Ahmet Turan EsinBir millet, yalnızca sınırlarını değil, kendi bilincinin sınırlarını da aşmaya mecbur kaldığı bir anda doğar yeniden; dışarıdan gelen işgal, içte bir uyanışı zorlar, zira insan ancak dışarıdan zorlandığında içine döner ve orada yıllarca susturulmuş olan sesi duyar; işte o sesin kurumsal hâlidir Cumhuriyet, çünkü o, bir kalabalığın değil, bir idrakin konuşmaya başlamasıdır. Yüzyıllar boyunca bir tahtın gölgesinde büyüyen, gölgeyi nur sanan bir halk, ilk kez gölgenin kaynağını sorgulamış, ışığın kendisine ait olabileceğini fark etmiştir; bu fark ediş, bir siyasi karardan değil, bir metafizik sarsıntıdan doğmuştur; çünkü bir toplumun yapısı, onun Tanrı tasavvuruna dayanır ve Tanrı’yı yalnız gökte gören, kendi içindeki ilahî olanı unutur; işte Cumhuriyet, göktekini indirmek değil, içtekinin farkına varmaktır.
O güne kadar devletin anlamı dıştaydı: hükmeden, buyuran, cezalandıran bir irade; insanın üstünde asılı duran, ama onunla ilgisi kalmamış bir kudret. Oysa Cumhuriyet, bu yönü tersine çevirmiştir; artık devlet, insanın içinden dışa taşan, bilincin bir formuna dönüşmüştür. Meclis, o bilincin bedeni, sesi, cisimleşmiş hâlidir; bir binadır belki, ama taşın anlamı orada değişir: her taş bir bilincin ağırlığını taşır, her kelime bir tarihin içinden yankılanır. Artık devlet, insanın dışında değil, onun kendi iç düzeninin bir uzantısıdır. Bu yüzden Cumhuriyet, dış dünyada ilan edilmeden önce, insanın iç dünyasında gerçekleşmiş bir inkılaptır; sarayda değil, vicdanda yıkılmıştır saltanat; çünkü her iktidar, önce zihinde kurulur, sonra mimarisi yapılır, ve her yıkım da önce düşüncede başlar.
Saltanat, tahtta oturanın değil, itaat edenin içindeydi; çünkü hükmeden, hükmetmek isteğini içselleştirenlerle var olur. Cumhuriyet, o içsel rızayı bozmuştur; insanın kendi küçük boyun eğişlerine karşı bir başkaldırıdır o. Herkesin içindeki padişahı tahttan indirme eylemidir. Meclis, bu içsel yıkımın simgesidir; orada toplananlar, yalnızca yeni bir rejim kurmadılar, insanın içindeki otoriteyi tartışmaya açtılar; korkunun din yerine geçtiği bir çağdan, düşüncenin sorumluluğunu alan bir çağa geçtiler. Ve bu geçiş kolay olmadı, çünkü insan alıştığı zinciri kutsallaştırır, zincirini kırınca boşluğa düşer, o boşluğun adı özgürlüktür ama halk önce boşlukla tanışır, sonra özgürlüğü öğrenir.
Cumhuriyet, bu boşluğu yönetmeyi öğrenmiş bir bilinçtir. Onun gücü, halkın coşkusundan değil, kendi iç disiplininden gelir; çünkü dışta özgürlük ancak içte düzenle mümkündür. Meclis, bu iç düzenin sahnesidir: fikirlerin çarpıştığı, hakikatle yalanın birbirinden ayrıldığı, iradenin çokluk içinde bile birliğini koruduğu yer. Orada her ses aynı değerde değildir; değeri belirleyen sesin yüksekliği değil, düşüncenin ağırlığıdır. Cumhuriyet, sesi çoğaltmakla değil, anlamı derinleştirmekle yaşar.
Bir millet, tarih boyunca Tanrı adına hükmedenleri dinlediyse, bir gün kendi vicdanını Tanrı’nın yeri yapmayı öğrenir; Cumhuriyet, bu öğrenmenin son halkasıdır. O, ilahî olana isyan değil, onu insanda arayışın yeni biçimidir. Çünkü egemenlik Tanrı’dan insana geçtiğinde, Tanrı ölmez; yalnızca yer değiştirir. Artık insan, kendini yönetirken aslında kendinde olanı yönetmektedir; kutsalın mekanı dışta değil, içtedir. Meclis, bu iç kutsallığın mekânıdır: orada artık dua edilmez, düşünülür; çünkü düşünmek, yeni çağın ibadetidir.
Yüzyıllar boyunca devletin gücü, korkudan beslenmişti; korku, sadakat doğurur ama bilinç doğurmaz. Cumhuriyet, korkunun yerine sorumluluğu koydu. Artık kimse “Ben bilmiyordum” diyemez; bilmemek bir mazeret değil, bir suçtur. Bilinçli olmak, cumhuriyetin tek şartıdır; çünkü o, insanın kendi kaderine ortak olma biçimidir. Meclis, bu ortaklığın bedelidir; orada alınan her karar, milletin kendi kaderine attığı imzadır. Kader artık yazgı değil, irade olmuştur. Bu yüzden Cumhuriyet, insanın kendi yazgısını kalemle yazmaya başladığı andır.
