Ahmet Turan EsinDem, sıradan sözlüklerde kan yahut nefes diye geçer, lakin hakikatte bu iki dar manayı çoktan aşmış bir kelimedir, çünkü kan bedenin taşıyıcısıdır, nefes ruhun çıkışıdır, ikisi de insana hayat bağışlar, öyleyse dem hayatın bizatihi adı olmuştur. Dem denilince yalnızca akciğerden girip çıkan hava değil, zamanın bölünmez en küçük parçası da kastedilir çünkü her nefes bir ân’dır, her ân bir nefes gibi tükenir. Dem, kronolojik zamanın akışına bağlı olmayan, aksine insanı şimdiye çağıran mutlak lahzadır. Saatin kadranı onu göstermez, çünkü dem, sayılardan önce olan, ölçünün öncesinde varlığın kişiye dokunduğu andır. O yüzden dem, yaşanan değil, olunan zamandır. Dem, takvimlerde ilerleyen değil, insanın KENDİNE İNDİRİLEN ân’ıdır.
Dem ile zaman arasındaki farkı bilmek, insanın kendi varlığını anlamasında en kritik eşiğe işaret eder. Çünkü zaman, ölçülebilir, parçalanabilir, sayılabilir, ardı ardına dizilebilen bir akıştır, dem ise bölünemez, kesilemez, sayılara sığmaz bir mutlaklıktır. Zamanın kronolojisi, takvimde günlerin yan yana dizilmesidir, dem ise insanın içine indirilen, biricik, geri gelmeyen hâlin ta kendisidir.
Zamanın kronolojisinde dün, bugün, yarın vardır. Bu çizgide insan kendini bir noktada bulur ve hep öteye sürüklenir. Ama dem, ne dünün tortusunu taşır ne yarının beklentisini. Dem, yalnızca şimdidir ama öyle bir şimdi ki, içinde geçmişin bütün izleri ve geleceğin bütün ihtimalleri toplanmıştır. Dem, tek başına bir nokta değil, bütün varlığı kendi içine katmış bir yoğunluktur. Dikkat etmek gerekir; insan, zamanı kronolojik yaşadığında sürüklenir, tükenir, eskitilir. Oysa dem idrak edildiğinde, insan zamanın akışını değil, zamanın özünü yaşar. Dem, insana şöyle der; “Dur, şu anda olanı idrak et; çünkü başka bir ân sana ait değildir.” İşte bu yüzden hakikati arayan için asıl mesele zamanı tüketmek değil, demi bilmek, demi taşımaktır. Tekrar edelim; dem, saatle ölçülemez, çünkü saat dışarıya bakar, dem içeriden doğar. Saatin ibresi sizi ölüme götürür, demi idrak eden ise ölmeden önce ölüme erer. Dem, öyleyse bir kesit değil, bir çağrıdır. İnsan o çağrıyı duyar da kendi içine dönerse, dem ona bir kapı olur, duymayıp kronolojinin uğultusuna kapılırsa, dem onun için yalnızca bir nefesin tükenişi olur. Sorulacak soru şudur; siz zamanı mı yaşıyorsunuz, yoksa demi mi? Çünkü zamanı yaşamak sürüklenmektir, demi yaşamak var olmaktır. Siz hangisisiniz?
Dem ile nefes arasındaki bağ, insana verilmiş en açık sırdır, çünkü nefes, görünüşte yalnızca havanın giriş çıkışı gibi durur, fakat hakikatte demi taşıyan tek damardır. İnsan nefes aldığı her ân, dışarıdan içeriye yalnızca oksijen çekmez, aynı zamanda varlığın kaynağını içine alır. İnsan nefes verdiğinde dışarıya yalnızca karbondioksit bırakmaz, kendi varlığının yükünü, kendi iç karanlığını dışarı salar. Dem işte tam bu akışta kendini gösterir, içeriye alınanla dışarıya verilen arasında gizlenmiş mutlak andır. Dikkat ediniz; nefes, sürekliliğiyle insanı hayatta tutar, fakat asıl kıymeti kesintisiz akışında değil, her bir nefeste tekrarlanan tekil çağrısındadır. Siz nefes alırken farkında olsanız da olmasanız da, her nefes size “şimdi”yi hatırlatır. O yüzden dem, nefesle mühürlenir, nefes boşa gitmez, her nefesle insana bir hâl iner, her nefesle insandan bir hâl çıkar. Nefes sıradan bir biyolojik işlev değildir, nefesin tutuluşu, demi idrak ediştir. Nefes boşa savrulmazsa, dem boşa tükenmez, nefes aşkla mühürlenirse, dem hakikate açılır. Bu yüzden eskiler nefesi “emanet” bildi, çünkü her nefesle insana hatırlatılan şey, yaratıcısına olan bağlılığıdır. Şunu da bilmek gerekir; nefes, zamanın akışına değil, hakikatin özüne bağlıdır. Zaman, nefesin çokluğunda değil, nefesin biricikliğinde saklıdır. Yüz bin nefes alabilirsiniz, ama idrak edilmemiş tek bir nefes bile sizi hakikatten uzak kılar. Oysa idrak edilen tek bir nefes, sizi bütün ömürlerin toplamından daha derin bir hakikate ulaştırır. Burada anlaşılması gereken budur; dem, nefesin içinde taşınan özdür, nefes ise dem için açılmış kapıdır. Siz nefesi sıradan sandığınız sürece dem size kapalıdır, nefesi emanet bildiğiniz ân, dem size açılır.
