Ahmet Turan Esinİnsanın yüzüne yerleşmiş bir tebessüm vardır; kimse onun nereden geldiğini, hangi acının içinden süzülüp geldiğini, hangi derin sessizliğin kıyısında doğduğunu sormaz. Çünkü bu tebessüm, neşenin değil, korunmanın ifadesidir. Kırılmayı önlemek için çizilmiş bir maske gibidir; içte çöken bir yapının dışta ayakta tutulma çabası. Bu yüzden, gülümseyen depresyon, dışsal bir huzurun değil, içsel bir çöküntünün kılıfıdır. İnsan, kendi acısına utanarak bakar ve onu bir gülüşe sarar; çünkü dünyanın bakışı acıya tahammül edemez.
Bu halin temeli, kendini unutarak yaşamaya zorlanan zihinde atılır. İnsan, kendisine ait olmayan bir benlik kurgusuna inanır; toplum, kültür, aile, din, ahlak, statü ve başarı gibi öğelerle örülmüş bir gövde giydirilir ona. Bu gövde, içteki yorgun bilinci taşır, fakat onu temsil etmez. İnsan bu yüzden gülümser; çünkü gerçek yüzüyle var olursa, dış dünyanın kabullerinden dışlanacağını bilir. Böylece depresyon, görünmeyen bir akışa dönüşür: insan kendi içine gömülür, ama yüzü hep aydınlık kalır.
Bu görünür aydınlık, içsel bir karanlığın sigortasıdır. İnsan, görünürlükle varlığını teminat altına almak ister; fakat bu görünürlük, varoluşun kendisine değil, başkalarının algısına dayanır. Böylece kişi, “nasılım?” sorusunu değil, “nasıl görünmeliyim?” sorusunu sorar. Bu, ruhun iç dengesinin yerini dış ölçüye bırakmasıdır. Dış ölçüye göre şekillenen benlik, sürekli taklit etmek zorundadır; özgünlük yerini sıradanlığa, derinlik yerini yüzeye bırakır. Böylece gülümseme, bir tür kimliksel refleks haline gelir, yıkılmamak için sahte bir dik duruş, kendine rağmen ayakta kalma mizanseni.
Bu sahte dik duruş, zamanla bedenselleşir. Omuzlar geriye alınır, ses tonu denetlenir, duygular törpülenir. İnsan kendi içindeki çığlığı duymaz hale gelir; çünkü her çığlık, toplumsal sessizlik içinde ayıplanır. İnsan gülümsemeyi öğrendikçe, susmayı da öğrenir. Bu sessizlik, içte büyüyen bir boşluğun yansımasıdır. İnsan, duygusunu bastırdıkça duygusuzlaşmaz, tam tersine içsel gerginliğin altında ezilir. Bu, görünmez bir kasılmadır; ruhun sürekli tetikte olması, duygusal bir kas yapısına dönüşmesidir, bu anlamda.
Ama kendine dürüst olamayan bir varlık, en sonunda kendine yabancı hale gelir. Gülümseyen depresyonun de kökeni budur; burada insan, kendi sahnesinde rol yaptığını bilmeden oynar. Oyunun metnini kendisi yazmamıştır; yaptığı onu yalnızca ezberlektir. Bu yüzden, içsel bir boşlukta doğan bu gülümseme, hem teslimiyetin hem direnişin işaretidir. Teslimiyet; çünkü insan kendi yorgunluğunu saklar. Direniş; çünkü hâlâ ayakta kalmaya çalışır. Fakat bu ikisinin birleşimi, acının kutsal bir biçimde sürdürülmesidir: “İyiyim.” der insan, oysa iyi değildir; “mutluyum.” der, oysa mutlu olmanın ne demek olduğunu unutmuştur.
Gülümseyen depresyon, bugün çağın ahlakı konumunda. Çünkü çağımız, hüznü kabahat, kırılganlığı zayıflık saymaktadır. İnsan burada duygusal bir zırh kuşanır; bu zırhın adı pozitifliktir. Ama pozitiflik, içsel gerçekliği örten en parlak yalandır. İnsan her sabah aynaya bakar, yüz kaslarını kontrol eder; ne kadar sağlam, ne kadar neşeli göründüğünü hesaplar. Fakat aynaya yansıyan, bir bedenin değil, bir role bürünmüş bilincin görüntüsüdür. Aynadaki yüz, sahibinin değil, dünyanın beklentisinin ürünüdür. Ve fakat bu noktada dikkat etmek gerekir: depresyonun bu biçimi, klasik anlamda karanlık bir çökme de değildir; bilakis, parlayan bir maskedir. Karanlığını ışıkla gizler. Çünkü modern bilinç, karanlıkla yaşamayı öğrenememiştir. Karanlığı kötülük, ışığı iyilik sanır. Bu yüzden insan, kendi karanlığından utanır; onu bastırır, üzerine gülüşler serper. Fakat bastırılan hiçbir şey ölmez; yalnızca biçim değiştirir. Böylece gülümseme, bastırılmış bir ağrının estetik formuna dönüşmüştür.
Bu halin en tehlikeli yönü, ruhun kendi yalanına inanmasıdır. İnsan, gerçekten mutlu olduğuna ikna olur. Çünkü zihin, gerçeği değil, tekrarı sever. Yeterince uzun süre “iyiyim” diyen biri, sonunda kendini bu yalana da inandırır. Fakat bu inanç, bedenden geçmez; beden her zaman gerçeği bilir. Uyku bozulur, nefes düzensizleşir, iç organlar gerginleşir, kaslar sertleşir. Varlık, kendine karşı savaşa girer. İnsan yüzünde gülümseme taşırken, içinde bir mezar kazıyordur.Bu mezar, sessizdir ama derindir. İçinde biriken her duygusuzluk, bir süre sonra anlam kaybına dönüşür. İnsan hiçbir şeyden etkilenmemeye başlar; sevinç anlamsız, kayıp sıradan hale gelir. Duygusal nötrlük, sahte huzurla karıştırılır. Oysa bu nötrlük, yaşamın merkezinden uzaklaşmanın göstergesidir. Gülümseyen depresyon, tam da bu mesafede yaşar: ne ölüdür ne diri; ne mutlu ne mutsuz; ne ağlar ne güler, ama hep “iyi görünür”.
Dikkat ederseniz iyi görünmek, varoluşun yeni ölçüsüdür. “İyi misin?” sorusu artık bir temenni değil, bir zorunluluk haline gelmiştir. Çünkü herkes, diğerinin acısını duymaktan korkuyor. Bu yüzden toplum, sürekli iyilik performansı talep ediyor. İnsanlar birbirine “iyiyim” diyerek, acıyı sistematik biçimde unutturuyor. Bu unutma, bireysel değil, kolektif bir savunmadır. Çünkü toplum, depresyonu değil, neşeyi sevmektedir. Bu yüzden, depresyonun gülümseyen biçimi, toplumsal uyumun görünmez şartıdır.
Bu noktada anlaşılması gereken şudur: gülümseyen depresyon, bir hastalık değil, bir bugün bir uygarlık belirtisidir. İnsan ruhu, modernitenin baskısı altında yeniden biçimlenmiştir. Artık acı duyan değil, acıyı gizleyen değerlidir. Bu gizleme, yalnızca bir ruhsal refleks değil, bir varlık stratejisidir. Çünkü modern insan, her duygusunu metalaştırır; acı bile satılamayacaksa saklanmalıdır. Bu yüzden gülümseyen depresyon, kapitalist psikolojinin en kibar ürünüdür. İnsan, kendi kırılganlığını markalaştırır; kendini bile kandırırken estetik davranır. Fakat bu estetik suret, kurtuluş değildir. Zira gülümsemenin ardındaki kırılma, bir gün bedenin içinden ses verir. Çünkü hiçbir maske sonsuza dek dayanmaz. Yüz, gerçeği hatırlamak ister. Bir an gelir, kaslar yorulur, ifade düşer, gözdeki ışık sönükleşir. İşte o an, insan ilk kez kendiyle karşılaşır. Gerçek yüz, sahte yüzün altından çıkar; ve bu an, depresyonun değil, doğuşun anıdır. Ama çoğu insan o ana varamaz. Çünkü sistem, o yüzleşmeyi engellemek için binlerce uyarı üretir: “Devam et, gülümse, güçlü ol.” der. “Zayıf görünme, acını gösterme.” der. Oysa güç, gizlemek değil, dayanabilmektir. İnsan dayanmayı öğrenmeden yaşar; bu yüzden gülümser. Dayanamadığı her duyguyu bir tebessümle paketler, kalbine koyar. Biriken her tebessüm, biraz daha yorar onu; sonunda, ruh bir vitrinin içine hapsolur. Ve insan, kendi vitrininin seyircisi halindedir.
İnsan yüzüne kazınmış tebessümün ardında bir dil vardır; bu dil konuşmaz ama sürekli düşünür. İçte dönen bu düşünce, bir kalabalığın uğultusuna benzer. Bu kalabalık, susan benliğin yerini doldurur; insan sessiz kaldığını sanır ama aslında içinden konuşur. Gülümseyen depresyonun ilk belirtisi budur: sessizliğin aslında bir gürültüye dönüşmesi. Ve bu gürültü, kendini bastıran her duygunun karşılıksız çığlığıdır; fakat insan buna “düşünme” adını vermektedir. Bu yüzden düşünmek, bazen kendinden saklanmanın en rafine yoludur.