Yasa, artık korkunun diliyle değil, aklın sesiyle konuşur. Otorite, dışsal bir kudret olmaktan çıkıp, içsel bir sorumluluk haline gelmiştir. Meclis, bir idare organı değil, bir vicdan sistemidir; orada doğruluk, çoğunluğun değil, idrakin ölçüsüdür. Cumhuriyetin özünü anlamak isteyen, o günkü taş binaya değil, o binada yankılanan sessizliğe bakmalıdır. Çünkü orada, yüzlerce yıllık suskunluğun içinde bir bilinç yükselmiştir; halk kendi adını kendi ağzından duymuştur, ve o an, Tanrı’nın gölgesi insana geri dönmüştür.
Bu dönüş, ne romantik bir kurtuluş hikayesidir ne de bir coşkunluk gösterisi; bu dönüş, düşüncenin kendi kaynağını bulmasıdır. İnsan, artık kime ait olduğunu biliyordur: ne krala, ne halifeye, ne bir soyun geleneğine. İnsan, kendine aittir. Ve kendine ait olmak, yalnızlıkla baş etmek demektir. Cumhuriyet, bu yalnızlığın bilgece kabulüdür. İnsanın artık kimseye sığınmadığı, Tanrı’yı bile sığınak değil, hakikat olarak gördüğü yeni bir dönemin kapısıdır.
Devletin özü değişmiştir: eskiden yöneten Tanrı’yı taklit ederdi; şimdi düşünen insan, Tanrı’nın yaratıcı eylemini kendi bilincinde sürdürmektedir. Meclis, bu yaratıcı düşüncenin kolektif biçimidir. Orada alınan kararlar, yalnızca bugüne değil, varlığın anlamına dairdir; çünkü her yasa, bir değer ölçüsüdür; her değer, bir varlık iddiasıdır. Cumhuriyet, varlığın yeni ölçüsüdür: insanın kendi iradesini evrensel bir düzenin parçası haline getirme çabası.
Ve bu çaba bitmez. Cumhuriyet, tamamlanmış bir eser değil, sürekli bir inşa halidir. Meclis, bu inşanın mimarlarıyla doludur; her dönem yeni bir kat çıkılır, her kriz yeni bir temel açar. Devlet, artık geçmişin ağırlığıyla değil, geleceğin sorumluluğuyla ayakta durur. Bu yüzden Cumhuriyet, bir miras değil, bir görevdir. Miras korunur; görev sürdürülür. Cumhuriyetin bekası, kanla değil, bilinçle sağlanır; çünkü kan dışı korur, bilinç içi. Dış yıkılır, iç kalır.
Bir halk, kendi iradesini duyduğu gün, artık ne krala, ne halifeye, ne de göğe ihtiyaç duyar; çünkü irade, dışsal bir ses değil, içte yankılanan bir çağrıdır ve o çağrının adı cumhuriyettir. Fakat bu iradenin ne olduğu yanlış anlaşıldı: irade bir çoğunluğun gürültüsü değil, bir bilincin sessizliğidir; halkın bağırması değil, düşünmenin derinliğidir. Meclis, bu sessizliğin biçimidir. Dışarıdan bakan için o, sıradan bir bina, içi insan dolu bir salon gibidir; ama aslında o mekân, milletin kendi üzerine kapanan bilincidir, Tanrı’nın hükümranlığından boşalan tahtın yerine oturan aklın yapısıdır. O yüzden meclis, bir mimari değil, bir zihin biçimidir; halkın gözle değil, içsel idrakle kurduğu ilk kolektif aynadır.
Egemenlik, kelime olarak bile artık bir otoritenin değil, bir kaynağın ismidir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Bu cümle, sadece bir anayasa maddesi değil, bir ontolojik bildiridir. O cümlede geçen “millet” kelimesi, bir etnik topluluğu değil, iradenin kaynağına sahip olan varlığı anlatır. Egemenlik, Tanrı’dan insana geçmiş değildir; çünkü Tanrı egemenliği terk etmemiştir. Egemenlik, Tanrı’nın insanda tezahür etmesidir. Cumhuriyet, bu tecellinin kurumsal biçimidir. Devlet artık bir dış otorite değil, insanın kendi vicdanında kurduğu iç yasadır. Meclis, o vicdanın mimarisidir.
Bu yeni düzende, yasa artık bir buyruğun ürünü değildir. Yasa, bilincin içinden doğar. Çünkü irade, dışarıdan gelen bir emirle değil, içeriden gelen bir farkındalıkla hükmeder. İnsan kendi vicdanını dinlemeyi öğrendiğinde, artık dışarıdan gelen her emir yabancılaşır. Cumhuriyet, bu yabancılaşmanın iptalidir. İnsan, ilk kez kendi kendine hükmetmenin hem sorumluluğunu hem azabını taşımaya başlar. Çünkü irade, Tanrı’nın insandaki kalıntısı değil, insanın Tanrı’daki benzerliğidir; ve o benzerlik, korkudan değil, bilinçten doğar.
