aslında dirilmektedir. Çünkü her gözyaşı, bir diriliştir; her damla, içteki ölüyü uyandırır.

Ağlamak yalnızca acıya tepki değildir; bazen bir suçun eseridir. İnsan, çoğu zaman ağladığını sanırken aslında itiraf eder. Çünkü her gözyaşı, insanın içinde gizlediği bir şeyin yüzeye çıkmasıdır. Ağlamanın nedeni sandığı olay değildir; o yalnızca bir bahanedir. Hakikatte insan, eski bir hatıranın, bastırılmış bir suçun, görmezden geldiği bir günahın ağırlığıyla ağlar. Gözyaşı, vicdanın diliyle konuşur; dilsizdir ama anlamı keskindir. Bir kelime gibi değil, bir yara gibi okunur. Ve kim bu yarayı dinlemeyi öğrenirse, insanı orada bulur.

İnsan unuttuğunu sandığı şeyleri ağlayarak hatırlar. Çünkü hafıza zihinde değil, ruhtadır. Zihin unutur,ama ruh hatırlar. Ruhun hatırlamasıysa kelimeyle değil, gözyaşıyla olur. Bu yüzden ağlamak bir hatırlamadır; insan neyi ağlıyorsa, aslında onu değil, onunla birlikte gömülmüş bir zamanı hatırlıyordur. Bir çocukluk gecesi, bir terk edilme, bir bakış, bir susuş. İnsan bilmez, ama gözyaşı bilir; çünkü gözyaşı, ruhun arşividir. Ne kadar bastırılmışsa, o kadar derindir; ve ağlamak o derinliğin yüzeye çıkışıdır.

Bazen insan ağlarken acı çektiğini zanneder, ama o acı aslında kendi kabahatine dairdir. Çünkü her insanda gizli bir pişmanlık taşır; birine söylediği söz, vermediği sevgi, terk ettiği bir dost, koruyamadığı bir masum. O pişmanlık, yıllarca sessizce içte bekler, sonunda ağlayarak konuşur. İnsanın ağlaması, bazen suçun affedilme isteğidir. Ama affedilmek dışarıdan gelmez; gözyaşı, insanın kendini bağışlama çabası olur. Çünkü insan en çok kendine zulmeder; ve ağlamak, o zulmü fark etmenin bir sancısıdır.

İnsan gözyaşı dökerken illaki masumlaşmaz; ama hep çıplaklaşır. Çünkü ağlamak, insanı yeniden doğuramaz olabilir, ama maskesiz bırakır. Gözyaşının değeri, samimiyetindedir. Kimi ağlar ama içi taş gibidir; kimi susar ama kalbi paramparçadır. Hakiki gözyaşı, gözden değil, kalpten doğar. Kalpten doğan yaş, suçun affını değil, farkını getirir. Çünkü bağışlanma, anlamakla başlar.

Ağlamak, bir temizlik değil, bir karşılaşmadır. Çünkü insan, gözyaşıyla kendi karanlığıyla yüzleşir. Ağlayan insan, suçunun karşısında durur. O anda insanın içinde iki ses konuşur: Biri kendini savunur, diğeri susturur. Biri bahane bulur, diğeri gerçeği söyler. Gözyaşı, bu iki sesin çatıştığı yerdir. Bu yüzden ağlamak yorar, çünkü insan orada bölünür. Ama bu bölünme, parçalanmak değil, ayrıştırmaktır. Hakikat, bu temizlenmiş acının içinden geçer. Her gözyaşı bir tanıklık, ama aynı zamanda bir mahkemedir. Ağlayan insan, hem sanık hem yargıçtır. Gözyaşı, hüküm değil, delildir. İnsan, o delili göğe gösterir gibi ağlar. O anda insanın içi ikiye açılır: Biri suçun gölgesi, diğeri rahmetin umudu. Ve gözyaşı, bu iki uç arasında sallanır. Çünkü insan, ne tamamen suçlu ne tamamen masumdur. Ağlamak, bu ikisinin birbirini anlamasıdır. Suç, kendini inkâr etmez; masumiyet, suçunu yadsımaz. İşte orada insan, insan olur.

İnsan ağlarken kimseye bir şey anlatmaz. Ağlamak, paylaşılmayan bir tecrübedir. Çünkü gözyaşı başkasına görünse de, anlamı yalnızca döken içindir. Bir başkasının ağlamasını görebilirsin, ama neyi ağladığını bilemeyebilirsin. O yüzden ağlamaya dokunulmaz. Dokunmak, bozmak olur. Çünkü ağlamak, kutsal bir suskunluktur. O suskunlukta insan, içinden geçen her şeyi bir sessiz dua gibi göğe yükseltir. Kimse duymasa da o dua işitilir. Çünkü o anda, insanın kalbi açık, dili bağlıdır.

Ağlamak, pişmanlıkla sabır arasında duran bir çizgidir. Çünkü insan, ne sabredebildiği ne de geri dönebildiği anlarda ağlar. Gözyaşı, iki yönü de tükendiğinde doğar. İnsan bazen suçunun farkındadır ama değiştiremez; işte o anda ağlar. Çünkü değiştiremediğini görmek, insanın en büyük cezasıdır. Ve o ceza, kelimeyle değil, yaşla yaşanır. O yüzden en sessiz ağlamalar, en derin itiraflardır. Orada kimse gözyaşını yönetemez. Çünkü ağlamak, benliğin kontrolünden çıkar. İnsan, ağlamak istemez, ağlar. Ağlamak, iradeyi aşan bir eylem olur. O anda kişi, kendi efendiliğini kaybeder. Çünkü gözyaşı, benliğini çözer. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun, gözyaşına yenilir. Ama bu yenilgi utanç da değildir; bu, insanlığın kendisidir. Çünkü yalnızca insan ağlar. Ne taş ağlar, ne rüzgar, ne demir. Ağlamak, canlı olmak değil, insan olmaktır.