İnsanın acısını bastırması, onu dönüştürmez; yalnızca biçimini değiştirir. Çünkü acı, bastırıldığında kaybolmaz; yer değiştirir. Kalpten kaslara, kaslardan mideye, midenden gözlerin altına sızar. Yorgunluk, işte bu iç yer değiştirmelerin dıştaki izidir. İnsan bedeninde, ruhtan kaçan her duygunun izi vardır. Fakat modern insan, bu izleri estetikle gizlemeyi öğrenmiştir. Yorgunluğunu fondötenle, bitkinliğini parfümle, kırılganlığını konuşma biçimiyle örter. Her maskenin ardında bir yorgun benlik vardır, ama o benlik bir türlü görünmek istemez; çünkü görünür olmak, tekrar incinmek anlamına gelir. Bu bakımdan gülümseyen depresyonun en sinsi yönü, insanı “iyiymiş” gibi hissettirmesidir. Çünkü insan, artık gerçek iyiliği değil, biçimsel iyiliği ölçer. Ruhun değil, davranışın sağlığıyla ilgilenir. Bu nedenle, kişi acı çekse bile gülümser; çünkü acısını itiraf etmek, sistemi bozmak olur. Zşra sistem, duygusal uyum ister, içsel doğruluk değil.
İnsan içten çürürken bile, toplumsal biçimi korumak zorunda bırakılmış durumda. Bu yüzden, modern insanın en derin yorgunluğu bir çelşit sahte uyumdur. Bu uyum ise ruhun ölümüdür; çünkü sahte uyum demek, içsel farklılıkların susturulması demektir.
Unutulmamalıdır ki kendini sürekli “iyiymiş” gibi göstermek, bir tür bilinç sapması yaratır. Kişi kendi duygularına güvenmez hale gelir. Sevinç duyduğunda şüphe eder, çünkü neyin sahici olduğunu bilemez. Üzüldüğünde korkar, çünkü üzülmenin zayıflık olarak görüldüğü bir dünyada büyümüştür.
Gülümseyen depresyon bu korkudan beslenir. Bunda insan acısını bastırmakla kalmaz, bastırdığını bile fark etmez. Farkındalığın yerini otomatik tepkiler alır. Yorgunluk otomatik, nezaket otomatik, tebessüm otomatik olur. İnsan otomatik bir canlıya dönüşür; hissetmeden yaşar, yaşamadan hisseder.
Bu durumda her duygu bir gösteriye dönüşür. Sevgi bile rol yapmaya başlar. İnsan birini severken, sevgisini doğal biçimde değil, onay almak için gösterir. Çünkü onay, yeni tanrıdır. Onay almayan hiçbir duygu yaşamaz. Gülümseyen depresyon, tam da bu tanrının mabedinde yaşar: orada insan, duygularını kurban eder. Her gün biraz daha, kendinden biraz daha verir. Bu kurban edişin farkında bile değildir; çünkü onu alkışlayanlar vardır. Alkış ise, acının uyuşturucusudur.
Dikkat etmek gerekir: bu hal yalnızca bir bireysel zayıflık değildir. Bu, daha çok ruhun kültürel deformasyonudur. İnsan artık ne hissettiğini değil, ne hissetmesi gerektiğini öğrenir. Öğrenilmiş duygular, ruhu taşlaştırır. İnsan kendi duygusuna bile şüpheyle yaklaşır: “Gerçekten üzülüyor muyum, yoksa üzülmem mi gerekiyor?” diye sorar. Bu tarz bir sorgu ise elbetteki önünde sonunda benliği çözer. Çünkü duygu ile benlik arasında kurulan köprü sahte alışkanlıklarla yıkılmıştır.
Diğer yandan gülümseyen depresyonun kökünde, “kendine yalan söylemek” vardır. Fakat bu yalan, klasik anlamda bir ahlaki çöküntü değil, bir hayatta kalma refleksidir. İnsan burada kendi iç karanlığına bakamamak için gülümser. Çünkü içe bakmak, yıkılma riskini getirir. Yıkılmaktan korkan bu ruh, kendini korumak için rol yapar. Oysa hakiki güç, yıkılmayı göze almaktır. Yıkılmamak, aslında hakikatten uzaklaşmaktır. Fakat bu çağ, güçle sahteyi karıştırdığından, güçlü görünmek, artık sağlam olmak değil, iyi oynamaktır.
Ruhun sahnesinde oynanan bu tiyatroda, insan hem oyuncu hem izleyicidir. Her gün kendini yeniden seyreder. Gülümserken bile, “nasıl görünüyorum?” diye düşünür. Ama bu düşünce, bilinçte bir kırılma yaratır. Kişi kendi kendine yabancılaşır. Çünkü artık kendini içeriden değil, dışarıdan izler. Ve bu yabancılaşma, en keskin depresyon biçimidir; çünkü kişi kendine bile bir yabancıdır. Gülümsemesi kendi değildir, bakışı kendi değildir, konuşması bile başkalarının yankısıdır. Bu yabancılaşmada o, yalnızlığı büyütür. Gülümseyen depresyondaki bu insan, çevresiyle konuşur ama iletişim kurmamaktadır. Her cümlesi, anlam yerine daha çok ses taşır. Konuşmak bir boşluk doldurma eylemine dönüşür. Çünkü sessizlik, içteki acıyı yüzeye çıkaracaktır. O yüzden sürekli konuşur, sürekli paylaşır, sürekli üretir. Modern insanın üretkenliği bile bu yüzden aslında bir kaçıştır; üretmek artık kendini duymamaktır. Oysa duymamak, iyileşmek değil, birikmektir. Ve biriken her şey sonunda taşar; ve bu taşma anı, maskenin de kırılma anıdır.
Fakat çoğu zaman bu taşma, patlama biçiminde değil, sönme biçiminde olur. İnsan bir sabah uyanır ve hiçbir şey hissetmez. Gülümsemek artık bir görevdir, sevinç bir görev, şefkat bir görev. Malumdur ki her şey görevleştiğinde ruh ölmüştür. Çünkü ruh, özgürlük ister. Gülümseyen depresyonda özgür olmayan bir ruha düşülür; çünkü insan orada kendi duygusuna bile izin vermez. Bu izin vermemek, bastırmak değildir yalnızca; bastırılanın varlığını da inkâr etmektir.
Bilinmelidir ki bu inkâr, en büyük yorgunluğu da yaratacaktır. Çünkü insanın en derin arzusu hakikati bilmektir, ve ama hakikati bilmek de elbetteki acıtacaktır. Eğer bu acıdan kaçılırsa, muhakkak ki acıdan kaçan, hakikatten de kaçacaktır.
Bu suretle de insan, hem sahte huzura sığınacak, hem de içten içe tükenecektir. İşte bu tükenişin adı, gülümseyen depresyondur. Görünüşte hayat doludur, ama içinde yaşam yoktur; varlığın kendi üzerine kapanmasıdır; bir tür içsel suskunluk, ama sessiz değil, boğucudur.
Anlaşılması gereken budur: bu hal, bir bozukluk değil, bir uygarlık biçimidir. Çünkü çağ, insanın içsel hakikatini değil, performansını yüceltmektedir. Herkes bir performans sergiler. Kimse yalnızca “vardır” demez; herkes “nasıl varım?” sorusuyla yaşar. Bu sorunun kendisi, ruhu yorar.
Bu yüzden, gülümseyen depresyon bir birey hastalığı değil, bir çağın portresi olarak anlaşılmalıdır. Gülümseme artık bir ileti değil, bir kalkan; mutluluk bir his değil, bir görevdir. Ve insan, kendi yüzünü bir billboard gibi taşımaktadır: “İyiyim, mutlu, başarılı, dengedeyim.” diye diye yaşayarak. Oysa içteki dünya darmadağınıktır. Bu darmadağınıklığın üzerine kurulmuş her dengede sonunda kırılmaya mahkûmdur. Çünkü sahte denge, gerçekte bir dengesizliktir.
Gülümseyen depresyon, bir de “acı çekiyorum” diyememenin cezasıdır. İnsan konuşamadığı duygunun esiri olur. Duygu ifade edilmediğinde ölmez amai içe çekilir ve bir başka biçimde doğmaya geçer. Gülümseyen depresyon, bu doğrultuda bastırılmış tüm duyguların maskeli bir geçidi olur.
Çünkü insanın içinde iki göz vardır: biri bakar, diğeri gözetler. Biri yaşar, diğeri denetler. Gülümseyen depresyon, bu iki gözün birbirine düşman olduğu andan doğmaktadır. Çünkü insan artık kendini yalnızca yaşarken değil, yaşadığını izlerken de yargılar. Bu içsel gözetim, görünür hâlin en derin kaynağıdır. Burada her davranış, bir seyircinin bakışına göre biçimlenir; ama o seyirci çoğu zaman dışarıda değil, içeridedir. İnsan kendi içinde bir bekçi yetiştirir. O bekçi, her duyguyu ölçer, her yüz ifadesini onaylar ya da reddeder. Gülümsemek, bu içsel sansürün en zarif biçimi olur; çünkü her yasak, zarafete sığınmak ister.