Dem ile kan arasındaki bağı kavramak, insanın kendi bedenini yalnızca et ve kemik zannetmemesini sağlar, çünkü kan, görünen tarafıyla dolaşan sıvıdır, damarları doldurur, organlara taşar, bedeni canlı tutar. Ama kanın hakikati, yalnızca biyolojik işlevde değil, taşıdığı derin manadadır. Kan, nefesin bedende karşılığıdır, nefes göğe açılır, kan yere kök salar, nefes dışarıdan içeriye akar, kan içeriden dışarıya yayılır, biri ruha pencere, diğeri bedene dayanak olur. Dem, işte bu ikisinin arasında köprü gibidir, nefesle içeri giren hâl, kanla bütün bedene yayılır. Dikkat buyur: kanın akışı yalnızca biyolojik dolaşım değildir her damarda dolaşan aslında demi taşıyan sırdır. Kan boşaldığında beden ölür, dem tükenince ruh söner. Bu yüzden “kan dökmek” yalnızca fizikî bir ölüm değil, demi kesmektir, hayatın akışını durdurmaktır. Tekrar söyleyelim; nefes, demi dışarıdan içeriye taşır, kan, demi içeriden her hücreye ulaştırır. İnsan bunları fark etmezse, nefesini boşa savurur, kanını sıradan zanneder. Oysa nefesin her inişi ve kanın her dolaşımı, insanın hakikatiyle buluşması için verilmiş bir çağrıdır. Şunu da bilmek gerekir; kan, taşıdığı manadan ötürü tarih boyunca kurbanın, yeminlerin, ahitlerin sembolü olmuştur. Çünkü kanın akışı, demi ortaya çıkarır, kan aktığında hayat sarsılır, çünkü dem açığa çıkar. İşte bu yüzden kan üzerine yemin edilir, kan üzerine kurban verilir, çünkü dem, kanın içinde görünür olur. Anlaşılması gereken budur; dem, kan diye küçültülemez; ama kan, demi taşır. İnsan bedeninde dem, kanın renginde görünür, nefesin akışında duyulur. Dem olmadan kan yalnızca sıvıdır kan olmadan dem bedende tutunamaz.
Dem, nefesle taşınıp kanla bedenin her hücresine yayıldığında, üçüncü halkası olan lahza ile tamamlanır çünkü lahza, zamanın sıradan akışında bir kesit değil, varlığın kendini insana açtığı en yoğun noktadır. Nefesle alınan kudret, kanla bedene dağılır, fakat bu akış ancak lahzada idrak edilebilir, lahza fark edilmezse nefes yalnızca hava, kan yalnızca sıvı olarak kalır. Dikkat ediniz; lahza, saniyelerle ölçülen bir an değildir; lahza, sayının öncesinde olan, insanın içine indirilen mutlaklık demetidir. Nefes o lahzada içeri girer, kan o lahzada taşar, dem o lahzada açılır. Yani nefes, kan ve lahza üçü birleştiğinde dem hakikatini bulur. Eğer bunlardan biri eksikse, dem ya boşa akar ya da idrak edilmez. Altını çizelim; dem, nefesle alınır, kanla taşınır, lahzada idrak edilir. Bu yüzden demi yaşamak, yalnızca nefes almak değil, nefesin kanla bütün bedene dağılmasını hissetmek ve bunu lahzanın şimdisinde kavramaktır. İşte o zaman dem, zamanın akışı içinde bir kayboluş değil, zamanın hakikatinde bir duruştur. Şunu dahi bilmek gerekir; lahzayı idrak etmeyen insan, nefesi boşa tüketir, kanı sıradan bir dolaşım sayar, demi unutur. Oysa lahza idrak edildiğinde, nefes bir kapı olur, kan bir taşıyıcı olur, dem bir hakikat olur. İnsan işte o anda kronolojik zamanın tutsağı olmaktan kurtulur, “her dem yeni bir tecellî”nin sırrına yaklaşır. Anlaşılması gereken şudur; nefes, kan ve lahza üçlüsü, dem’in üç boyutudur; biri bedene açılır, biri ruha açılır, biri hakikate açılır. Siz bunları ayrı ayrı sandıkça hayat parçalanır; onları bir ve bütün gördüğünüz ân, dem size hakikatini gösterir.