Meclis, bu benzerliğin düzenidir. Orada alınan kararlar, aslında milletin kendi içindeki tartışmaların dışa yansımış biçimidir. Bir milletin vicdanı, bir beden gibi orada toplanır; düşünür, tartışır, yanılır, düzelir. Meclis hata yapabilir, ama hata, iradenin bozulması değil, bilincin işleyişidir. Kral yanılmazdı, çünkü kral düşünmezdi; meclis yanılır, çünkü düşünür. Bu fark, insanın Tanrı’dan farkıdır: Tanrı yanılmaz, çünkü birdir; insan yanılır, çünkü çoğuldur. Cumhuriyet, bu çoğulluğun kutsallaştırılmış biçimidir. Artık hatasızlık değil, uyanıklık kutsaldır.
Egemenlik bir şahsa, bir aileye, bir soya değil, bir bilince aittir. Bu bilincin bedeni halktır, mekânı meclistir, sesi yasadır. Her yasa, halkın kendi vicdanına attığı bir imzadır. Artık yasa, Tanrı adına değil, insan adına düzenlenir. Bu cümle tehlikelidir; çünkü insanın kendini Tanrı’nın yerine koyduğu sanılabilir. Ama öyle değildir. İnsan, Tanrı’nın yerine geçmemiştir; Tanrı’nın onda bıraktığı iradeyi görünür kılmıştır. Cumhuriyet, görünür kılmanın rejimidir. Meclis, Tanrı’nın sesi değil, insanın idrakidir; çünkü Tanrı konuşmaz, insan konuşur, ve her konuşma, O’nun sessizliğinin yankısıdır.
Saltanat, Tanrı’yı insan adına konuşturmuştu. Cumhuriyet, Tanrı’nın insanda sustuğu yerdir. Bu suskunluk boşluk değil, derinliktir. Artık hüküm dıştan değil, içten gelir. Meclis’in anlamı tam da buradadır: o, Tanrı’nın sustuğu yerden doğan insan sesidir. Bu ses, gürültü değildir; düşüncenin sesidir. Düşünmek, yeni çağın ibadetidir. Cumhuriyet, o ibadetin düzenidir. Artık cami kubbesinden değil, meclis çatısından yankılanır insanın sesi; dua değil, düşünce çıkar oradan; çünkü hakikat, artık göğe değil, bilince aittir.
Egemenlik, yalnız politik bir terim değildir. O, varlığın kaynağıyla insan arasındaki ilişkinin dönüşümüdür. Bir halk, “benim kaderim bana aittir” dediğinde, aslında “ben varlığımın sebebini anladım” demektedir. Cumhuriyet, bu anlayışın siyasi biçimidir. Meclis, varlığın artık kutsal otoriteler yerine insan bilincinde yeniden kurulduğu mekândır. Orada alınan her karar, Tanrı’nın insanla yaptığı sözleşmenin dünyevi yankısıdır. Fakat bu sözleşme, emir ve itaat üzerine değil, anlamak ve paylaşmak üzerine kuruludur. Artık inanan değil, düşünen insan yücelmiştir.
Egemenlik kavramı, dışarıdan bakıldığında basit görünür; oysa o, tüm varlık düzenini değiştirir. Çünkü egemenliğin el değiştirmesi, yaratılışın anlamının değişmesidir. Kral Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi; halk artık Tanrı’nın kendi bilincindeki gölgesidir. Bu yüzden Cumhuriyet bir yönetim biçimi değil, varlık biçimidir. Meclis, Tanrı’nın gölgesinin yeryüzünden içe çekilmesidir; artık o gölge insanın içinde gezinir, orada büyür, orada karar verir.
Ve insan bu gölgeyle baş başa kaldığında, özgürlükle yalnızlık aynı anlama gelir. Artık kimse, bir emirle aklanamaz; her birey kendi içindeki meclisin üyesidir. Her vicdan, bir kürsü, her bilinç, bir yasa koyucudur. Cumhuriyet, bu iç meclislerin toplamıdır. Dış meclis, iç meclislerin yansımasıdır. Eğer içte yasa yoksa, dıştaki yasa da anlamını yitirir. Meclis, bu yüzden yalnız siyaset değil, insanın iç mimarisidir.
Egemenliğin kaynağı artık “üstte” değildir; o, her bireyin kendi derinliğinde saklıdır. Devlet, bu derinliklerin birleşme biçimidir. Bu birleşme, zorla değil, farkındalıkla olur. Cumhuriyet, farkındalığın örgütlenmiş biçimidir. Meclis, farkındalığın kalıcı hâlidir. Orada konuşulan her kelime, varlığın en eski sorusunun yankısıdır: “Ben kimim?” Bu soru bir kez soruldu mu, artık hiçbir otorite kalıcı olamaz. Cumhuriyet, bu sorunun ebedî açık hâlidir.