Bu iki gözden biri, yaşamak ister; diğeri, kabul görmek. Yaşamak isteyen göz ağlar, korkar, susar, ister; diğeriyse bu istekleri biçimlendirir, toplumsal kalıba sokar. Bu iki göz arasındaki çatışma, benliğin bölünmesidir. İnsan bir yanda içsel hakikatini korumak isterken, öte yanda kabul edilmek ister. Kabul görmek, modern çağın en sessiz afyonudur. Çünkü reddedilmek artık yok edilmek gibidir. İnsan onayla yaşar, onayla ölür. Ve her onay, biraz daha sahte bir benliğe dönüşür.
Benliğin bu parçalanması, yorgunluğu artırır. Çünkü insan her an iki rolü aynı anda oynamak zorundadır: hissedenle kontrol eden. Bir yanda acı vardır, diğer yanda o acıyı bastıran nezaket. İnsan, kendi içindeki çelişkiye alışır; bir süre sonra çelişkiyi hissetmemeye başlar. İşte bu an, tehlikenin başladığı andır. Çünkü çelişki hissedilmediğinde, sahte denge gerçekmiş gibi görünür. Ruh bu sahte dengeye uzun süre dayanamaz. Zihin “iyiyim” derken, beden “dayanamıyorum” diye fısıldar.
Zira beden, ruhun en dürüst aynasıdır. O hiçbir maskeyi tam taşıyamaz. Uykusuzluk, nefes darlığı, kalp çarpıntısı, kas ağrısı, sindirim bozuklukları, nedensiz ağrılar… Hepsi aynı sessiz isyandır. Gülümseyen depresyonun bedendeki yankısıdır bunlar. Burada insan kendine, “hiçbir şeyim yok” der; ama beden, o yalanı kabul etmez. Çünkü bedenin dili, bilinçten eskidir. O dil, inkârı bilmez; yalnızca taşıyabildiğini taşır. Bu yüzden bazı yüzler, en parlak gülüşlerinde bile yorgun görünür.
Bu yorgunluğun nedeni acı değil, yapay huzurdur. Acı, yaşanırsa geçer; bastırılırsa kalır. Bastırılmış her acı, bir gün enerjiye dönüşür ama yanlış yönde akar. İnsan biriktirdiği acıyı öfke, kıskançlık, rekabet ya da mükemmeliyetçilik olarak dışa vurur. Gülümseyen depresyon bu yüzden zararsız değildir; çünkü bastırılmış her duygu, başka bir yerden sızar. O sızı, ilişkilerde, dostlukta, aşkta, hatta ibadette bile kendini belli eder. İnsan neye dokunsa, içinde taşıdığı o bastırılmış kırılganlıkla dokunur.
Bu bastırmanın kökü, yanlış güç tanımıdır. Güçlü olmak, kırılmamak değil; kırıldığında ayağa kalkabilmektir. Oysa çağ, “kırılmamak” üzerine inşa edilmiştir. İnsanlara kırılmamayı öğreten sistem, onları insan olmaktan uzaklaştırmıştır. Gülümseyen depresyon, kırılmayan insanların mezarıdır. Çünkü insanın içsel esnekliği, duygusal çözülmeyle mümkündür. Çözülmeyen hiçbir şey nefes almaz. Gülümseyen depresyon, bu nefessizliğin sessiz biçimidir.
Kendini her sabah yeniden motive eden insan, aslında tükenmiştir. Motivasyon, içsel bir uyanış değil, bastırılmış yorgunluğun pazarlanmış biçimidir. İnsan her sabah aynaya bakar, kendine emir verir: “Bugün iyi olacaksın.” Oysa bu emir, bir dua değildir. Bu, ruhun itaatle terbiye edilmesidir. İnsan ruhunu emirlerle değil, farkındalıkla yönlendirebilir. Fakat modern çağda farkındalık, performansın gölgesinde kalmıştır. İnsan duygularını gözlemler ama onlara izin vermez. Gözlemlenen ama yaşanmayan her duygu, sonunda kurur.
Kuruyan duygular, insanın içsel estetiğini bozar. Çünkü ruhun güzelliği, duyguların akışından gelir. Gülümseyen depresyon, bu akışın donduğu andır. İnsan içinden taşamayan bir ırmağa dönüşür. Dıştan hâlâ pırıl pırıldır, ama içinde su yoktur. Bu iç kuruluk, yalnızca duygusal değil, metafizik bir kuraklıktır. Çünkü insan, anlamın da suyu kesilince susar. Artık ne sevinç anlam taşır, ne kayıp; her şey aynı düz çizgide seyreder. Bu düzleşme, depresyonun en rafine hâlidir.
Ruhun düzleşmesi, vicdanın da körelmesidir. Çünkü duygusuzlaşan insan, acıyı anlamaz. Başkasının acısına gülümseyerek bakar; çünkü kendi acısını da o gülüşle bastırmıştır. Toplumsal duyarsızlık buradan doğar. Gülümseyen depresyon, bireysel bir hastalık olmaktan çıkar, kolektif bir bilinç biçimine dönüşür. Herkes aynı ifadeyle dolaşır: “Her şey yolunda.” Bu cümle, çağın en büyük yalanıdır. Hiçbir şey yolunda değildir; ama herkes aynı yalanı tekrarlar, çünkü susmak tehlikelidir.
Bir gün gelir, insan bu yalanın altında ezilir. Çünkü yalan yalnızca sözü değil, anlamı da bozar. Yalanla sürdürülen her huzur, ruhun alt katmanlarında bir çürüme yaratır. Bu çürüme, zamanla bilinçte bir kopuşa neden olur. İnsan artık “kimim?” diye soramaz. Çünkü sorarsa cevap bulamayacağını bilir. Gülümseyen depresyonun en karanlık evresi budur: kimlik kaybı. İnsan hâlâ işe gider, dostlarını arar, gülümser, ama tüm bunları kim yaptığına dair bir his kalmaz. Benlik, kendi sahnesinden çekilmiştir; yalnızca alışkanlıklar kalmıştır.
Ve bu alışkanlıklar, yaşamı sürdürür ama yaşatmaz. İnsan yaşar gibi yapar; ölmeden önce ölür. Bu ölü hal, kimsenin fark etmediği bir tükeniştir. Çünkü gülümseyen depresyonun en büyük başarısı görünmezliğidir. Ne doktorlar fark eder, ne dostlar. Çünkü yüzünde hep bir ışık vardır, gözlerinde hep bir nezaket. Oysa nezaket, bazen içsel çürümeyi gizleyen en zarif kefendir. İnsan bu zarafetin içinde yavaş yavaş yok olur.
Anlaşılması gereken budur: gülümseyen depresyon, sadece acı çekmek değildir; acının yerini biçimle doldurmaktır. İnsan duygularını biçimle değiştirir, hakikati görüntüyle. Bu değişimin sonunda, ruhun özü boşalır ama kabuk kalır. Gülümseme, işte bu kabuğun parlak yüzeyidir. Kimse kabuğun altına bakmaz, çünkü kabuk güzel görünür.
İnsanın yaşamı çoğu zaman kendi sesinden değil, başkalarının beklentilerinden de ses verir. Fakat burada ses değil, zorunlu bir tekrar vardır; bu anlamda insan, bir kez gülümsemeyi öğrendiğinde, o gülümsemeyi sürdürmek zorundadır. Çünkü o ifade artık yalnızca bir mimik değil, bir kimliktir. Birinin “sen çok pozitifsin” dediği anda, insan o cümlenin esiri olmuştur. Herkese iyi görünmek, sevilmek, kabul edilmek artık bir iç ihtiyaç değil, bir varlık şartı hâline gelmiştir.
Ama bilinmez ki bu şart, insanı kendine de yabancılaştırır. Çünkü başkası için yaşamak, kendinden ayrılmaktır. İnsan bu çizgide kendini yavaş yavaş terk eder. Önce küçük tavizlerle: bir duygusunu saklayarak, bir korkusunu bastırarak, sonunda bir düşüncesini dahi söylemez. Zamanla bu tavizler kimliğin temelini oluşturur ve kişi artık kendine ait olmayan bir hayatın içinde yaşar. Gülümsemesi, başkalarının rahat etmesi içindir; neşe maskesi, başkalarının huzuru içindir. Bu da aslında ruhun kendi merkezinden bir kopuşudur.
Kendi merkezinden uzaklaşan insan, bir süre sonra içindeki hakikati duyamayacaktır. Çünkü hakikat sessizlikte konuşur, oysa bu çağda sessizlik yoktur.
Burada herkes birbirine anlatır, paylaşır, gösterir; ama aslında kimse kendine dönmeden yapar bunu. Gülümseyen depresyon, bu kalabalık anlatının tam ortasında doğmaktadır. İnsanın sürekli konuşmasıyla, ama söylediği hiçbir şey kendiyle ilgili olmadığı.. Her kelime, bir başkası içindir, her eylem… Böylece dil de ruhun değil, toplumun organı hâline gelir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken şey, insanın kendini sevme biçiminin bile başkası üzerinden kurulmuş olması hususudr. İnsan yanılıp kendini sevmez de; kalkar başkalarının kendisini sevmesini sever. Bu fark, gülümseyen depresyonun en derin çatlağıdır. Çünkü dıştan gelen sevgiye bağımlı bir benlik, içte sürekli aç olacaktır. Doymyacaktır. Onay almadığı her an çökecek, ama bunu belli etmeyecektir. Çöküşünü gülümsemeyle kapatıp, sesini gizleyecektir. O gülümseme, “ben hâlâ buradayım” demenin değil, “beni terk etme” demenin bir sessiz biçimi olacaktır.