Ağlamak bazen suçun değil, suçsuzluğun ağırlığıdır. İnsan, başkasının günahını da taşır. Gördüğü adaletsizlik, işittiği haksızlık, sustuğu kötülük. Bazen başkasının acısını bile taşıyamaz ve ağlar. Gözyaşı, bazen dünyanın ağırlığına karşı bir sığınaktır. O anda insan, kendi yükünü değil, bütün varlığın yükünü taşır. Ve o yük, gözyaşıyla hafifler. İnsan bunu bilmez ama gözyaşı, dünyanın yükünü taşır Ve bazen, ağlamamak da bir suçtur. Çünkü gözyaşını kaybetmek, vicdanı kaybetmektir. Gözleri kuruyan kalp, yavaş yavaş ölür. O yüzden ağlayamayan insan, içten içe yanar ama dumanı bile çıkmaz. Çünkü ağlamak bir nimettir, çünkü hâlâ hissedebilmenin kanıtıdır.

Ağlamak, ceza değil, rahmettir. Suçluya bile kapı açar; çünkü ağlayan insan hâlâ arar. Ağlamak, bir insanın kendi içindeki mahkemenin sonunda “Ben suçluyum” demesidir, ama o cümlenin içinde bir başka söz gizlidir: “Beni bağışla.” Bu bağış, dışarıdan gelmez; gözyaşının kendisindedir. Çünkü ağlayan insan, kendi içindeki merhamete dokunur. Ve kim kendi merhametine dokunursa, orada Rabbin izini bulur.

İnsan ağladığında sadece bir anı değil, bir zamanı taşır. Çünkü gözyaşı zamansız değildir; her damlası, bir geçmişin ağırlığıyla dolar. Kimse şu ana ağlamaz. İnsan hep geç kalmış bir şeye, söylenmemiş bir söze, dönülmemiş bir bakışa ağlar. Ağlamak, zamanın durduğu yerde yeniden akmasıdır. Ve insan, o akışın önünde duramaz. Çünkü zaman, insanın içinden akar; gözyaşı onun en görünür hâlidir. Gözyaşını tutmak, zamanı durdurmak gibidir; mümkün değildir. Tutulan yaş, bir gün taşar, ve o taşma anında insan kendi geçmişiyle yine yüzleşir.

Ruhun ağırlığı, insanın taşımaya mecbur olduğu yük değildir; o yük, insanın kendisidir. İnsanın ruhu ağrır, çünkü içinde biriken her duygu bedene sığmaz. Gözyaşı bu taşmanın dışa vuran biçimidir. Kimse sadece bir olaya ağlamaz; insan, ruhunun taşıyamadığına ağlar. Bazen o kadar uzun süre susmuştur ki, ağladığında kelimeler değil, yıllar dökülür. Çünkü gözyaşı,söyledik ya, konuşulamayanın dilidir. İnsan o dili kullandığında, kendi içine iner. Gel gör ki bu iniş kolay değildir. Ağlamak, bir iniştir. Derinlik ister. Yüzeyde yaşayanlar ağlayamaz; onlar ancak sızlanır. Hakiki ağlamak, ruhun derinine inmektir. Orada kelimeler erir, düşünceler susar, sadece hissin çıplak hâli kalır. O hâlde insanın gözünden akan yaş, aslında içten dışa çıkan bir gölgedir. Çünkü gözyaşı sadece su değildir; o, içteki karanlığın çözülmesidir. Ve her çözülme, elbette acıtır. Bu yüzden ağlamak huzur değil, esasında bir bedeldir.

İnsan ağladığında, kaybettiklerini değil, kaybolmuşluğunu hatırlar. Çünkü kaybetmek dışta olur, kaybolmak içte. Gözyaşı, insanın kendi içinde kaybolduğunu fark ettiği andır. Bazen bir ölüm, bazen bir veda, bazen bir şarkı, sadece bahanedir. Ağlayan insan, o bahanenin arkasında kendini bulur. Çünkü insan, her acıda kendine döner. Ve her dönüş, biraz daha yalnızlıktır. Gözyaşı da bu yalnızlığın kabulüdür. Artık ağlamanın içinde bir yas vardır, ama o yas bir kişi için değildir. İnsan, kaybettiklerinden çok, kaybolan zamanlar için ağlar. Bir çocukluk sabahı, bir dostun gülüşü, bir annenin sesi, bir sevginin kokusu. Zaman, bunların hiçbirini öldürmez ama hepsini uzaklaştırır. Gözyaşı, bu uzaklığın sesi olur. Ağlayan insan, geçmişe değil, geçmişin hâlâ içindeki kalıntısına ağlar. O kalıntı ne kadar küçükse, sızı o kadar büyük olur. Çünkü insan en küçük kırıntıda bile tüm bir hayatı hisseder.

Ağlamak bazen bir ziyaret gibidir. Ruh, geçmişin mezarına iner, sessizce eğilir. O mezarda bir kişi değil, bir hâl yatar: Artık olunamayan biri. İnsan ağladığında, o hâl için dua eder. O dua, kelimesizdir ama en sahici duadır. Çünkü ağlamak, dua etmeyi bilmeyenlerin duasıdır. Kimseye yönelmez, ama doğrudur. İnsan o anda, yönünü bilmeden yönelir. O yön, kalbin kendi yönüdür.

Ruhun ağırlığı bazen başkasından gelen bir yüktür. İnsan, bir başkasının gözyaşını taşıyabilir. Annenin sustuğu ağlayış çocuğa geçer, babanın bastırdığı sızı oğulda yankılanır, bir toplumun bastırdığı acı nesillerin gözlerinden dökülür. İnsan sadece kendi yükünü değil, atalarının ağlayamadığı acıyı da taşır. O yüzden bazı gözyaşları açıklanamaz; sebebi bulunmaz, ama kökü vardır. Her nesil, kendinden öncekinin tutamadığı gözyaşını döker. Böylece ağlamak, bu mirası taşımaktır. Kimse sadece kendine ağlamaz; gözyaşı bir zincir olur, ruhlar arasında dolaşır. İnsan ağladığında, kim bilir kaç unutuşu uyandırır. Çünkü gözyaşı, insanlığın ortak hafızasıdır. Her çağda, her dilde, her bedende aynı biçimde parlar. Ağlayan birini gören herkesin içi titrer, çünkü orada tanıdık bir şey vardır: kendi unutulmuş sesi vardır.