Bir halk, kendisini tanıdığı ölçüde özgürdür. Bilinç artarsa, korku azalır. Meclis, korkunun yokluğunda büyür; o, korku rejiminin karşıtıdır. Saltanatın dili korkuydu: “Uymayan yanar.” Cumhuriyetin dili sorumluluktur: “Anlamayan yiter.” Fark budur. Korku, dış disiplin kurar; sorumluluk, iç düzen. Cumhuriyet, iç düzenin rejimidir. Meclis, o düzenin taşlaşmış hâlidir.
Ve bütün bu yapı, bir binada, bir maddede, bir hukuk sisteminde değil, insanın kendinde kuruludur. Cumhuriyet yıkılabilir, meclis dağıtılabilir, yasalar değiştirilebilir; ama insan kendi iradesini hatırladığı sürece, o rejim yeniden doğar. Çünkü Cumhuriyet, dışsal bir düzen değil, içsel bir hatırlayıştır. İnsan unutmazsa, devlet çökmüş sayılmaz. Unutulduğunda, en görkemli anayasa bile bir mezar taşından ibarettir.
Bir milletin tarihi, onun ne düşündüğünden çok, nasıl düşündüğünü gösterir; çünkü düşüncenin biçimi, dilin yapısında saklıdır, dil ise bir milletin bilinç haritasıdır, bu yüzden bir topluma ait en derin değişim, hiçbir zaman yasayla değil, dille başlar. Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçimi değil, bir düşünme biçimidir; Meclis, bu düşünmenin dilsel düzenidir. O salonda yükselen her ses, bir iradenin ifadesi değil, bir bilincin biçimidir. Artık kelime, Tanrı’dan gelen bir vahiy değil, insanın kendi derinliğinden çıkan bir yasa olmuştur; çünkü kelime, varlığın en ilkel biçimidir ve kim kelimenin anlamını değiştirirse, o, dünyanın anlamını da değiştirir.
İnsan konuştuğu dille düşünür; eğer dili emir kipinden ibaretse, düşüncesi itaatten öteye geçemez. Osmanlı dili buyruğun dilidir; çünkü o çağ, Tanrı’nın adına konuşanların çağdır. Cumhuriyetin dili ise sorunun dilidir; çünkü o çağ, Tanrı’nın insanda sustuğu çağdır. Düşünmenin doğuşu bu suskunluktan çıkar. Bir çağın yıkılışı, onun dilinin tıkanmasıyla olur; yeni bir çağ, eski dilin çözüldüğü yerde başlar. Harf devrimi bir harf değişimi değil, bir bilincin yeni alfabe bulmasıdır. Artık ses, iktidarın değil, aklın taşıyıcısıdır.
Meclis, bu yeni dilin laboratuvarıdır. Orada söz, artık kutsal bir metinden değil, insanın deneyiminden doğar. Her konuşma, bir yasadır; çünkü her kelime bir sorumluluk taşır. Söz, artık suskun bir itaatin değil, görünür bir farkındalığın göstergesidir. Bu yüzden Cumhuriyet, konuşmanın rejimidir. Kralın hükmü suskunluktan beslenirdi; Meclis’in hükmü açıklamadan. Açıklama, artık suç değildir; açıklamak, yeni bir erdemdir. Hakikat, emirle değil, açıklamayla yaşar.
Dil, insanın en görünmez hapishanesidir. Cumhuriyet, bu hapishanenin kapısını açmıştır ama dışarı çıkan, özgürlük değil, sorumluluktur. Çünkü kelime, bir kere anlam kazandı mı, sahibini bağlar. Meclis’te söylenen her söz, artık bir kaderdir; çünkü yasa, kelimenin sabitleşmiş hâlidir. Bir millet, artık Tanrı’nın değil, kendi sözünün mahkumudur. Bu yüzden Cumhuriyet, insanın kendi kelimesine ettiği yemindir. O yemin bozulursa, rejim değil, varlık sarsılır.
Ahlak, bu dilin sessiz biçimidir. Dışarıdan buyurulan ahlak, bir korku sistemidir; içten doğan ahlak ise bir bilinç sistemidir. Cumhuriyet, korkuyu terk edip bilinci merkeze almıştır. Artık günah, emir ihlali değildir; günah, düşünmemektir. Kutsalın ölçüsü değişmiştir: inanmak değil, anlamak kutsaldır. Meclis, bu kutsallığın dünyevi biçimidir. Orada tartışma, hakaret değil, ibadettir; çünkü düşünmek, hakikatin kendi iç yasasına boyun eğmektir. Artık tapınma, sessizlikle değil, sözle yapılır; ama bu söz, gürültü değil, derinliktir.
Bir halk, konuşmaya başladığı an, hem Tanrı’yı hem kralı aynı anda kaybeder; çünkü artık aracıya ihtiyaç yoktur. Bu kayıp, aynı zamanda bir doğuştur. Cumhuriyet, insanın aracıdan kurtuluşudur. Meclis, bu kurtuluşun mekânıdır. Artık yasa, dışarıdan gelmez; yasa, içten yankılanır. İçte yankılanan yasa, dinin değil, bilincin sesidir. Artık doğru, Tanrı’nın buyurduğu şey değil, insanın anladığı şeydir. Bu anlayış tehlikelidir; çünkü insanın aklı, Tanrı’nın sessizliğini taşıyacak kadar güçlü değildir. Ama yine de bu tehlike, büyümenin bedelidir. Cumhuriyet, insanın kendi büyümesinin tehlikesidir.