Bu yüzden, gülümseyen depresyonun temelinde yalnızlık değil, sahte aidiyet vardır, bilinmesi gereken asıl konu budur. İnsan kalabalığın ortasında kaybolur; gülümser, çünkü kaybolduğunu itiraf edemez. Kaybolduğunu itiraf etmek, konumunu yitirmektir.
Mesele ise, asli aiidiyettedir, ona rabtolmakta.
Ne yazık ki buna karşın modern sistem aidiyetten ziyade konumla yaşar. İnsan bu sistemde bir konumun içindeyse değerlidir; kimse “nerede değilsin?” diye sormaz. Herkes “neredesin?” diye sorar. Ve bu soru, ruhu yönlendirir, sürükler. İnsan, kendini gösterebileceği bir yer bulmak için sürekli hareket etmeye geçeri ama hiçbir yere de ait değildir.
Çok zaman fark edilmese de bu hareket, varoluşun ritmini bozar. Ruhun derinliği durgunluk ister; çağ ise hareketi kutsar. İnsan durduğunda suçluluk duyar. Dinlenmek bile tembellik sayılır. Oysa ruh, bazen yalnızca sessiz kalmak ister. Fakat sessizlik, sistem için tehlikelidir; çünkü sessizlikte insan düşünür, fark eder, görür, aidiyetine rabtolmayı hatırlar..
Gülümseyen depresyon ise buna karşın düşünmemek için sürekli hareket hâlinde olmak ile savunma yaratır. İnsanın elini, gözünü, zihnini meşgul tutan her şey bu içsel sessizlikten kaçma refleksi olacak denli.
Kaçışın en rafine biçimi, başkalarının acısını iyileştirme çabasıdır. Gülümseyen depresyondaki insan, çoğu zaman yardımsever, anlayışlı, destekleyicidir. Çünkü kendi acısıyla ilgilenmemek için başkalarının acısına yönelir. Başkasını kurtararak kendini unutur. Bu, içsel bir manevra değil, bilinçdışı bir savunmadır. İnsan başkalarına şefkat gösterirken kendine acımasız davranır. Bu çelişki, ruhu sessizce tüketir. Bir gün gelir, kendi iç sesi bile yabancılaşır. Artık içten gelen her dürtüye şüpheyle yaklaşır: “Bu ben miyim, yoksa başkasının yansıması mı?”
Gülümseyen depresyon, bu şüphenin kronikleştiği noktadır. İnsan kendi hislerine güvenmediğinde, sahte duygular üretir. Neşeyi taklit eder, merakı oynar, coşkuyu icat eder. Bu sahte duygular zamanla gerçek duyguları bastırır. İnsan artık yalnızca oynadığı şeyleri hisseder. Bu, duygusal simülasyondur: duygular yaşanmaz, yönetilir. Yönetilen her duygu, bir gün yöneticiye karşı döner. Çünkü bastırılan duygu, bilinçten çıkıp bedene, rüyalara, jestlere sızar.
Rüyalar bu yüzden karanlıklaşır. Gülümseyen depresyondaki insan, uykuda kendini tanıyamadığı sahneler görür. Rüya, gündüz bastırılan gerçeğin gecedeki isyanıdır. O rüyalarda insan güler, ağlar, koşar, kaçar; ama sabah uyandığında hiçbirini hatırlamaz. Çünkü zihin, gündüz kimliğini korumak için geceyi de sansürler. Böylece insan, uykusunda bile kendinden saklanır. Bu, varoluşun en ağır yorgunluğudur.
Zihin, artık gerçeği taşıyamaz hale gelir. Her duygunun sahte bir adı, her korkunun şık bir gerekçesi vardır. “Yorgunum” yerine “yoğunum”, “kırıldım” yerine “meşgulüm”, “yalnızım” yerine “rahatım” denir. Dildeki bu dönüşüm, ruhun çürümesini gizler. Dil, duyguların sığınağı değil, hapishanesidir artık. İnsan her kelimeyle biraz daha uzaklaşır kendinden. Gülümseyen depresyon, dilin insana ihanet ettiği andır.
İnsan kendi cümlesini kaybedince, başkalarının cümlelerini tekrarlar. Bu tekrar, bir düşünce değil, bir ezberdir. Ezberle yaşayan zihin, özgürlüğünü yitirir. Özgürlük, yalnızca doğruları söylemek değil, yalanı fark edebilmektir. Oysa gülümseyen depresyon, fark etmemenin huzurudur. İnsan fark etmez, çünkü fark ederse kırılır. Kırılmamak için gülümser. Gülümsemek, farkındalığın bedelinden kaçmaktır.
Ama hiçbir kaçış sonsuz değildir. Bir an gelir, gülümseme düşer. Yüz kasları artık taşımak istemez bu rolü. O an, sessizdir ama keskindir. İnsan aynaya bakar ve kim olduğunu tanıyamaz. İşte o an, bütün maskelerin anlamı kalmaz. Çünkü maskeler yalnızca başkaları içindi; insan kendi bakışından saklanamaz. Kendi gözünü gören, artık yalan söyleyemez. Gülümseyen depresyonun çözülmesi, bu aynaya bakma anıdır.
Fakat o anı herkes yaşamaz. Çünkü kendi yüzüne bakmak cesaret ister. İnsanlar, başkalarının gözlerine bakmayı daha kolay bulur. Başkalarının gözleri yargılar ama affeder; kendi gözü ise susturur. Kendi gözünü görebilen insan, bir daha aynı şekilde gülümseyemez. Çünkü artık bilir: her gülüşün ardında bir ağlayış, her sakinliğin ardında bir fırtına vardır.
Anlaşılması gereken budur: gülümseyen depresyon, yalnızca ruhsal bir durum değil, insanın kendine karşı açtığı savaştır. Bu savaşta ne kazanan vardır ne kaybeden; yalnızca yorgun bir yüz kalır geriye. O yüz, modernliğin sembolüdür. Gülümseyen, ama yorgun; parlak, ama içi boş; sessiz, ama çaresiz.
Ruhun en sessiz çürümesi, bedende başlar. Çünkü beden, ruhtan çok daha sadıktır; ne saklanırsa saklansın, bir gün yüzeye taşır. Gülümseyen depresyon, bu sadakatin trajedisidir: beden, sahibinin yalanlarını taşır, ama ona ihanet etmez. Yalnızca daha derin bir dilde konuşur. O dil, sancı, gerginlik, nefes darlığı, titreme, yorgunluk ve uykusuzluk biçiminde duyulur. İnsan, kendine “iyiyim” derken bile vücudu o yalanı yutmaz; çünkü beden yalan bilmez.
Gülümsemenin bedende karşılığı kasılmadır. Her tebessüm, küçük bir direniştir; yüz kasları, acıya karşı bir set oluşturur. Ama o kaslar, bir gün yorulur. İnsan sürekli gülümsemeye alıştığında, yüz bir maskeye dönüşür. Bu maskenin ardında kan dolaşımı bile değişir. Kaslar gerilir, omuzlar öne düşer, nefes yüzeyleşir. Yüzeysel nefes, yüzeysel yaşam demektir. İnsan artık derin bir nefes alamaz, çünkü derin nefes almak içe inmektir; içe inmekse tehlikelidir.
İçe inemeyen nefes, dışa taşar. Bu yüzden modern insanın soluğu kısa, sesi acelecidir. Her şey hızlıdır; cümleler bile nefesin süresine göre ölçülür. Gülümseyen depresyon, bu hızın bedelidir. İnsan nefesini kontrol etmeye çalıştıkça, nefes onu kontrol eder. Ruhun ritmiyle bedenin ritmi birbirinden kopar. Beden bir şey söyler, zihin başka bir şey söyler. Zihin “mutluyum” der, beden “dayanamıyorum” diye fısıldar. Bu iki dilin çatışması, yorgunluğun kaynağıdır.
Yorgunluk, bir eylemsizlik değil, içsel sürtünmedir. İnsan hem bastırır hem bastırdığını korur; hem unutmak ister hem unutamadığını gizler. Bu iç sürtünme, görünmez bir yangına dönüşür. Bedenin içinde biriken ısı, öfke olarak dışa sızar; öfke, acının kılık değiştirmiş hâlidir. İnsan “sinirlendim” der ama aslında “üzüldüm” demek ister. Bu yanlış adlandırma, modern ruhun hastalığıdır. Kelimeler gerçeği taşımayı bırakmış, yerine süs olmuşlardır.
Bedenin içindeki acı, bir süre sonra anlamını kaybeder. Çünkü insan onu açıklayacak kelime bulamaz. Her açıklama girişimi, biraz daha yüzeysel bir şemaya sığar: “strese girdim”, “moralim bozuk”, “enerjim düştü.” Oysa bunların hiçbiri gerçeği söylemez; çünkü gerçeğin adı acıdır. Ve bu acı, bastırıldığı sürece biçim değiştirir: bazen baş ağrısına, bazen mide kramplarına, bazen sebepsiz bir donukluğa dönüşür. Gülümseyen depresyon, bedende yankısız bir fısıltıdır.