İnsan ağladığında, ruhunun karanlık tarafı çözülür, ama o karanlık yok olmaz. Gözyaşı, karanlığı temizlemez; onu yumuşatır. Çünkü insanın içindeki gölge, yok edilmek için değil, görülmek için vardır. Kim kendi gölgesine bakabilirse, ağlayabilir. Gözyaşı, gölgeyle tanışmanın en saf biçimidir. Ağlayan insan karanlığından korkmaz; onunla uzlaşır. Bu uzlaşma, bir yenilgi değil, bir olgunluktur. Çünkü kim kendi karanlığını kabul ederse, artık ışığı da tanıyabilir.

İnsan, ağlayarak kendine döner ama o dönüş bir huzur değildir; bir farkındalıktır. Çünkü gözyaşından sonra her şey aynı kalmaz. Ağlayan insan, aynı cümleleri kuramaz, aynı şeyleri sevemez. Çünkü gözyaşı, insanın içindeki dengeyi değiştirir. Bir şey çözülür, bir şey eksilir, bir şey anlaşılır. Ağlamaktan sonra insanın sesi değişir; daha kısık, daha içten, daha ağır olur. Çünkü artık bilir. Ve her bilme, biraz eksiltir. Ağlamak, bilmenin bedelidir. Kim çok bilir, çok ağlar. Çünkü bilgi, sadece zihinle değil, kalple taşınır. Kalp taşıyamadığı bilgiyi gözyaşıyla dışarı atar. İşte bu yüzden, en derin gözyaşları bazen en sessiz zihinlerden gelir. Sessizlik, bilginin ağırlığıyla doludur.

İnsan ağladığında, ruhun taşıdığı yük hafiflemez; yalnızca yer değiştirir. O yük kalpten göze iner, gözden toprağa düşer. Çünkü gözyaşı toprağa döner, ama kaybolmaz. Toprak onu tutar, tıpkı günahı, tıpkı duası, tıpkı hatırayı tuttuğu gibi. İnsan ağladığında toprağa bir iz bırakır. O iz görünmez, ama oradadır. Toprağın hafızası, insanın gözyaşlarıyla doludur. İşte bu yüzden bazı yerler insana hüzün verir. Oradan geçen birinin ağladığını hissederiz, bilmeden. Çünkü gözyaşının kokusu vardır, tıpkı yağmur gibi. Ağlayan insan, dünyaya koku bırakır. O koku, yalnızlığın değil, varoluşun işaretidir. Çünkü ağlamak, insanın hâlâ hissedebildiğini, hâlâ yanabildiğini gösterir.

Ve bütün bunların sonunda, ağlamak bir teslimiyet değildir; bir şahitliktir. İnsan, ağladığında kendi ruhuna tanıklık eder. O tanıklık, yargı değil, fark ediştir. Gözyaşı, “ben hâlâ buradayım” diyen ruhun imzasıdır.

Ağlamak, duanın en eski hâlidir; çünkü dua, insanın kendi aczini fark ettiği anda başlar. Kelimeler dua değildir, kelimeler duanın kabuğudur. Dua, kalbin içe bükülmesidir; ve o bükülme gözyaşıyla tamamlanır. İnsan ağladığında, aslında bir kelime aramaz; çünkü ağlamak, kelimelerin yetmediğini anlamaktır. Gözyaşı, dilsizlerin duasıdır; ve belki de en doğrusu odur. Çünkü kelimeyle değil, hâlle konuşur. İnsan ağladığında yönelir; nereye olduğunu bilmeden, ama hep yukarıya doğru. Çünkü gözyaşı, yerçekimine değil, rahmete tabidir. Dıştan yere akar ama içten göğe yükselir. İnsan ağlarken başını eğer, çünkü kalp yukarıya açılır. Ağlamak, kalbin kıblesidir. Orada insan ne talep eder ne isyan eder; sadece gösterir: “İşte bu benim.” Ağlayan insan dua etmez, dua olur. O hâl, ne dilektir ne beklenti; bir teslimdir. Çünkü teslim olan artık istemez; olanı kabullenir, olmayanı bırakır.

Duanın en sahici hâli, insanın susmasıdır. Çünkü susmak, rızanın dilidir. İnsan ağlarken susar; kelimeyle değil, yaşla söyler. O yaş, duanın saf hâlidir. Çünkü orada ben yoktur; yalnızca yön vardır. Dua ederken insan hâlâ konuşur, ama ağlarken konuşan kalptir. O yüzden bazı dualar kelimelere dökülmez; çünkü ağızdan çıkan her şey, hâli bozar. Ağlamak, bozulmamış bir duadır. Çünkü insan ağladığında aslında kendini terk eder. Çünkü ağlamak, kontrolün kaybıdır; benliğin çözülmesidir. Dua da aynı şeyi ister: “Bırak kendini.” İnsan dua ederken ellerini kaldırır, ama ağladığında ellerini indirir; çünkü artık talep eden değil, teslim olan olur. Ağlayan insan, dua edenin son hâlidir. Orada artık talep bitmiştir, çünkü varlık bitmiştir. Gözyaşı, varlığın sükûtu olmuştur.

Ve insan ağladığında Allah’a bir şey anlatmaz; çünkü Allah bilir. Gözyaşı, bilinene bir hatırlatmadır; bilenin bildiğini bilmek ister. O yüzden ağlamak, bilgiyle değil, yakınlıkla ilgilidir. İnsan, ağlarken hatırladığı şeyi ifade edemez, ama hisseder. O hissin adı, yakınlıktır. Çünkü gözyaşı, uzaklığın erimesidir. Ağlayan insan, yakındadır. Ve yakınlık, bazen kelimelerle değil, yalnızca sessizlikle kurulur.