Zihin, artık kutsalın yansıması değil, kendisi olmuştur. Meclis, bu zihnin kolektif tezahürüdür; orada Tanrı’nın hükmü değil, insanın muhakemesi yürürlüktedir. Fakat bu muhakeme, basit bir tartışma değildir; o, varlığın iç dinamiğidir. Çünkü bir millet, konuştuğu kadar vardır; sustuğu kadar da çöker. Bu yüzden Cumhuriyet, sessizliğin düşmanıdır. Sessizlik, otoritenin biçimidir; ses, bilincin. Meclis’in sesi kesildiğinde, milletin düşünmesi durur.
Bir milletin dili ne kadar zenginse, o kadar özgürdür; çünkü her kelime, bir kavrayış imkânıdır. Dili daralan, düşüncesini kaybeder; düşüncesini kaybeden, devletini. Cumhuriyet, dilin genişlemesidir. Meclis, kelimelerin içinde kurulan yeni bir devlet gibidir; orada anlam genişledikçe, insan büyür. Bu yüzden düşünmek, bir vatan görevidir. Vatan, toprak değil, anlamın alanıdır. Toprak kaybedilebilir; ama anlam kaybolduğunda, hiçbir sınır devleti koruyamaz.
Ahlak, bu anlamın yönüdür. Cumhuriyetin ahlakı, yasadan önce gelir. Yasa, insanı düzenler; ahlak, insanı hatırlatır. Meclis, hatırlamanın mekânıdır. Orada herkes konuşur ama asıl dinleyen, vicdandır. Vicdan, artık bireysel bir ses değil, kolektif bir yankıdır. Cumhuriyet, bu yankının kurumsal biçimidir. Bir milletin vicdanı sustuğunda, meclis dolu olsa da devlet boşalır.
Ve bütün bu yapı, görünürde politik, özünde metafiziktir. Çünkü Cumhuriyet, Tanrı’nın sessizliğini yönetme biçimidir. Tanrı’nın konuşmadığı yerde insan konuşur; insanın konuştuğu yerde yasa doğar; yasa, konuşmanın hafızasıdır. Cumhuriyet, bu hafızanın adı.
Dil, zihnin bedeni, ahlak onun ruhudur. Bu beden ve ruh, mecliste birleşir. Meclis, bir beden kadar maddi, bir ruh kadar soyuttur. Orada ne Tanrı vardır ne şeytan, ne kutsal ne lanetli; yalnız insan vardır, çıplak iradesiyle, hatasıyla, arayışıyla. Cumhuriyet, bu çıplaklığın kabulüdür. İnsan artık süslenmeden, bahane üretmeden, Tanrı’ya değil, kendine hesap verir. Bu hesap, en ağır muhasebedir. Çünkü Tanrı affeder; insan kendini affetmez.
Bu yüzden Cumhuriyet, affın değil, sorumluluğun çağını başlatmıştır. O, kurtuluş değil, yükleniştir. Meclis, bu yükün taşındığı yerdir; yasa, bu taşımayı kolaylaştıran dildir. Artık kimse masum değildir; çünkü herkes bilmektedir. Bilmek, en büyük suç ve en büyük erdemdir. Cumhuriyet, bu bilginin rejimidir.
Zaman, dış dünyada akan bir ölçü değil, insanın içindeki idrakin ritmidir; saat, bu ritmin kabuğudur sadece. Bir milletin zamanı, onun düşünme biçimiyle akar. Osmanlı’nın zamanı dışsaldı; takvimle, fermanla, kaderle ölçülürdü. Halkın hayatı, yukarıdan belirlenmiş bir çizgi boyunca sürer, doğumdan ölüme kadar hep bir başkasının zamanında yaşanırdı. Cumhuriyet bu çizgiyi kırdı; zaman, dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya akmaya başladı. Meclis, bu akışın mekânıdır; orada artık “ne zaman” değil, “nasıl” yaşanacağı konuşulmaktadır.
Cumhuriyetin zamanı kronolojik değildir. Çünkü Cumhuriyet, dünle bugün arasında bir sınır değil, insanın kendi varlığında açtığı bir yarıktır. O yarıktan, artık geçmişin emirleri değil, bilincin sesi gelir. Zaman, Meclis’in içinde durur bazen, çünkü düşünmek, zamanın akışını kesmektir. Düşünmek, Tanrı’nın “ol” emrini kendi içinde tekrarlamaktır. Her yasa tasarısı, bir milletin yeniden yaratılış cümlesidir. Bu yüzden Cumhuriyet, tarihin bir devamı değil, tarihin kendi içinden yaptığı bir kopuştur. Meclis, bu kopuşun bedeni, zamanın kendi üzerine kıvrıldığı yerdir.