Beden, sessizce anı toplar. Her bastırılan duygu, bir kas lifine, bir sinir yoluna, bir hücreye yazılır. Bu yüzden bazı insanlar belirli bir kokuda, seste ya da görüntüde nedensizce ağlarlar; çünkü beden, zihnin unuttuğunu hatırlar. Zihin unutur, çünkü unutmadan yaşayamaz. Beden ise unutmadan duramaz. Bu iki unutma biçimi, birbirine zıttır. Gülümseyen depresyon, bu iki unutmanın kesişimidir. İnsan neyi hatırladığını bilmez, ama hatırlamaktan yorgundur.
Bu yorgunluk, fiziksel değil, varoluşsaldır. İnsan, kendini taşımaktan yorulur. Ruhun bedende taşıdığı yük, kelimelerle ölçülmez. Çünkü bu yük, “neden”le değil, “nasıl”la ilgilidir. Gülümseyen depresyonun asıl acısı da buradadır: nedenini bilmediği bir ağırlığı taşımak. İnsan “neden üzgünüm?” diye sorduğunda, cevap bulamaz. Çünkü o üzüntü bir olayın değil, bir sürecin sonucudur. Bastırılmış yılların tortusudur. O tortu, ruhun dibine çöker; su berrak görünür, ama dibi bulanıktır.
Bu bulanıklığın içinde insan, anlam arar. Çünkü anlam bulamayan acı, çıldırtıcıdır. Anlam, acıya yön verir; ama gülümseyen depresyonda acı, yönünü kaybeder. Anlam üretilmez, yalnızca taklit edilir. Modern insan, anlamı da dışarıdan alır. Kitaplardan, reklamlardan, sloganlardan, terapilerden. Oysa anlam, söylenemez; yaşanır. Başkasından alınan her anlam, bir ölü kelimedir. Gülümseyen depresyon, bu ölü kelimelerin bedenle çarpışmasıdır.
Ruh, kendi dilini kaybettiğinde, beden konuşur. Fakat bu konuşma kelimelerle değil, belirtilerle olur. Bedenin dili metaforiktir; diz ağrısı “ilerleyemiyorum” demektir, göğüs sıkışması “söyleyemiyorum”, mide bulantısı “kaldıramıyorum.” Fakat insan, bu dilin farkında değildir; çünkü modern tıp, bedeni makine sanmıştır. Makine, konuşmaz; bozulur. İnsan da kendini tamir etmeye çalışır. Oysa bazı şeyler tamir edilmez; anlaşılır.
Anlaşılmayan her şey, tekrar eder. Bu yüzden gülümseyen depresyonun döngüsü kırılmaz. İnsan iyileştiğini sanır, çünkü belirtiler geçer; ama ruh aynı kalır. Beden, geçici bir sessizlik sağlar, fakat sessizlik iyileşme değildir. Gerçek iyileşme, duygunun yeniden adını almasıyla başlar. Fakat bu çağda duyguların adı yoktur, çünkü isim koymak sorumluluk ister. İsimsiz acı, daha kolay taşınır; ama daha derin iz bırakır.
İnsanın yüzündeki gülümseme, işte bu isimsiz acının işaretidir. Neşenin değil, unutuşun estetiği. Bedenin içindeki her kas, bu estetiğe boyun eğer. Beden, sahibini korur, ama bir noktadan sonra koruduğunu yakar. Çünkü bastırılmış enerji birikir; birikir, birikir… ve sonunda hiçbir yere sığmaz. Bu sığmayan enerji, depresyonun sessiz patlamasıdır. İnsan o an ağlamaz, bağırmaz, kırmaz; sadece donar. Bu donma, ruhun en sessiz haykırışıdır.
dikkat edilmesi gereken şey şudur: gülümseyen depresyon, yalnızca duygusal bir çöküş değil, bedensel bir kilitlenmedir. Ruhun hareket edememesi, bedenin esnememesidir. İnsan, ruhunu açmadıkça bedeni de açılmaz. Çünkü beden, hakikatin son kalesidir; ne gizlenirse gizlensin, o bilir. Ve bir gün gelir, o bilgi dışarı sızar.
İnsanın taşıdığı acı, kendi hayatının sınırlarını aşar. Her bastırılmış duygu, bir miras gibi devredilir. Bedenin dili unutmaz; o dil, kuşaktan kuşağa aktarılır. Gülümseyen depresyon yalnızca bireyin değil, soyun sessiz belleğidir. Çünkü her insan, bir öncekinin sustuğu yerden konuşur ya da susar. Bir annenin içinden çıkamayan gözyaşı, kızının boynundaki kasılmaya dönüşür. Bir babanın gizlediği utanç, oğlunun gülüşündeki sertliğe. Bu, biyolojik değil, ruhsal bir kalıtımdır: görünmeyen bir zincirin taşınması.
İnsan, yalnızca genlerini değil, ifade biçimlerini de miras alır. “Ağlama” denilerek büyütülmüş bir çocuk, duygularını bastırmayı bir ahlak zanneder. “Gül” denilerek avutulmuş bir çocuk, sahte neşeyi sevginin dili sanar. Böylece bastırma, aile içinde sessiz bir öğretiye dönüşür. Kimse bunu bilerek öğretmez; herkes sadece bir öncekinin yükünü taşır. Fakat bu taşınan yük, zamanla kimliğe karışır. İnsan artık kendi duygusunu değil, atalarının korkusunu hisseder. Bu, ruhun en karmaşık borcudur: kendine ait olmayan bir acıyı yaşamak.
Gülümseyen depresyon, işte bu borcun görünmez bedelidir. İnsan, doğar doğmaz bir dilin içine düşer; o dilde “üzülmek” ayıp, “sabretmek” erdem, “susmak” olgunluk sayılır. Ve bu kelimelerin altında büyüyen zihin, duygularını açıklamayı ihanet sayar. Böylece kuşaklar boyu süren bir suskunluk zinciri oluşur. Herkes gülümser, kimse ağlamaz. Fakat bu zincirin halkaları paslanmaya başlar; pasın rengi de tebessümün parlaklığına karışır.
İnsanın iç sesi artık kendi sesi değildir; atalarının fısıltısıdır. “Dayan”, “güçlü ol”, “ses çıkarma.” Bu öğütler, korumak için söylenmiştir, ama korudukça öldürür. Çünkü bastırılan duygu, korunan yaradır. Gülümseyen depresyondaki insan, kendini değil, neslini taşır. Ruhunda birden fazla geçmiş vardır. Her biri başka bir sessizlikle konuşur. Bu yüzden, bu halin kökü bireysel değildir; kültürel, hatta tarihîdir.
Bir toplum, kendi acısını bastırmayı öğrendiğinde, bireylerine de bastırmayı öğretir. Ulusal bir mizah, toplu bir sabır, organize bir unutma biçimi gelişir. Herkes birlikte güler, kimse yalnız ağlamaz. Gülmek ortaklaşır, ağlamak gizli kalır. Bu gizlilik, ruhun kamusal düzenidir. Gülümseyen depresyon, bu düzenin estetik formudur. Toplum kendini “mutlu” ilan ettikçe, birey kendi karanlığını derinleştirir. Çünkü toplumsal neşe, kişisel acıyı bastırır.
Bu bastırma yalnızca psikolojik değildir; tarihîdir. Her yıkım, bir sonraki kuşağın gülüşüne siner. Yoksulluğun, savaşın, korkunun izleri yalnızca toprakta değil, insan yüzündedir. Bazı milletlerin gülüşü bu yüzden hüzünlüdür; çünkü o gülüş, tarihinin mezar taşları arasında filizlenmiştir. İnsan, kendi geçmişini unuttuğunu sanır, ama beden unutur mu? Rüzgâr bile hafızayı taşır; insan neden taşımasın?
Bedenin taşıdığı bu tarih, davranışa dönüşür. Sessiz bir sabır, açıklanamaz bir suçluluk, sürekli bir telafi isteği. İnsan bir hatayı düzeltmeye çalışır ama hangi hatayı, bilmez. Bu bilinçsiz telafi çabası, gülümseyen depresyonun köküdür. İnsan sürekli iyi görünmeye, iyi olmaya, iyi davranmaya çalışır. Fakat bu iyilik, ruhun değil, borcun ürünüdür. İyilik, bir kefaret hâline gelir. Ve kefaret, hakikati değil, yükü büyütür.
Kuşaklar boyu devreden bu bastırma, sonunda bir kimlik hâline gelir. Artık kimse “neden?” diye sormaz. Herkes “böyleyiz” der. “Biz böyleyiz” cümlesi, ruhsal zincirin mühür cümlesidir. Gülümseyen depresyon, bu mühürlü kaderin içinde yaşar. İnsan kendi hikâyesini bilmez, ama hisseder. Hissettiği şeyi açıklayamaz; açıklayamadığı şeyi taşır. Ve taşımak, yaşamak sanılır.