Unutulmamalıdır ki dua en geniş manasıyla bir çağrıdır; işte ağlamak da bir cevaptır. Çünkü insan ağlarken artık çağırmaz, çağrılmıştır. Kalbin içinden gelen o sızı, insanın içindeki cevaptır. Dıştan gelen hiçbir ses, bu kadar derin değildir. Ağlamak, duanın kabul edilmiş hâlidir; çünkü insan ancak kabul edilince ağlayabilir. Reddedilmiş olan ağlayamaz; çünkü kalbi kapanır. Ağlayan kalp, açık kalptir. Ve açık kalp, rahmetin yeridir. Ağlamak, insanın içindeki suyun secdesi olur. Çünkü su, hep aşağıya iner; tevazunun dilidir. Gözyaşı da öyledir: yükselmez, düşer. Ama düşerken yüceltir. Çünkü gözyaşı düşer, insan hafifler. Suyun secdesi, insanın arınması olur. Gözyaşı, insanın en derin ibadeti olur. Çünkü orada şekil yok, niyet vardır. Secde bedenin eğilişidir, ağlamak ruhun secdesi olmuştur.

Yani ağlayan insan farkında olmadan ibadet eder. Çünkü ibadet, farkındalığın zirvesi değil, aczinin farkıdır. Ağlamak da aczini kabul etmektir. Ve aczini kabul eden, hakikate en yakın olandır. Çünkü güç, perde yapar; zayıflık, perdeyi kaldırır. Gözyaşı, o perdenin incelmesidir. İnsan ağladığında perde aralanır, hakikat görünür. O yüzden ağlamak korkutucudur; çünkü o anda insan, gerçeği çıplak görür.

Bazı gözyaşları sadece kalbi yıkar, bazıları kalbi inşa eder. Fark, yönündedir. İnsan kendi acısına ağlarsa dağılır, O’na ağlarsa toplanır. Kendi nefsine ağlayan benliğini büyütür, ama Allah’a ağlayan benliğini bırakır. Gözyaşının yönü kaderi belirler. Kimi kendi gözyaşında boğulur, kimi o yaşla arınır. Çünkü su, hem boğar hem diriltir; insanın niyetine göre. Ağlamak, duayı görünür kılar. Çünkü her dua bir sızı taşır; o sızı görünür olduğunda gözyaşına dönüşür. Dua sessizlikte saklanır, ağlamak onu açığa çıkarır. Bu yüzden ağlayan insanın yüzü bir metindir; orada yazı yoktur ama anlam vardır. Çünkü Allah, insanın yüzüne yazmıştır duasını. Gözyaşı o yazının mürekkebidir.

Ve insan bazen başkası için ağlar, ama o ağlayış da dua olur. Çünkü başkası için ağlamak, kendini unutmanın en saf hâlidir. İnsan o anda benliğini değil, merhameti taşır. Gözyaşı, başkası için döküldüğünde en saf ibadet olur. Çünkü orada çıkar yoktur, kendine pay yoktur. O yaş, merhametin gözüdür. Kim başkası için ağlayabiliyorsa, o hâlâ diridir. Çünkü başkasının acısına ağlayabilen, hâlâ kalbiyle bakıyordur.

Ağlamanın sessizliği, kelimelerin gürültüsünden daha güçlüdür. Çünkü Tanrı kelimeyi değil, hâli duyar. Ağlayan birinin hâli, söylenmemiş binlerce duadan daha derindir. Çünkü gözyaşı, insanın “ol” diyen sese cevabıdır: “Oldum.” İşte bu yüzden, ağlayan insan dua etmez; dua ağlar.

İnsan ağladıktan sonra değişir. Çünkü dua kabul edilir ya da edilmez, ama ağlama her zaman yankı bulur. İnsan ağladığında yalnız değildir; çünkü gözyaşı hiçbir zaman boşluğa düşmez. Her yaş, bir göze dokunur, bir kalbe, bir yere. Suyun yolunu yalnız Tanrı bilir; gözyaşının nereye vardığını da.

Ağlamak, insanın içindeki sükûneti bulma hâlidir. Çünkü ağlamanın sonunda sessizlik gelir; o sessizlik, duanın cevabıdır. İnsan o sessizlikte kalırsa, orada huzur bulur. Çünkü orada artık kelime yoktur, yalnızca varlık vardır. Gözyaşıyla yıkanan insan, konuşmaz; dinler. Dinlemek, duanın cevabını duymaktır.

Ve nihayet, ağlamak, teslimiyetin en yumuşak biçimidir. Çünkü insan eğildiğinde değil, ağladığında teslim olur. Eğilmek iradeyle olur, ağlamak iradeyi eritir. Gözyaşı, insanın içindeki benliğin çözülmesidir. Ve o çözülme, aslında kurtuluştur. Çünkü kim ağlayabiliyorsa, hâlâ rahmete dahildir.

Şimdi ağlamanın miras olduğu hususuna biraz daha yakından değinelim.

Yukarıda söyledik, ağlamak, insanın en eski mirasıdır. İnsan ağlamayı öğrenmez, hatırlar. Çünkü ağlamak, doğuştan getirdiği bir bilgidir; sesi çıkmadan önce içinde taşıdığı bir ezberdir. Ağlamanın kökü, anneyle kurulan ilk bağdadır. İnsan, ilk nefesini alırken anneden kopar, o kopuşun sesi ağlamadır. Çünkü ayrılık, insanın yazgısına o anda kazınır. Rahmin sıcak sessizliğinden soğuk dünyaya düşmek, ilk kayıptır. Anne, o kaybı sarar; o sarılış, gözyaşının ilk anlamıdır: teselli. İnsan o ilk temasla öğrenir, ağlamanın bir karşılığı vardır; ağlarsan biri gelir. Bu yüzden insanın ömrü boyunca bütün gözyaşları, o ilk gelişin sahnesidir.

Anne, gözyaşının yönünü belirleyen ilk aynadır. İnsan, ağlayarak tanır sevgiyi, merhameti, kabullenilmeyi. Ağlarken kucağa alınır; sustuğunda yalnız kalır. Bu döngü, insanın bütün hayatına kazınır. O yüzden yetişkin olduğunda bile ağlayan insan, aslında annesini çağırır. Annenin sesi yoksa, anne ölüyse, anne uzaksa, insan o boşluğu göğe yönelterek doldurmaya çalışır. Tanrı’ya yönelen gözyaşı, annesini kaybetmiş kalbin arayışıdır. Rahmet kelimesinin köküyle rahmin aynı olması boşuna değildir; çünkü Tanrı’nın merhameti, annenin kucağının yankısıdır. Ağlayan insan, o rahmeti ister, o kucağa dönmek ister.