Bir çağın bitişi, yeni bir takvimle değil, yeni bir insanla başlar. Cumhuriyetin zamanı, bir insanın kendi içindeki Tanrı’yla yüzleştiği andır. Artık emir yok, hatırlama vardır. Her vatandaş, kendi iç meclisinin oturumuna katılmak zorundadır. Cumhuriyet, bu iç oturumun rejimidir. Bir birey, kendi içindeki meclisi kapattığında, dışarıdaki meclis de anlamını yitirir; çünkü dış düzen, iç düzenin yansımasından ibarettir. Egemenlik bu yüzden millete değil, bilince aittir. Bilinç çoğaldıkça, zaman derinleşir.
Cumhuriyetin insanı, artık yalnızdır. Bu yalnızlık bir eksiklik değil, bir olgunluktur. Eskiden insan, Tanrı’nın gölgesinde, bir padişahın korumasında, bir otoritenin sığınağında yaşardı. Şimdi o gölge yok. Artık koruma da yok, sığınak da yok. Meclis bu boşluğun taşlaşmış biçimidir: bir halkın kendi gölgesiz varlığını kabullenişidir. Bu kabulleniş zordur, çünkü insan uzun süre başının üstünde bir gökyüzü olmadan yaşayamamıştır. Oysa Cumhuriyet, o gökyüzünü içeri taşımıştır. Artık gök insanın kalbindedir.
Yalnız insan, korkuyla karşılaşmadan özgür olamaz. Cumhuriyet, insanın kendi korkusuyla tanışmasıdır. Artık “beni koru” demek yoktur; “beni bırak” vardır. Meclis, bu bırakışın toplu biçimidir. Her karar, bir terk ediştir. Kralın saltanatı, sahip olmak üzerine kuruluydu; Cumhuriyetin düzeni, bırakmak üzerine. Bırakmak, kaybetmek değildir; kaybettiğini bilerek kalmaktır. Cumhuriyet, bu bilinçli kalışın adıdır.
Zaman, artık yukarıdan gelen bir hüküm değildir; zaman, insanın kendi kararına eklenmiş sorumluluktur. Bu yüzden Cumhuriyet, takvimin değil, vicdanın düzenidir. Her gün yeniden başlar, çünkü her sabah millet yeniden düşünmeye mecburdur. Düşünmeyen halk, zamanı kaybeder; zamanı kaybeden halk, geçmişin kölesi olur. Cumhuriyet, düşünmeyi hatırlatan bir saattir. O saat, dışarıda değil, insanın içinde çalar.
Yalnız insanın yükü ağırdır. Çünkü artık kimse adına affedilemez. Günah bile bireyselleşmiştir. Eskiden günah, Tanrı’ya karşıydı; şimdi bilinçsizlik, suçtur. Ceza, dıştan değil, içten gelir. Vicdan, yeni mahkemedir. Meclis, o mahkemenin mekânıdır. Orada her yasa, bir halkın vicdanına yazılır. Bu yüzden Cumhuriyet, ne özgürlüğün ne de disiplinin adı değildir; o, sorumluluğun biçimidir.
Bir millet, kendi içindeki yalnızlığı kabul etmedikçe olgunlaşamaz. Cumhuriyet, bir topluluğun kendi yalnızlığını birlikte taşıma biçimidir. Meclis, yalnızlığın kalabalık hâlidir. Her milletvekili, tek başına bir bilinçtir; birlikte olduklarında, yalnızlıkların toplamı olur. O toplamın adı, egemenliktir. Egemenlik, kalabalığın değil, yalnızların iradesidir. Çünkü özgürlük, ancak yalnız kalabilenlerin hakkıdır.
Zaman, bu yalnızlığın içinde yavaşlar. Çünkü düşünmek, her zamanın yavaşlamasıdır. Meclis’in içinde geçen bir dakika, dışarıdaki bir yüzyıldan uzun olabilir. Cumhuriyetin zamanı, ölçüyle değil, derinlikle anlaşılır. Zaman derinleştikçe, halk büyür. Artık büyüme, fetihle değil, farkındalıkla ölçülür. Bir ulus, kendi farkındalığı kadar diridir. Cumhuriyet, bu farkındalığın örgütlenmiş hâlidir.
Fakat bu farkındalık, sonsuz bir huzur getirmez. Bilinç arttıkça acı da artar. Çünkü görmek, unutmaktan zordur. Cumhuriyet, unutmayanların rejimidir. O, bir hatırlama sistemidir. Meclis, hatırlamanın toplu ritüelidir. Orada alınan her karar, geçmişin sessiz çığlığını taşır. Her yasa, bir yanılgının kefaretidir. Bu yüzden Cumhuriyet, zafer değil, kefarettir.
Yalnız insan, artık Tanrı’yı gökte değil, içinde bulur. O Tanrı, artık buyuran değil, susan Tanrı’dır. O sessizlik, insanın yeni sınavıdır. Cumhuriyet, Tanrı’nın suskunluğuyla baş başa kalan insanın rejimidir. Artık kutsal, insanın kendi elindedir; o el, ya inşa eder ya yıkar. Meclis, o ellerin birbirine temas ettiği yerdir. Orada yapılan her şey, bir duaların yerini alır. Dua artık eylemdir; ibadet, düşünmedir; kurtuluş, anlamaktır.