Taşımak, bir varlık biçimine dönüşür. İnsan acısını göstermez; onu içinde özenle saklar. Çünkü gizlemek, nesilden nesile aktarılan en yüce terbiyedir. Fakat bu terbiyenin bedeli, içsel çürümedir. Bastırılmış kuşakların kokusu, modern insanın parfümünde gizlidir. Gülümseyen depresyon, bu kokunun psikolojik izdüşümüdür.
Ruhun kalıtımsal belleğinde bir yas vardır, bitmeyen, adı konmamış bir yas. Her birey kendi payına düşeni taşır. Kimse “ne için?” diye sormaz; çünkü yasın nedeni unutulmuştur, ama duygusu kalmıştır. Bu yüzden modern insanın hüznü nedensizdir. Ağlayamaz, çünkü neye ağlayacağını bilmez. Fakat beden ağlamak ister. Göz pınarları kurur, ama kalp hâlâ ıslaktır.
Gülümseyen depresyon, bu ıslak kalbin dışa vurulmamış sesidir. İnsan ne kadar bastırırsa bastırsın, bir yerinde hep sızı kalır. Bu sızı, hem insanı diri tutar hem yorar. Çünkü acı, aynı anda hem yük hem işarettir. Bastırılmış acı, unutulmuş hakikatin kapısıdır. Kapı kapanırsa, nefes de kapanır. İşte bu yüzden, gülümseyen depresyonun en derin biçimi nefessizliktir; yalnız bedensel değil, ruhsal nefessizlik.
Ve bu nefessizlik, bir kuşağın değil, bütün insanlığın mirasıdır. Her çağ kendi maskesini üretir. Kimi çağlarda maske korkudur, kiminde kibir, kiminde neşe. Şimdiki çağın maskesi gülümsemedir. İnsanlık, acısını şıklıkla örtmeyi öğrendi. Acı artık yüzlerde değil, zamanın dokusunda dolaşıyor.
Çağın en görünmez diktası iyimserliktir. Artık insanın değil, imajın iyileşmesi beklenir. “Karanlık düşüncelerden uzak dur”, “olumlu düşün”, “negatif enerjiyi at” — bunlar yeni yüzyılın dualarıdır. Her çağın kendine özgü bir günahı vardır; bu çağda en büyük günah, üzülmektir. Acı çeken, hemen “düzeltilmesi gereken bir bozukluk” olarak görülür. Oysa bazı acılar bozukluk değil, bilincin olgunlaşma biçimidir. Fakat bu çağ, olgunluğu değil, konforu kutsar. Gülümseyen depresyon, konforun içinde kaybolmuş ruhun ismidir.
İyimserlik, artık bir erdem değil, bir ideolojidir. Bu ideoloji, içsel gerçeği değil, dışsal algıyı yönetir. İnsan mutlu olduğu için değil, mutlu görünmesi gerektiği için güler. Bu yüzden gülüşler artık ruhun ürünü değil, sistemin emridir. İnsanın yüzü, reklam panosuna dönmüştür. Her tebessüm, bir mesaj taşır: “Ben uyumluyum, ben işlevselim, ben üretkenim.” Ne kadar gülümserse, o kadar kabul edilir; ne kadar susarsa, o kadar görünmez olur. Modern insan, gülümsemediğinde silinmekten korkar.
Bu korku, sistemin görünmez motorudur. Çünkü mutsuzluk üretimi durdurur, sorgulamayı başlatır, düzeni sarsar. Sistem, sorgulayan değil, sürdüren insan ister. Bu yüzden neşe, artık ruhsal bir hâl değil, politik bir araçtır. İnsan mutlu görünerek sisteme sadakat gösterir. Gülümsemek, yeni biat biçimidir. Fakat ruh, biat ettikçe küçülür; çünkü ruhun doğası sorgulamaktır. Sorgulayamayan ruh, çürür. Bu çürümenin kokusu parfümle bastırılır, terapilerle törpülenir, “kişisel gelişim” adı altında süslenir.
Modern zamanın terapötik dili bile bu iyimserliği sürdürür. Artık kimse acının içinden geçmeyi değil, ondan kurtulmayı öğrenir. “Pozitif düşün”, “negatiften uzaklaş”, “güzel şeyler çağır.” Bu cümleler, ruhun derinliğini değil, yüzeyselliğini büyütür. Çünkü acıdan uzaklaşmak, kendinden uzaklaşmaktır. Oysa insan, kendini ancak acının içinde tanır. Acı, ruhun aynasıdır. O aynaya bakmayı reddeden, kendini bilmez. Gülümseyen depresyon, işte bu aynadan kaçışın bedelidir.
İyimserlik ideolojisi, insana sürekli bir görev yükler: “İyi ol.” Bu “iyi”, ahlaki değil, performatiftir. İyilik, bir ruh hali değil, bir gösteridir. İnsanın içi yansa bile, dışı parlamalıdır. Her fotoğraf, her paylaşım, her konuşma, bu parlamanın devamı içindir. Fakat parlayan her şey ısıtır, yakar. Gülümseyen depresyonun en acı yanı budur: insan kendi ışığında yanar. Çünkü o ışık, kendi ruhundan değil, başkalarının bakışından doğmuştur.
Bu iyimserlik, yalnızca bireyi değil, dili de dönüştürür. Artık kelimelerin içinde acı barınmaz. “Üzgünüm” yerine “biraz düşük moddayım” denir, “ağladım” yerine “rahatladım.” Acının adı değiştirilir ki etkisi silinsin. Fakat kelimenin değişmesi, duygunun yok olması anlamına gelmez. Bastırılmış kelimeler, duyguların mezarıdır. Her bastırılan kelime, bir başka bedende yankı bulur. Bu yüzden gülümseyen depresyon, yalnızca bir bireyin değil, bir dilin hastalığıdır.
Dil, ruhun evidir. Ev bozulursa, içindekiler de dağılır. Gülümseyen depresyon, bu dağınık evin ortasında oturur. Her şey düzenli görünür; eşyalar parlatılmış, perde düzgün, halı temizdir. Ama evde hava yoktur. Ruh boğulur, ama sessizce. Çünkü pencereler dışarıdan bakanlara göre ayarlanmıştır; içeriden açılmaz. İnsan böyle yaşar: dışarıdan düzenli, içeriden havasız.
Bu havasızlığın en büyük belirtisi, sessiz umutsuzluktur. Artık kimse büyük bir felaketle çökmez; herkes yavaşça söner. Umutsuzluk, yüksek sesle değil, düşük tonda yaşanır. Bir gülümsemenin ucunda, bir bakışın donukluğunda, bir kahkahanın fazla uzun sürmesinde. Ruh, kendini belli etmemek için ritmini bozar. Herkes “iyiymiş gibi” yapar. Bu “gibi” hâli, çağın en bulaşıcı hastalığıdır.
Fakat insan, sonsuza kadar “gibi” yaşayamaz. Çünkü benlik, gerçeğe dönme arzusu taşır. Bir gün gelir, tüm bu sahte neşenin ortasında sessiz bir cümle belirir: “Artık dayanamıyorum.” Bu cümle, bir yıkım değil, bir başlangıçtır. Çünkü dayanamadığını söyleyebilen, nihayet gerçeğe temas etmiştir. Gülümseyen depresyonun iyileşme anı, ilk dürüst kelimenin söylendiği andır. Fakat bu kelimeyi söylemek cesaret ister; çünkü sistem, dürüstlüğü zayıflık sayar.
Gülümseyen depresyondaki insan, içten içe bir devrim taşır. O devrim, sessizdir ama keskindir: “Ben iyi değilim.” Bu cümle, modern iyimserliğin bütün kurgusunu çözer. Çünkü o cümleyle birlikte insan, maskesinden değil, varlığından konuşur. Ve o an, bütün maskeler anlamını yitirir. Yüzdeki gülümseme düşer; ama düşüş, bir çöküş değil, bir doğuştur. Ruh, ilk kez kendi nefesini duyar.
Fakat bu nefes, hemen alınamaz. Çünkü yılların bastırması bir günde çözülmez. Ruh, kendi özgürlüğünden korkar. Bastırma güvenlidir, alışılmıştır; hakikat yabancıdır. İnsan önce titrer, sonra ağlar, sonra sessizleşir. Bu sessizlik artık çürümüş bir sessizlik değildir; olgun bir sessizliktir. Çünkü bu kez sessizlik, bastırmak için değil, duymak içindir.
Anlaşılması gereken budur: çağın dayattığı iyimserlik, insanı kurtarmaz; insanı uyuşturur. Gülümseyen depresyon, bu uyuşmanın estetik biçimidir. Herkes sağlıklı görünür, ama kimse yaşamaz. Herkes güler, ama kimse gülüşünün nereden geldiğini bilmez. Gerçek iyilik, mutlu görünmekte değil, acıyla birlikte var olabilmektedir. Çünkü acıyı taşıyabilen ruh, kendini bilir.
Çağın en kurnaz sahtekârlığı, ruhun dilini pazara sürmesidir. Artık acının bile danışmanı vardır. İnsan, kendi içsel kırılmasını bir hizmet olarak satın alır. Sessizliğini anlatmak için seanslara gider, yalnızlığını istatistiklerle ölçtürür, kaygısını ücretlendirir. Ruh, ticarileştirilmiştir. Gülümseyen depresyonun modern biçimi budur: insan, acısının bile estetik ambalajını taşır. Yorgunluk artık bir kusur değil, bir markadır; “tükenmişlik sendromu” dendiğinde bile kulağa profesyonel gelir.