Baba ise ağlamayı susturur. Çünkü baba, dış dünyanın sesidir. “Ağlama” sözü, insanın içinden değil, dıştan gelir. O ses, insanın duygusunu değil, düzenini korur. Baba, kalbi değil, sınırı temsil eder. O yüzden erkekler büyüdükçe ağlamaktan utanır; çünkü baba sesi içlerinde yankılanır: “Dayan.” Böylece ağlamak, erkek için zaaf, kadın için doğallık olur. Toplum, gözyaşını cinsiyetle ayırır; oysa gözyaşı insandır, cinsiyet taşımaz. Ama erkek ağlamayı susturdukça taşlaşır, kadın ağladıkça taşıdığı dünyanın ağırlığını yıkar. İkisi de eksilir; biri duygusuzlaşarak, diğeri yüklenerek.

Anne ağlamayı öğretir, baba durdurur. İnsan bu iki sesin arasında büyür. Bir yanda merhamet, bir yanda yasak. Ağladığında sığınılacak kucakla, saklanılacak utanç arasında kalır. O yüzden yetişkinliğinde ağlamakta zorlanır; çünkü içindeki sesler kavga eder. Biri “Bırak,” der, diğeri “Dayan.” Biri rahmettir, diğeri akıldır. Ağlamak bu iki sesin birleştiği andır; çünkü insan ağlarken hem çocuklaşır hem olgunlaşır. Ağlamak, anneyle babayı içte barıştırı, bir surette bir eder.

Çocuk ağladığında, anne gelir; ama bazen gelmez. O gelmeyen an, insanın bütün psikolojisinin temelidir. Çünkü ağlayan çocuk yalnız kalırsa, gözyaşının anlamı değişir. O artık çağrı değildir, sığınaktır. İnsan o andan sonra ağlarken teselli değil, kendi içinde bir duvar örer. Bazı insanlar neden ağlarken daha da kapanır, işte bu yüzdendir; çünkü onların gözyaşı sesini duyan kimse olmamıştır. Gözyaşı, içe akan bir nehre dönüşür. İnsan bir kez yalnız ağlamayı öğrenirse, artık kimseyle tam yakınlık kuramaz.

İnsan ne kadar yaş alırsa alsın, içindeki çocuk ağlamaya devam eder. Dışarıdan görünmez, ama her gözyaşının içinde o çocuk vardır. Yetişkin ağlarken bile sesi değişir; incelir, kısılır, çocuklaşır. Çünkü gözyaşı, insanın yaşını sıfırlar. O an, kimse büyük değildir, kimse güçlü değildir. Herkes çocuk olur. Ağlamak, büyüklüğü çözer. Çünkü büyüklük, sahte bir kalkandır; gözyaşı o kalkanı eritince, insan çıplak kalır. Ama o çıplaklık utanç değil, hakikattir.

Anne ölür, baba gider, dostlar uzaklaşır ama insan hâlâ ağlar. Çünkü ağlamak, yaşayanların ölülere selamıdır. Her gözyaşı, geçmişte kalmış bir sevgiyi yoklamaktır. Bazen mezarın başında, bazen bir kokunun içinde, bazen sessiz bir akşamda. İnsan orada geçmişi çağırmaz, hatırlar. Çünkü sevgiyi unutamaz, sadece taşıyamaz. Ağlamak, sevginin yükünü hafifletme biçimidir. Kim ağlayabiliyorsa, hâlâ seviyor demektir.

Anne için ağlamak, merhametin; baba için ağlamak, güçsüzlüğün işaretidir. Ama her ikisi de birleştirildiğinde, insan tamamlanır. Çünkü insanın kalbi hem yumuşak hem sert olmalıdır; ağlamak o dengeyi kurar. Ağlayan insan ne tamamen kırılmış ne tamamen direnmiştir; ortadadır. O ortalık, insanın en gerçek hâlidir.

Bazen insan ağlarken, kendine değil, bir başkasının ağlayamadığına ağlar. Annenin tutmuş gözyaşına, babanın bastırdığı öfkeye, kardeşinin içine gömdüğü çaresizliğe. Çünkü gözyaşı bulaşıcıdır, ama aynı zamanda kefarettir. Birinin ağlamadığı yerde bir başkası ağlar, dengelenir. Tanrı, rahmeti bazen bu şekilde dağıtır. Birinin sessizliği, diğerinin gözyaşıyla tamamlanır.

Gözyaşının içinde ataların izi vardır. Eski milletlerin, suskun kadınların, yıkılmış şehirlerin. İnsan ağlarken sadece bireysel değildir; gözyaşı, soyun hafızasını taşır. Bir annenin savaşta yitirdiği çocuğun acısı, yüzlerce yıl sonra bile bir başka annenin yüreğinde yankılanır. Bu yankı tarih değildir, duygudur. Duygunun zamanı yoktur; gözyaşı, o zamansızlığın dilidir.

Anne, rahmetin kapısıdır; baba, hikmetin. Biri ağlatır, diğeri susturur. Tanrı bu iki sesi insana birlikte vermiştir, çünkü insanın tamamlanması ancak dengeyle mümkündür. Ağlamak, o dengeye dönmektir. Çünkü ağlamanın içinde hem yakarış hem sabır vardır. Gözyaşı, ne sadece acının ne sadece sevinçtir; her ikisinin birleştiği yerdir. O birleşme noktası, insanın hakiki merkezidir.

Ağlamayı bilmeyen, merhameti bilmez. Merhameti bilmeyen, Tanrı’yı tanımaz. Çünkü Tanrı’nın rahmeti gözyaşına benzer: görünmezken her şeyi yeşertir. Gözyaşı toprağa düştüğünde, Tanrı’nın rahmeti oraya iner. O yüzden ağlamak, bir duadır ama aynı zamanda bir yaratımdır. Gözyaşı döküldüğü yeri canlandırır. Kimi gözyaşının düştüğü kalpler yeşerir, kiminde taş bile çatlar. Çünkü gözyaşı, sessiz bir kudrettir; yıkar, yapar, dönüştürür.