Zamanın Cumhuriyet’teki işlevi, Tanrı’nın yaratılıştaki sözünün yerini almıştır. Her yasa, bir “ol” emrinin dünyevi yankısıdır. İnsan yasa yaparken, varlık yeniden kurulur. Meclis, bu yaratılışın devamıdır. Bu yüzden, Cumhuriyet bir başlangıç değil, sürekli bir yaratılıştır. Halk, her oturumda yeniden doğar, her tartışmada yeniden kurulur, her yanılgıda yeniden öğrenir. Cumhuriyetin zamanı da budur: bitmeyen bir başlangıç.
Ve bu başlangıç, insanın kendi üzerine kapanmasıyla mümkündür. Cumhuriyetin insanı, gözlerini artık göğe değil, içe çevirir. Orada bir sonsuzluk bulur; ama bu sonsuzluk cennet değildir, sorumluluktur. Meclis, bu sorumluluğun mimarisidir. Devlet, insanın kendi kendini görmeye cesaret etmesinin adıdır. Cumhuriyet, bu cesaretin biçimidir.
Zaman, Tanrı’nın hediyesi olmaktan çıkmış, insanın emaneti olmuştur. Emanet, korunmak için değil, taşınmak için verilir. Halk, bu emaneti taşımaya yemin etmiştir. O yemin, yazılı değildir; her gün yeniden hatırlanır. Meclis, bu hatırlamanın yankısıdır. Cumhuriyet, unutmamak demektir. Unutulduğu gün, devlet çürür, millet sağırlaşır.
Cumhuriyet, insanın içindeki Tanrı’nın son yankısıdır; o yankı kaybolursa, yeniden dışarıda bir Tanrı aranır, yeniden taht kurulur, yeniden korku doğar. İşte bu yüzden Cumhuriyet bir ilan değil, bir iç mücadeledir. Meclis, o mücadelenin mekânıdır; orada insan, her gün yeniden insan olmayı dener. Ve insan, ancak deneyen varlıktır. Tanrı yaratır, insan dener. Cumhuriyet, bu denemenin devamıdır.
Cumhuriyet, ilan edilmediği sürece zaten vardı; çünkü o, insanın içindeki ilk dürüstlüğün, ilk yüzleşmenin, ilk hakikati sakınmadan söyleyişin biçimidir. İnsan, yalanı icat ettiği gün, Tanrı’dan uzaklaştı; kendi içindeki sesin üstüne başka sesler koydu, onları yasayla, gelenekle, korkuyla kutsadı. Fakat bir gün geldi ki, bu seslerin hepsi birbirini boğdu ve o boğuşmanın içinden tek bir nefes kaldı geriye: Meclis’in nefesi. Çünkü Meclis, bütün yalanların sustuğu yerdir. Artık hakikat, tek bir ağızdan değil, birçok ağızdan aynı anda yankılanır. O çokluk, kaos değil, arınmadır. Çünkü bir millet, tek bir ağızdan konuştuğunda itaat eder; birçok ağızdan konuştuğunda düşünür. Düşünmek, hakikatin ilk ahlakıdır.
Ahlak, dışarıdan öğretilen bir şey değildir; ahlak, insanın kendi içindeki sınırı fark etmesidir. Bir milletin ahlakı, onun yasalarından değil, kendi iç düzeninden doğar. Cumhuriyet, bu iç düzenin kamusal biçimidir. Devlet, ahlakın dış yapısıdır. Meclis, o ahlakın nabzıdır. Orada her söz, yalnız bir fikri değil, bir yükümlülüğü temsil eder. Çünkü düşünmek, bir görevdir; susmak, ihanettir. Susmak, tiranlığın en eski müttefikidir. Cumhuriyet, suskunluğa karşı kurulmuştur.
Ahlakın temeli, korku değildir; çünkü korku insanı düzenler ama arındırmaz. Arınmak, korkudan değil, sorumluluktan gelir. Cumhuriyet, korkuyu değil, sorumluluğu yüceltti. Artık insanın değeri, neye itaat ettiğinde değil, neyi anladığında ölçülür. Bu yüzden Cumhuriyet, itaatin değil, anlamanın rejimidir. Meclis, anlamanın ritmidir. Orada hiçbir fikir mutlak değildir; çünkü mutlak olan, yalnızca hakikattir, hakikat ise hiçbir zaman tamamlanmaz. Tamamlanmış ahlak, ölmüş ahlaktır. Cumhuriyet, bitmeyen bir ahlak arayışıdır.
Bu arayışın sessiz bir tonu vardır; zira gerçek ahlak, yüksek sesle değil, dikkatle konuşur. Ahlak, yasa gibi bağırmaz; çünkü yasa dışarıyı düzeltir, ahlak içeriği. Meclis, her iki alanın temas noktasıdır: içteki doğruyla dıştaki düzenin birbirine değdiği yer. Orada insan, kendi vicdanını devletin aynasında görür; eğer görüntü bozuksa, önce aynayı değil, yüzünü düzeltmesi gerektiğini bilir. Cumhuriyet, bu farkındalığın sistemidir.