Dem’in sarhoşlukla kurduğu bağ, mecaz değil bizzat hakikatin insan ruhuna ağır gelmesinden doğar, çünkü dem, nefesin taşıdığı kudret, kanın dolaştırdığı sır ve lahzanın açtığı pencere olarak insana indiğinde, o ağırlığı taşımak kolay değildir. Bu yüzden eski şairler, demi “şarap” diye isimlendirdi, çünkü onu içen sersemleşir, mest olur, dünyayı olduğu gibi değil, bambaşka bir perdeden görmeye başlar. Dikkat ediniz; buradaki şarap, bağdan süzülen sıvı değildir; buradaki şarap, aşkın kendisidir, cezbenin nefese vurmuş hâlidir. Dem, insana indiğinde, aklın terazisi bozulur, ölçüler kayar, sıradan bakış yerini yanık bir bakışa bırakır. İşte bu yüzden “dem ile mest olmak” denildi. Çünkü dem, ruha vurduğunda beden dayanamayıp sarhoşlukla tepki verir, bu sarhoşluk dıştan bakana dağınıklık gibi görünür ama içte o en büyük düzenin tezahürüdür. Altını çizelim; aşk sarhoşluğu, boş bir hayal değildir, dem, nefeste mühürlenip kanda dolaştığında ve lahzada idrak edildiğinde, insan kendini taşıyamaz, onu taşıyan daha büyük kudrete bırakır. İşte o anda “mest” olur. Sarhoşluk, aklın terk edilişi değil, aklın daha büyük bir akla teslim oluşudur. Şunu da bilmek gerekir; divan şairlerinin kadehten, meyden, doludan bahsettiklerinde, kastettikleri demi taşıyan nefesin insana yüklediği aşktır. Kadeh dudak değildir, kadeh nefesin kendisidir; mey bağ değildir, mey kanın dolaşımıdır; dolu içki değildir, dolu lahzanın ta kendisidir. Anlaşılması gereken şudur; dem, sarhoşluk diye hafife alınamaz; dem, aşkın bedende tecellîsidir. Siz sarhoşluğu keyif sanırsınız, oysa hakikatte sarhoşluk, demi taşıyamamanın dışa vurumudur.
Aşkın demi indiğinde, onu sahih olan taşır, beşer olan ise altında ezilir. Çünkü sahih insan, aşkın demiyle birlikte gelen yükü taşıyacak bir menşeye sahiptir; o, nefesi sıradan görmez, kanı basit bir dolaşım bilmez, lahzayı tesadüf zannetmez. O bilir ki aşk bir kere iner ve bir daha gelmez; o yüzden sahih insan aşkın demini beklemekle ömrünü harcamaz, ona nasip olanı idrak eder, yanışını kabul eder ve o yanışı ömrün bütününe yayar. Sahih insan için aşkın demi bir daha gelmeyecek olması bir eksiklik değil, bir hakikatin hükmüdür. O bilir; tekrarı olmayan bir şiddet insana verilmiştir ve insanın ömrü, onu taşımakla anlam bulur. Daha derini; sahih insan aşkı sahih insandan alır, aşk demi sahih olandan sahih olana geçer. Çünkü hakikat kendi menşeini sahih olanda açar. Sahih insan aşkın demiyle yanar, onu içinde taşır ve bu yanışı başka bir sahih insana aktarır. Böylece aşk demi bir daha gelmez, ama sahihler arasında taşınır. Beşer ise aynı hâli taşıyamaz, o, aşkın demi geçtikten sonra yeniden gelmesini bekler, bulamayınca hayata küser, boşluğa düşer, nefesini boşa tüketir. Beşer aşkı ikinci kez talep eder, sahih insan ise bir kez verilmiş olmasını yeter görür. İşte ayrım buradadır; sahih insan aşkı sahih insandan alır, beşer ise kendi beşerliğinde dolanır, kendi nefsinde tükenir. Aşkın demi geçtikten sonra sahih insanda hüzün kalır ama bu hüzün onu diri tutar. Çünkü o bilir ki tekrar yoktur; bir daha gelmeyecek olanı aramak beyhudedir. Bu bilme, sahih insanı sürekli bir özlemle diri kılar; o özlem onda yanık