Ve bütün bunların ötesinde, anne ve baba arasındaki en derin bağ da gözyaşındadır. Çünkü onlar ağlamadan birleşmiş, ağlayarak ayrılmışlardır. İnsan, onların gözyaşından doğar. Ve belki de bu yüzden, her insan kendi anne babasının yarım kalan ağlayışını taşır.

Bir hususa değinelim.

Her hakikat, taklidini doğurur. Gözyaşı da öyledir. Çünkü insan, içinden geleni dışarıda göstererek, gösterdiğini de içselleştirdiğini sanır. Ağlamak artık bir hâl değil, bir sahnedir; insanın ruhundan değil, benliğinden taşar. İçten değil, dışa dönük bir hareket olur. Ve böylece gözyaşı kutsallığını yitirir. Riyâ, insanın en sessiz salgınıdır; gözyaşına bulaştığında, rahmetin dili bile kirlenecektir. Çünkü sahte gözyaşı, acıyı değil, ilgiyi çağırır. Orada acı yoktur, sadece bakış vardır. Gözyaşının yüzünde değil, niyetinde hakikat aranmalıdır.

Riya, gözyaşını öldürür. Çünkü gözyaşının özü gizliliktir; görünmek istediği an, kendini inkâr eder. Hakiki gözyaşı saklanır; gösterilen ağlama, bir ticarettir. İnsan, artık gözyaşını değil, kendi duygusunu satmaktadır. Kalp, sahneye dönüştüğünde, rahmetin inişi durur. Çünkü Tanrı, gösterilen acıya dokunmaz. Hakiki gözyaşı geceye aittir, ışıktan kaçar. Sessizlikte dökülür, kimse görmeden toprağa karışır. Günahını anlatmadan affedilenlerin gözyaşı böyledir; kimseye görünmez ama her şeyi temizler.

Ağlamanın bozulduğu çağ, duygunun ticarileştiği çağdır. İnsan artık hissedebilmek için bile görünmek zorundadır. Kameralar karşısında ağlayanlar, sözde samimiyetle, gerçekte boşlukla konuşurlar. O gözyaşlarının içinde ruh yoktur; sadece bir rol vardır. Toplum, samimiyetin bile performansa dönüştüğü bir oyun kurmuştur. Gözyaşı, bir etki aracıdır artık. Çünkü merhamet, izleyicinin dikkatine muhtaç hâle getirilmiştir. Ve o anda insan, hem ağlayan hem izleyen hem yargılayan olur. Bu, kalbin üçe bölünmesidir.

Oysa sahte gözyaşıyla başlayan her gösteri, sessizlikle biter. Çünkü gösteri, içte karar bulmaz. Hakiki ağlayış, dışarıdan görülmeyebilir ama içeride dağları oynatır. Sahte gözyaşıysa dışarıda sel olup taşar ama içeride hiçbir toprağı yeşertmez. O yüzden sahte ağlayışın yüzünde bir ıslaklık vardır ama kalbinde kuraklık. Göz yaşını silersin ama içi kuru kalır. Çünkü orada bir iç yoktur. Bu bakımdan biliyoruz ki insan, ağlamayı unuttuğu kadar, ağlar gibi yapmayı öğrenmiştir. Duygunun yerine taklit geçmiştir. Gözyaşı, artık bir maskenin parçası olmuştur; tıpkı gülümseme gibi. Maskelerin çağında ağlamak bile yapaylaşmıştır. Çünkü her şey görülmek içindir. İnsan artık içindekini değil, başkasının beklentisini yaşamaya başlamıştır.

Sahte gözyaşı, başkasının gözündeki imajı temizlemeye çalışır; oysa hakiki gözyaşı, kendi kalbini. Biri dışın temizliğidir, diğeri içinin. Biri makyajdır, diğeri ise, abdest.

Ama işte riya, gözyaşının en gizli düşmanıdır. Çünkü o da tıpkı gözyaşı gibi sessizdir. Fakat biri yakar, diğeri soğutur, işin esasında olan budur. Riyâlı ağlayışta kalp çalışmaz; o sadece rol yapar. Göz kasları, sinirler, dudaklar aynı hareketi tekrar eder ama ruh orada değildir. O yüzden sahte ağlayıştan sonra insan hafiflemez; tam tersine daha da ağırlaşır. Çünkü hakiki gözyaşı yükü azaltır, sahte gözyaşı yükü büyütür. Hakiki ağlayışta benlik çözülür, sahte ağlayışta benlik parlatılır. Biri benliği yok eder, diğeri yüceltir.

Kalbin kuruması da aynı yoldan gelir. İnsan artık ağlamadığında değil, ağlayamadığında ölür. Çünkü gözyaşı sadece su değil, kalbin bir nehridir. Kalp, gözyaşını keserse, damar sertleşir. Taşlaşmak böyle başlar. Ve taş kalp, bir daha kolay kolay yumuşamaz. Çünkü ağlayamamak, duygunun değil, ruhun ölümüdür. Ağlayamayan insan, kendini kaybetmiştir. O artık acıyı hissedemez, sevinci de. Ağlamanın bittiği yerde, insanın yerini kabuk alır. Ve taş kalplerin dünyasında yağmur bile faydasızdır. Çünkü toprak yoktur ki suyu emsin. Modern insanın gözyaşı yere düşmez; havada buharlaşır. Çünkü modernlik, toprağı kaybetmektir. Köksüz insan, gözyaşını bile sahte biçimde döker. Ağlaması bile sistemin parçasıdır. Ekran başında bir acıya ağlar, ama kapattığında unutur. Çünkü gözyaşı artık kalbe değil, medyaya akar. Görüntü, rahmetin önüne geçmiştir. İnsan artık ağlamaz, ağlatılır.

Ve bu çağda, en korkunç sessizlik ağlamayan yüzlerde değil, ağlamayan kalplerdedir. Çünkü gözyaşı tükenmez; sadece yönünü kaybeder. Rahmete akması gerekirken, şöhrete akar. Toprağa düşmesi gerekirken, cam ekrana. Orada hiçbir şey filizlenmez. Çünkü gözyaşının toprağı merhamettir; eğer merhamet yoksa, su bile işe yaramaz.