Modern terapi kültürü, bastırmayı başka bir biçimde sürdürür. Çünkü sistem, duyguların gerçekten çözülmesini değil, düzenli hale getirilmesini ister. İnsan, içindeki çığlığı susturmaz; sadece uygun bir ses tonuna getirir. “Kabul et, bırak gitsin, anda kal.” Bu cümleler, modern dünyanın dualarıdır. Fakat bu “kabul”, hakikati değil, uyuşmayı getirir. Ruh sakinleşmez, uyuşur. Sakinlik, gerçeğin görülmesinden değil, direncin kırılmasından gelir. Gülümseyen depresyonun modern versiyonu, işte bu sükûnet taklididir.
Bu çağ, ruhu rehabilite ederken onu köreltmiştir. İnsan artık duygularını yaşamaz; gözlemler. Her hissini analiz eder, her gözyaşını neden-sonuç zincirine yerleştirir. Oysa bazı gözyaşları açıklanmaz; çünkü onlar aklın değil, varlığın dilidir. Fakat modern insan, anlamlandıramadığı hiçbir şeyi kabul edemez. Bu yüzden gülümseyen depresyon, bilinmeyenin korkusudur. İnsan kendini çözemedikçe gülümser; çünkü çözülmez olanı çözmeye çalışmak yerine süslemek daha kolaydır.
Sözde bilgelik bu kolaylıktan doğar. Herkes öğüt verir, kimse yaşamaz. “Kendini sev”, “şükret”, “evren sana yeter.” Bu cümleler, ruhu değil, ego’yu rahatlatır. Çünkü hakiki sevgi, kendine acımayı değil, kendine bakabilmeyi gerektirir. Şükür, bilinçten değil, korkudan doğar; insan kaybederse her şeyin elinden alınacağından korkar. Evren, bir aynadır ama kimse o aynaya çıplak bakmak istemez. Bu yüzden herkes gülümser; aynada parlayan dişleriyle kendi derinliğini unutur.
Gülümseyen depresyon, sahte bilgeliklerin en çok çoğaldığı yerdir. Çünkü bilgelik, acıyla temas ister; acıdan kaçan, asla bilge olamaz. Fakat modern ruh, kaçmayı öğrenmiştir. Kaçışın adı değişmiştir sadece: “dönüşüm”, “farkındalık”, “enerji temizliği.” Bu kavramlar, gerçeği değil, gerçeğin taklidini sunar. İnsan kendine dönüşü bile bir projeye çevirir. Ruhsal arayış, yeni bir performans alanıdır artık. Ne kadar aydınlanmış görünürse, o kadar alkışlanır. Fakat ışığın fazlası kör eder; modern insan, gözleri kamaşmış hâlde karanlığını görmez.
Karanlık olmadan ışık bilinmez. Ama çağ, karanlığı kötülük sanmıştır. Oysa karanlık, varlığın doğum yeridir. Her bilinç oradan yükselir. Fakat modern öğretiler, karanlığı tedavi etmesi gereken bir hata gibi gösterir. İnsan, acısını dönüştürmeye çalışırken onu yeniden üretir. Çünkü bastırılan hiçbir şey dönüşmez; sadece yön değiştirir. Gülümseyen depresyon, bu yanlış dönüşümün ürünüdür. İnsan, kendi iç karanlığını “ışığa çevirdiğini” sanırken, aslında onu sadece perdeyle kapatmıştır.
Bu perdeler, incelikli bir kibir taşır. Modern insan, acısını bastırdığı için kendini üstün sanır. “Ben olgunlaştım, artık hiçbir şey beni üzmüyor.” Oysa üzülmemek olgunluk değil, donukluktur. Kırılmamak erdem değildir; çünkü kırılmayan şey, artık yaşamaz. Ruhun olgunluğu, incinebilirliğindedir. Kırılan şey onarılabilir; donan şey unutulur. Gülümseyen depresyon, bu unutmanın en parlak biçimidir: acısız görünen, ama hissizleşmiş bir benlik.
Duyguların yerini artık sözcükler değil, imgeler almıştır. İnsan, hissettiğini paylaşmaz; gösterir. Her duygunun estetik bir yüzü vardır artık. “Mutluluk” filtresi, “huzur” tonu, “sadness aesthetic.” Acı bile dekoratif bir unsura dönüşmüştür. İnsan ağlarken bile güzel görünmek ister. Bu yüzden gözyaşı bile montajlanır, kırılganlık bile pozlanır. Gülümseyen depresyon, bu estetik hastalığın bir uzantısıdır: acının biçimle uyuşturulması.
Bütün bu süsleme, ruhun merkezini kaydırır. İnsan artık “kimim?” diye sormaz; “nasıl görünüyorum?” diye yaşar. Görünüm, varlığın yerine geçmiştir. Fakat görünüm kalıcı değildir. Her gün yeniden boyanması, yeniden üretilmesi gerekir. Bu yeniden üretim, tükenmişliği sürekli kılar. İnsan hem görünmek ister hem görünmekten yorulur. Bu ikilem, modern ruhun çatışmasıdır. Gülümseyen depresyon, bu çatışmanın estetik sessizliğidir.
Bu sessizlik, içte büyüyen bir soğukluktur. Çünkü ruh, duygularını biçimle örttükçe donmaya başlar. Donmuş ruh, artık hissetmez; sadece simülasyon üretir. Sevgi bir jesttir, hüzün bir sanat ifadesi. İnsan duygusunu yaşamaz, sahneler. Gülümseyen depresyon, duygunun performansa dönüştüğü andır. Artık kimse gerçekten gülmez; herkes gülüşünü icra eder.
Bu icra, ruhun kendi yankısını bile susturur. Çünkü içten gelen her şey, biçim bozar. Biçim bozulduğunda onay kaybolur. Oysa modern insanın en büyük korkusu onaysız kalmaktır. Bu yüzden gülümsemek, yaşamak kadar zorunludur. İnsan, yaşadığını değil, gülümsediğini ispatlamak ister. Bu ispat çabası, varoluşun özünü unutturur: var olmak, görünmek değildir.
Anlaşılması gereken budur: modern ruh, acısını dönüştürmeyi değil, markalaştırmayı öğrenmiştir. Bu markalaşmış mutluluk, insanı iyileştirmez; sadece uyuşturur. Gülümseyen depresyon, bu uyuşmanın en rafine formudur. Çünkü burada acı yoktur, ama sıcaklık da yoktur. Ruh, soğuk bir dengeye hapsolmuştur. Gülüş, artık bir duygunun değil, bir zorunluluğun işaretidir.
Bir maske yeterince uzun süre takıldığında, yüz onu tanımaya başlar. Kaslar maskenin biçimine göre yeniden şekillenir, mimikler değişir, bakış sabitlenir. İnsan artık maskeyi takmaktan değil, çıkarmaktan korkar. Gülümseyen depresyonun en ileri evresi budur: insan, kendi sahte hâline inanır. Yalan artık bir savunma değil, bir kimliktir. Ve kimliğe dönüşen her yalan, hakikati dışarıda bırakır.
İnsan bu noktada artık rol yaptığını bilmez. Her sabah aynı yüzü takar, ama o yüzün artık kendine ait olmadığını fark etmez. Gülümsemek, otomatikleşmiş bir refleks hâline gelir; hiçbir duygudan doğmaz, yalnızca sürekliliğini korur. Bu refleks, bilinçte bir uyuşma yaratır. Çünkü duyguların gerçekliğini sorgulamak yerine, duyguların biçimini sürdürmek daha kolaydır. İnsanın ruhsal ölümü işte bu kolaylıkla başlar.
Bu evrede, sahteyle gerçek arasındaki sınır kalkar. İnsan bir süre sonra acı çektiğini bile anlamaz, çünkü acı da bir gösteriye dönüşmüştür. Üzüntü bile ölçülüdür artık; ne çok fazla ne çok az. Her duygunun toplumsal bir kotası vardır. Fazlası rahatsız eder, azı ilgisiz gösterir. Bu yüzden gülümseyen depresyondaki insan, duygularını toplumsal protokole göre ayarlar. Duygusal denge, içsel uyumdan değil, dışsal normdan doğar.
Bu noktada ruh, aynada kendini tanıyamaz. Aynadaki yüz hâlâ aynı gülüşü taşır, ama gözde ışık yoktur. Göz, ruhun son kalesidir. Yalan oraya giremez, ama dışa yansımaması için kapatılır. Bu yüzden birçok gülüşün içinde bir yorgun göz vardır. O göz, hem ruhun direnişi hem sessiz isyanıdır. Çünkü insanın içinde hâlâ bir parça vardır ki, hiçbir sahteyi kabul etmez. Gülümseyen depresyon, o parçanın yavaşça boğulmasıdır.
İnsan kendi maskesini korumak için, iç sesini susturur. “Düşünme, hissetme, akışta kal.” Bu cümleler, modern uyuşmanın mantralarıdır. Ruh artık bir tapınakta değil, bir ekranda yaşar. Her şey gösteri, her şey kayıt altındadır. İnsan içini bile dışa aktarır, dışsallaştıkça içi boşalır. Gülümseyen depresyon, bu boşluğun cilalanmış biçimidir: parlayan bir hiçlik.