bir kıvılcım gibi kalır ve ömrün bütününe bir derinlik verir. Sahih insan, aşkın demiyle aldığı yanışı, bir daha sönmeyecek bir hatıra gibi taşır. O yanık, ona daima hakikati hatırlatır ve o yanık, sahihten sahih olana aktarılır; çünkü aşk demi bir daha gelmez ama sahihler arasında yaşayan bir aktarım olarak kalır. Beşer içinse aynı durum başka türlü yaşanır. Beşer aşkın demi geçtiğinde onu unutmak ister, yahut tekrarını bekleyerek ömrünü tüketir. Onun özlemi diri kılmaz, aksine çürütür, çünkü o özlem sahih olmayana ağırlık yapar, onu boşluğa sürükler. Beşer, aşkın demi bir daha gelmez hakikatini reddettiği için sürekli arayışla yorulur, bulamayışla tükenir. Anlaşılması gereken budur; aşkın demi tektir, bir daha gelmez. Sahih insan bu hakikati taşır, yanışını ömrüne yayar, özlemi diri tutar ve aşkı sahih insandan sahih insana aktarır. Beşer ise tekrar arar, bulamaz, kendi beşerliğinde tükenir. İşte dem ile aşk arasındaki en keskin ayrım burada açığa çıkar; sahih insan aşkı sahihten alır ve sahih olana taşır, beşer ise kendi beşerliğinde boşuna bekler.
Ülkenin akademik ahvali perişanlık. Zerre anlamamış bunca basitleştirmeye rağmen “Allah bize nice demler verdi” diyor, kelimenin bütün derinliğini heder ediyor. Dem çoğullaştırılamaz; çoğul hâle getirilince sıradan zaman dilimi sanılır. Oysa dem, tekrar etmeyen, bir daha inmeyen, tek bir lahzadır. Bir tek dem, insanı ya sahih kılar ya da küfre zincirler; sen o tek demin hakkını veremediysen, binlercesini saysan faydasızdır.
O ineni bir demde gördü. Gözü kaymadı. İşte bu, demin hakikatidir; bir kere gelir, bir kere açılır, bir kere gösterir ve sen ya o anda sabit durursun yahut kayar gidersin. Göz kaymadı, o tek dem sahih insana nasip oldu, gözü kayan ise kendi beşerliğine gömüldü.
İbni arabi ; iki ayrı günde okuduğun ihlas aynı manada ise sen helak oldun der.
Allah’ı sizden kurtaracağız azmettik. Karşı mahallede. Vesselam.
Bütün kardeşlerimi, bütün yoldaşlarımı dem üzere yakaladım; onların her birinde o tek lahzanın izini buldum, aldım, kattım kendime. Dem’i geçen, ona sırtını dönen, onu basitleştiren, hakkını vermeyen, haddini aşan, ayağının altına alan, sonra da kalkıp zaman diye söz eden, vakit diye ucuzlatan kim varsa çukura attım; çünkü o dem’i ıskalayan, zalimdir, fasık olandır.
Anlaman gereken: dem, bir kere verilir, bir kere açılır, bir kere gösterilir; onun üzerine bin kere ömür sürseniz faydasızdır. Dem’i geçen, yirmi yıl çevremde bulunsa da kendimden bilmedim hiç; çünkü dem’e sadık olmayan, varlığına da sadık değildir. Sahih insanı sahih kılan, dem’in hakkını vermesidir; beşer ise nice yıl yanımda olsa da, dem’i terk ettiğinde kendi çukuruna düşer.
Dikkat et: bir dem için bin ömür feda edilir, çünkü ömürler demle ölçülmez, dem ömürleri ölçer. O bir kere gelir, bir daha gelmez; siz o anda ya sahih olursunuz ya da beşer olarak kaybolursunuz. Dem’i ayak altı eden, zaman diye ucuzlatan, aslında kendini ucuzlatmıştır.
Tekraren: dem’i ıskalayan zalimdir, fasık olandır. Dem’e sadakat ise insanı diri tutar, sahih kılar, hakikate bağlar.
Siz dem’i bulun, dem’e tutunun; çünkü bütün kardeşlikler, bütün yoldaşlıklar ancak dem üzere kurulursa hakikidir.