Bazen insanın gözyaşı bile kibir taşır. Çünkü insan, kendi acısını bile yüceltir. Acısını gösterir, ağlamasını süsler. Acının etrafına bir sanat yapar, bir hikâye kurar. Böylece gözyaşı bir estetik nesneye dönüşür. Oysa hakiki acı şekilsizdir; biçimsiz, dağınık, çirkindir. Hakiki ağlayış da öyle. Sahte olan düzenlidir, fotojeniktir; hakiki olan darmadağınık, sessiz, titrek.

İşin aslı, insanlığın kurtuluşu, yeniden ağlamayı öğrenmesindedir. Ama bu, gözden değil, kalpten başlamalıdır. Çünkü gözden akan yaş, yalnızca suyu eksiltir; kalpten akan yaş, dünyayı değiştirir. Riyâ, taş kalbi parlatır; gözyaşı, onu çatlatır. Biri süsler, diğeri sarsar. Ve sarsıntı olmadan diriliş olmaz. Ağlamak, insanın en sessiz devrimi olabilmelidir. Kimse duymadan bir dağ yıkılır olunca içte. Kimse görmeden bir buz kütlesi çözülür. Riyâlı çağda hakiki gözyaşı, bir başkaldırı olur böylece.

Ve işte bu yüzden, ağlamak bir ibadettir, ama sahte ağlamak bir inkârdır. Biri “Sen varsın” der, diğeri “Ben varım.” Biri eğilir, diğeri sahne kurar. Biri sessizliğe düşer, diğeri alkış bekler. Biri rahmettir, diğeri gösteri.

Son olarak;

Gözyaşının üç mertebesi vardır: Biri aklın gördüğü, biri kalbin gördüğü, biri ruhun tanıdığı.

Bunlar, bilmenin üç derecesine denktir. İlmel yakîn, ağlamanın nedenini anlamaktır; aynel yakîn, onu gerçekten görmektir; hakkel yakîn, o ağlamanın kendisi olmaktır.

İlmel yakîn hâlinde insan, ağlamanın nedenini bilir ama hâlini yaşayamaz. O hâlde gözyaşı açıklamadır. İnsan, acısını analiz eder, ağlamasını anlamlandırır. Fakat bu bilgi, kuru bir bilgidir; hâl üretmez.

İlmel yakîn, ağlamanın kenarında durmaktır. İnsan o hâlde duygusunu tanımlar ama kendini dönüştüremez. Bu mertebede ağlama, sözcüktür; kalbin nehri değil.

Aynel yakîn hâlinde insan, ağlamayı görür; kendi aynında, kendinde; ve ufuklarda.

Hakkel yakîn ise gözyaşının kendisi olmaktır. Orada ağlayan, ağlamaz; ağlayan kalmaz. Ağlamak, varlığın hâline dönüşür. İnsan, duygusunu yaşamakla kalmaz, onunla birleşir. Gözyaşı, artık bir eylem değil, bir varlık hâlidir. İnsan o anda ağlayan değil, ağlamanın kendisidir. Ve bu hâl, bilginin son noktasıdır; çünkü orada bilenle bilinen birdir. O yüzden hakkel yakînin gözyaşı sessizdir; çünkü orada kelime de, kişi de kalmaz. Yalnızca yaş vardır.

Hakiki bilme, gözyaşından geçer. Çünkü akıl, hakikati kavradığında gururlanır; kalp kavradığında ağlar. Gözyaşı, bilginin gururdan arınmış hâlidir. İnsan ne kadar derin anlarsa, o kadar susar; çünkü anlam büyüdükçe kelime küçülür. Gözyaşı, bilginin son hâlidir; kelimenin geri çekilişidir. Her gerçek bilme, bir ağlama ile tamamlanır. Çünkü hakikat insana ağır gelir; insan o ağırlığı taşırken ağlar.

Hakikat, zihinde değil, gözyaşında tecelli eder. Çünkü hakikat, ruhun çıplak hâline dokunduğunda göz yaşarır. Ağlamak, hakikatin ısısını kaldıramayan kalbin tepkisidir. O yüzden bazı hakikatler yalnızca ağlayarak anlaşılır. Akıl o kadar ilerler ki sonunda kendi sınırına çarpar; orada dil durur, göz yaşarır. İşte orası bilginin sonu, gözyaşının başlangıcıdır.

Ağlamanın bu son mertebesinde insan artık dua etmez, çünkü dua ettiğiyle birdir. Orada yön yoktur, çünkü yönelinmiş olanla yönelen aynıdır. Gözyaşı bu birlik hâlinin görünür izidir. Ağlayan, o hâlde bir başkasına değil, kendini var eden kudrete döner; çünkü ağlamak, ayrılığın başlangıcı olduğu gibi son sahnesidir. Ve her sahne, kaynağına döner.

Hakikatin gözyaşı, sevinç ve acının ötesindedir. O ne üzüntüdür ne mutluluk; o, bilmenin yakıcılığıdır. Çünkü hakikati gören insan yanar; ama o yanış yok edici değildir, arındırıcıdır. Ağlamak, o arınmanın ateşinde suyun direnişidir. Gözyaşı yanar ama söndürmez; çünkü hakikat, hem ateş hem sudur. Biri yakar, diğeri temizler. Ve gözyaşı bu ikisini birleştirir.

Bu mertebede insan artık ağlamaz; ağlama olur. O hâlde gözden yaş değil, nûr akar. O nûr görünmez ama yüzü aydınlatır.

Hakikate yaklaşan gözyaşı, artık bir eylem değil, bir hâl olur. O hâlde insan konuşmaz, çünkü sözcük hâli bozar. O hâlde insan gülmez, çünkü sevinç bile yersizleşir. O hâlde insan susar; çünkü sessizlik, hakikatin ağırlığını taşır. Ve işte orada insan, ağlamayı bırakır; çünkü ağlamanın nedeni ortadan kalkmıştır. Ayrılık bitmiştir.