Bir halk, ahlakını kaybettiğinde, devletini kaybetmeden önce insanlığını kaybeder. Cumhuriyet, ahlakın son sığınağıdır. Çünkü onun yasası vicdandır, kutsalı ise doğruluktur. Doğruluk, zorla değil, farkındalıkla yaşar. Farkındalık, bilgi değil, dürüstlüktür. Meclis, bu dürüstlüğün bedenidir. Orada yalan, sadece bir kelime değil, bir varlık hastalığıdır. Bir yalan, bir rejimi değil, bir bilinci öldürür. Bu yüzden Cumhuriyet, doğruluğun son biçimidir.
İnsan, Tanrı’yı ararken kendine yalan söyler. Devletler de böyledir. Tanrısız kalan insan, Tanrı’nın yerini yasa ile doldurur; yasa yetmeyince, korku üretir; korku da yetmeyince, tarih yazar. Cumhuriyet, bu zinciri kırmıştır. Artık yasa Tanrı’nın değil, insanın eseridir; ama insanın yasası, Tanrı’nın sessizliğine gösterdiği saygıdır. Tanrı konuşmaz artık; çünkü insanın konuşması yeterlidir. Meclis, bu sessizliğe karşı gösterilmiş bir vefadır. O sessizlikte, bütün yasaların anlamı vardır.
Cumhuriyetin ahlakı, ikiyüzlülüğü imkânsız kılar. Çünkü orada görünmekle olmak arasındaki mesafe daralır. Bir millet, artık Tanrı’ya değil, kendine hesap verir. Bu hesap, dinî bir muhasebe değil, varoluşsal bir karşılaşmadır. İnsan, kendi yaptığını anlamadığı sürece masum değildir. Masumiyet, anlamamanın perdesidir. Cumhuriyet, o perdeyi yırtmıştır. Artık her insan, yaptığının bilincindedir; her bilinç, potansiyel bir devlettir. Meclis, bu potansiyellerin bir araya geldiği yerdir.
Devletin bekası, ordularla değil, ahlakla mümkündür. Çünkü güç, korkudan doğar ama korku geçicidir; ahlak, bilincin gücüdür ve kalıcıdır. Cumhuriyet, ahlakın iktidara geldiği ilk düzendir. Meclis, bu iktidarın cisimleşmiş hâlidir. Yasalar, bilincin taşa dönüşmüş hâli gibidir; her madde, insanın kendi kalbine kazıdığı bir yazıdır. Bu yüzden Cumhuriyet, bir yazma biçimidir: Tanrı’nın “kün” emrine karşı insanın “oluyorum” cevabıdır.
Bu cevabın değeri, sessizliğinde gizlidir. Çünkü hakikat gürültüyle değil, sükûnetle yerleşir. Meclis, bu sükûnetin mekânıdır. Orada söz, eyleme dönüşmeden önce durur; bu duruş, düşüncenin nefesidir. Cumhuriyet, bu nefesin sürekliliğidir. Nefes kesildiğinde, devlet kalır ama ruh gider. Bu yüzden Cumhuriyet, bir ruh biçimidir. Beden yıkılabilir, ama ruh devam eder. Cumhuriyetin gerçek mirası, fikirlerin sürekliliğidir.
Ve bütün bunların üstünde, Cumhuriyet bir tevazu biçimidir. Çünkü o, insanın Tanrı’yı tahtından indirmek değil, kendi içindeki Tanrı’ya boyun eğmektir. Bu, bir isyan değil, bir teslimiyettir; ama dışa değil, içe. Meclis, bu iç teslimiyetin dış biçimidir. Orada hiçbir kelime tamamlanmaz, çünkü hakikat hiçbir zaman bitmez. Cumhuriyet, bitmemiş hakikatin rejimidir.
Ahlak, sessizdir. Sessizlik, Cumhuriyetin gerçek sesi olmuştur. Ne bağıran kitleler, ne alkışlayan kalabalıklar, ne de korkudan susan halklar Cumhuriyetin taşıyıcısıdır. Onu taşıyan, sessiz ama düşünen insandır. Düşünmek, artık bir lüks değil, bir borçtur. Bu borç, ödenmediğinde devlet ölür. Meclis, bu borcun her gün yeniden hatırlandığı yerdir.
Cumhuriyet, bir sonuç değil, bir alışkanlıktır. Her sabah, her nefeste yeniden başlar. Ahlak, bir kez öğrenilmez; her gün yeniden kurulur. Devlet, her gün yeniden inşa edilir. Bu inşa, gürültüsüzdür; çünkü gerçek işler sessizlikte yapılır. Meclis, bu sessiz inşanın taşlarıyla örülmüştür. Cumhuriyet, görünmeyen bir mimaridir.
Ve en sonunda, insan, bütün bunları anlamaya başladığında, Tanrı’nın neden sustuğunu da anlar: Çünkü insanın konuşması yeterlidir artık. O konuşma, bir milletin sonsuz duasıdır. Cumhuriyet, o duanın biçimidir.