Bu hiçlik, ilk bakışta huzur gibi görünür. Çünkü çatışma yoktur, kaygı yoktur, isyan yoktur. Fakat huzur, yokluğun değil, farkındalığın ürünüdür. Bu sahte huzur, farkındalığın ölümüyle elde edilir. İnsan artık hiçbir şeyi derinlemesine hissetmez, sadece tepki verir. Neşe yüzeyde kalır, hüzün yüzeye çıkamaz. Böylece ruh, duygusuz bir dengede asılı kalır. Bu denge, görünürde kusursuzdur; ama içinde yaşam yoktur.
Bu evrede insan, başkalarının gözünde kendiyle yarışır. Kendisini bir imaj olarak izler; en kötü yalnızlık da buradan doğar. Çünkü artık “başkası” yoktur, sadece kendisinin seyircisi vardır. İnsan kendine dışarıdan bakarken, içerideki benliği ölür. Bu ölüm sessizdir, törensizdir, kimse fark etmez. Çünkü beden hâlâ canlıdır, yüz hâlâ gülümser. Ama içteki öz, çoktan çekilmiştir.
Bu çekiliş, fark edilmez çünkü bilinç bile bastırılmıştır. İnsan, kendi iç sesini duymamak için dış sesleri çoğaltır. Gürültü, yeni sessizliktir. Her yerde ses vardır, ama hiçbir anlam yoktur. Gülümseyen depresyonun toplumsal hali budur: kalabalık içinde yankısız yaşamak. Herkes birbirine bakar ama kimse kimseyi görmez; çünkü herkes kendi maskesine kilitlenmiştir.
Bu evrede, duygular bile algoritmikleşir. İnsan sevinci, hüznü, öfkeyi belli kelimelerle ifade eder; her duygunun şablonu vardır. “Harikayım”, “yoğun ama mutluyum”, “şükrediyorum.” Bu kelimeler artık his taşımaz, yalnızca aidiyet bildirir. Duygu bir dil olmaktan çıkmış, bir kimlik kartına dönüşmüştür. İnsan kendini kelimelerin değil, etiketlerin içinde tanımlar. Oysa kelime, ruhun nefesidir; etiketse ruhun zinciri. Gülümseyen depresyon, bu zincirin parıltılı biçimidir.
İnsan bir noktadan sonra gerçeğe dönemez. Çünkü gerçeğe dönmek, maskeyi çıkarmak değil, maskenin altındaki boşluğu görmek demektir. Çoğu insan o boşluğu fark ettiğinde paniğe kapılır. Boşlukla yüzleşmek, benliğin yeniden doğumudur; ama doğum sancılıdır. İnsan sancıdan korkar, bu yüzden sahteyi sürdürür. Gülümseyen depresyon, sancıdan kaçan ruhun konforlu mezarıdır.
Fakat bazıları için o boşluk, yıkım değil, çağrıdır. Sessizliğin içinde küçük bir dürtü belirir: “Artık yeter.” Bu dürtü, bir isyan değil, bir hatırlamadır. Ruh, kendi derinliğini yeniden anımsar. O an, yüz kasları gevşer, gülümseme düşer, göz yaşarır. Bu gözyaşı acıdan değil, hatırlamadan doğar. Çünkü hatırlamak, ruhun yeniden nefes almasıdır.
O an kısa sürer; ama gerçeğe dokunan hiçbir şey yok olmaz. İnsan yeniden gülümseyebilir, ama bu kez maskeyle değil, farkındalıkla. Bu gülümseme, sessizdir ama sahicidir; çünkü acıdan kaçmaz. Bu gülümseme, sahte mutluluğun değil, hakiki kabulün gülümsemesidir.
Anlaşılması gereken budur: insan kendi maskesine inanmayı bıraktığında, yüzünü değil, ruhunu kurtarır. Gülümseyen depresyonun son aşaması, maskenin çözülmesidir; çözülme bir kayıp değil, bir doğuştur. Ruh kendi doğallığına döndüğünde, artık ne bastırma vardır ne performans. Sadece yalın bir varlık: sessiz, derin, nefes alan.
İnsan, varlığıyla arasına koyduğu en kalın perdeyi kendi eliyle örer. O perde, parlayan bir gülümsemedir. Yüzdeki ışıltı, ruhun karanlığını örter; ama hakikatin gözü ışıktan değil, karanlıktan görür. Gülümseyen depresyon, varlığın kendi kaynağından kopmasıdır. Çünkü insan, içindeki sessiz çağrıya değil, dış dünyanın yankısına uyar. Oysa yankı yön göstermez; yalnızca geciktirir.
Varlıkla temas, yalnızlık ister. Yalnızlık, boşluk değil, özle karşılaşmadır. Fakat modern insan boşluktan korkar. Boşluğu hastalık, sessizliği başarısızlık, kırılganlığı eksiklik sanır. Bu yanlış yorum, insanı Tanrı’dan da uzaklaştırır. Çünkü Tanrı, dolulukta değil, sessizlikte konuşur. Gülümseyen depresyon, işte bu sessizliğin reddidir: insanın, Tanrı’nın yankısını bastırmak için ürettiği yapay gürültü.
Acı, hakikatin en saf çağrısıdır. Fakat insan acıyı düşman bilir; oysa acı, insanın Tanrı’yı ilk kez duyduğu andır. Her yara, bir hatırlatmadır: “Sen geçici değilsin.” Gülümseyen depresyonda bu çağrı boğulur; insan acının içinden geçmek yerine, acıya bir maske takar. Bu maskeli acı, artık arınma değil, oyundur. Ruh oyunla meşgul olurken, hakikat sessizce çekilir. Ve sessizlik çekildiğinde, dua bile biçimsel bir tekrara dönüşür.
Ruhun ölümü, acı çekmemekle başlar. Çünkü acısız ruh, duygusuzdur; duygusuz ruh, yönsüzdür. Yönsüzlük, varoluşun gerçek körlüğüdür. Gülümseyen depresyon, işte bu körlüğü estetikle süsleyen bir haldir. İnsan, hakikate değil, aynaya döner; yüzüne değil, yansımasına inanır. Her aynada biraz daha uzaklaşır kendinden. Ve bu uzaklık, artık bir trajedi değil, bir alışkanlıktır.
Modern ruh, Tanrı’yı bile görüntüye indirgemiştir. Dua ederken yüzüyle konuşur, kalbiyle değil. Kelimeler kutsal, anlamlar yorgundur. İnsan artık inandığını hissetmez; hissetmediğini tekrar eder. Bu tekrar, içsel bir uyuşma getirir. Gülümseyen depresyon, inancın bile biçime dönüştüğü bu düzlemin hastalığıdır. Çünkü biçim, ruhun hareketini sınırlar; sınır, hakikatin akışını keser.
Ama hakikat sabırlıdır. İnsan yüzünü ne kadar süslerse süslesin, bir yerden sızıntı başlar. Gözde, nefeste, ellerde. O sızı, Tanrı’nın insanı terk etmediğinin işaretidir. Gülümseyen depresyonun bile içinde, Tanrı’nın yankısı vardır. Çünkü Tanrı, sahte neşenin bile içinden çağırır; “Beni hatırla, çünkü senin gülüşün bana ait değildi.”
Bu çağrıyı duyan ruh, önce susar. Çünkü kelimeler artık yetmez. Sessizlik, yeniden anlam kazanır. Gülüş düşer, yüz boşalır, bakış durulur. O anda insan, varlıkla yeniden temas eder. Bu temas, bir aydınlanma değil, bir hatırlayıştır. Çünkü insan zaten oradaydı; sadece uzaklaşmıştı. Gülümseyen depresyon, işte bu uzaklığın adıydı.
Gerçek gülümseme, Tanrı’yla barışan ruhta doğar. Bu gülümseme, acının bitmesiyle değil, acının anlamını bilmekle mümkündür. Artık maskeye gerek yoktur; çünkü yüz çıplaktır. Çıplaklık utanç değildir; sahiciliktir. İnsan, kendi kırılganlığını gizlemediğinde, hakikati taşır. Çünkü hakikat, ancak kırılabilen ellerde taşınır.
Ve o an, insan ilk kez gerçekten güler. Bu gülüş, dünyaya değil, içe doğrudur. Sesi yoktur, ama yankısı sonsuzdur. Artık depresyon yoktur, çünkü bastırma yoktur. Ruh, acısıyla barışmıştır. Bu barış, huzur değildir; bilgeliktir. Huzur geçicidir, bilgelik kalıcı. Gülümseyen depresyonun çözülüşü, insanın kendini anlamasıyla değil, kendini kabul etmesiyle tamamlanır.
Anlaşılması gereken budur: gülümseyen depresyon, insanın Tanrı’dan değil, kendi özünden uzaklaşmasıdır. Ancak O özle yeniden temas ettiğinde, ne acı kalır ne sahte gülüş. Sadece sade bir varlık hâli. Bundan beri insan nihayet kendi varlığının sessizliğinde dinlenir. Yüzündeki gülümseme artık bir maske değil, bir şükürdür; konuşmaz, ama her şeyi söyler.
Söylediği ise, kendi asli ismidir.