Ağlamak, ayrılığın kanıtıdır; gözyaşının tükenmesi, vuslatın. Vuslata eren gözyaşı, gözde değil, kalpte kurur. O kuruluk kuruluk değildir; sükûnettir. Tıpkı denizin durgun hâli gibi. Çünkü fırtına bitince su sakinleşir. İnsan hakikati bulduğunda artık ağlamaz; çünkü o artık aramaz. Arayışın bittiği yerde gözyaşı da biter. Ama bu bitiş ölüm değil, diriliştir.

Hakikatin gözyaşı, en sessiz hâlidir. Kim oraya ulaşırsa, artık ağlayamaz, çünkü gözyaşının yerini nûr almıştır. Ve nûr, artık dışarıdan görünmez; içeriden yanar. İnsan yüzü değişir, sesi yumuşar, bakışı derinleşir. Çünkü o artık ağlamanın ne olduğunu bilmez, olur.

Ve böylece ağlamak tamamlanır. İlmel yakînde öğrenilir, aynel yakînde görülür, hakkel yakînde yaşanır. Sonra insan susar. Çünkü gözyaşı konuşmayı bitirir. Ve konuşmanın bittiği yerde, hakikat başlar.

Ağlamak biter. Ama bitiş, susmak değildir; dönüşmektir. Gözyaşı bir süre akar, sonra yerini sessizliğe bırakır. Çünkü her su, nihayetinde denizine kavuşur. İnsan ağlarken içindeki nehirleri taşırır; sonra bir gün o su, kendi menbaına döner. O menbaa döndüğünde artık ağlamak gerekmez. Çünkü gözyaşının görevi tamamlanmıştır: insanı insana taşımak. Ağlamak, insanı içinden çıkaran son eylemdir; insan gözyaşıyla çözülür, sonra yeniden kurulur.

Ağlamanın sonu, sükûnettir. Ama bu sükûnet, duygusuzluk değil, dinginliktir. İnsan artık aynı acılara ağlamaz, çünkü o acıların anlamını görmüştür. Ağlamak öğretmiştir ona: hiçbir şey kaybolmaz, sadece yer değiştirir. Gözyaşı dökülür, ama anlam kalır. İnsan ağladıkça, kendine yer açar. Sonunda o yer, bir göle döner. O göl, iç huzurudur. Orada fırtına yoktur; sadece yansıma vardır. İnsan, artık suda kendini değil, kendisini yaratanı görür.

Bu noktada gözyaşı, rahmetle birleşir. Çünkü ağlamak, sonunda rahmetle buluşmak için vardır. İnsan ağlarken çağırır, rahmet geldiğinde susar. Rahmet sessizdir; o, fırtınadan sonra inen yağmur gibidir. Her şey yıkanmış, sadeleşmiş, berraklaşmıştır. Ağlayan kalp, temizlenmiş topraktır; artık yeni bir şeyin yeşermesi için hazırdır. Ağlamak bitmez; şekil değiştirir. O artık damla değil, topraktır. Çünkü ağlamanın gayesi, su olmak değil, bereket olmaktır.

İnsan, gözyaşının bittiği yerde dua etmez, şükreder. Çünkü o an, istek bitmiştir, kabullenme başlamıştır. Ağlamanın sonu kabullenmedir; “olduğu gibi”ye rızadır. O hâlde insan artık direnmez, savaşmaz. Gözyaşı direnişin değil, rızanın suyu olur. Rıza, ağlamanın sessiz hâlidir. Çünkü rıza, içsel bir evettir; artık hiçbir şeye karşı koymaz. Ağlamanın en yüce biçimi budur: gözyaşı kalmaz ama kalp hâlâ ıslaktır.

İnsan ağladığında, dünya küçülür, Allah büyür. Çünkü gözyaşı, insanın kendi sınırını fark ettiği andır. Ağlamakla başlayan bu fark ediş, sonunda sınırsızlığa varır. İnsan ağlarken benliğini kaybeder, ama o kaybedişte bir genişlik bulur. Ağlamak daraltır, sükûnet genişletir. O yüzden gözyaşının sonu ferahlıktır. Ağlayan insan, sonunda derin bir nefes alır. O nefes, yeniden doğmanın sesidir.

Ağlamanın sessiz sonu, diriliştir. Çünkü insan, ağlamanın içinde ölür, ardından yeni bir varlık olarak doğar. Ağlamak, ölümü taklit eder; insan gözyaşıyla can verir, sonra dirilir. Her hakiki ağlayış bir kıyamdır; içte yeniden dirilmenin ayak sesidir. Gözyaşının bittiği anda, insanın içinde bir nur doğar. O nur, ağlamanın yerine geçer. Artık ağlayan göz değil, ışıldayan göz vardır.

İnsan, ağlamayı tamamladığında artık kendini değil, bütünü hisseder. Çünkü gözyaşı benliği eritir, sınırları kaldırır. Ağlamak, “ben”den “biz”e geçiştir. O yüzden en derin ağlamalar, insanı yalnızlaştırmaz; aksine, her şeyle birleştirir. Kim hakiki anlamda ağlamışsa, artık kimseye yabancı değildir. Çünkü ağlamak, insanı insan kılar, insanı âleme bağlar, insanı Yaradan’a yaklaştırır.

Ağlamanın sonu vuslattır. Vuslat, sessizdir. Çünkü buluşma anında söz biter. Gözyaşının son damlası, “artık geldim” diyen bir damladır. İnsan, o damlada hem kendini kaybeder hem bulur. Orada artık ağlamak ne acıdır ne rahmet; sadece hakikattir. Ve hakikat ağlatmaz, hakikat susturur.

Ağlamak, varlığın hatırlamasıdır. Sessizlik, o hatırlamanın kalışıdır. Kim ağlayıp susabiliyorsa, o kalmıştır. Çünkü susmak, ayrılığın bitişidir. Gözyaşıyla dönen kalp artık sessizdir, ama o sessizlikte bir doluluk vardır. Sanki bütün dünya o kalbin içine sığmıştır. Ağlamak bitmiştir ama rahmet sürmektedir. İnsan, gözyaşıyla başladığı yere, rahmetle döner.

Ve insan sonunda anlar: Ağlamak, Tanrı’nın insanda bıraktığı son canlı hatıradır.