Ahmet Turan Esinİdris’i konuşmaya kalktığın anda, tarihin kendine özgü dili seni hemen ele geçirir; çünkü kitaplar ondan suretsiz bir isim, birkaç satır, birkaç menkıbe devralmıştır, o kadar. Oysa suretsiz isim, asıl olanın sadece kıyafetidir; kıyafet değişir, beden değişir, çağ değişir ama asıl hâl, insanın içindeki en eski hâl, yerinden kımıldamaz. Bu yüzden Hermes diye çağırdıklarında da çağrılan aynı yüzdür, idris diye andıklarında da. Göğe yükseltilmiş peygamber, taş levhaların başına eğilmiş bilge, üç kere hikmetli diye anlatılan adam… hepsi, insanın kendi ilklik hâlini dışarıda görme ihtiyacının farklı kılıklarda bir ortaya çıkışıdır. Bu ilk yüz, insanın doğduğu anda yüzünü çevirdiği o görünmeyen yöne benzer; örneğin çocuk, gözlerini açtığı an anlar ki dünya ona ait değildir, ama ona verilmiştir. İşte İdris’in yüzünü görmeye çalışan insan, aslında kendi içindeki o ilk teslimiyet ile ilk direniş arasındaki gerilime de bakmaktadır. Bir tarafıyla yaşamak isteyen, bir tarafıyla bilmek isteyen, bir tarafıyla anlamak isteyen insanın arayışı. Ama anlamanın bedelini bilmez. İşte bu bilinmezlik, kadim anlatılara yöneltir bu insanı; o anlatılarda görünecek yüzlerin heosi de, kendi unutmuş olduğu yüzdür aslında. İdris de o yüzlerden biri.
İnsan, zamanla bu yüzü kaybetmiştir; alışkanlıkların kirine, hayatın ağırlığına, başkalarının hükmüne teslim olarak. Böyle bir esaretin içinde kaybolmuş biri, bir gün bir kitapta İdris adını görür, sonra bir başka yazmada Hermes’i, sonra bir başka gelenekte üç kere bilgeliği. Zanneder ki karşısında farklı kişiler vardır. Oysa karşısında duran tek şey, insanın kendi kökensel şahidlerinden bir cevherdir. Bu şahidi unutan, kendisinde o bir cevheri unutur; kendisinde o bir cevheri unutan, adaletini, ahengini kaybeder; adaletini ve ahengini kaybeden ise, hayatını sürüklenen bir yük gibi taşımaya yüz vurmaya devam eder. Çünkü o cevher, adaletin ve ahengin beşere açılmış bir kadim taşıyıcısı, bir sonsuz zeminidir.
İdris’in hikâyesi, göğe çekilen bir bedenin masalı değildir, O, insanın gökle kendi arasına kurduğu gizli köprünün bir hikâyesidir. Göğü yukarı, yeri aşağı sanan zihin, kendi içinde kurduğu bu ucuz geometrinin rehinesi iken bu hikayeyi hakkıyla anlayamaz; hatta tersyüz edip yukarı dediğine iç dünyasını, aşağı dediğine bedenini yerleştirir, sonra ikisini birbirine düşman ilan eder. Oysa İdris’in yasaları, önce bu sahte ayrımı söker; çünkü insan, ayrıklığa varan mahiyette ikiye ayrıldığında hiçbir yanını esasen yönetemez. Kendi içini göğe, kendi bedenini toprağa mahkûm eden kişi, ne içini taşıyabilir ne bedenini. Zira göğe olan yolculuğun hikâyesi aslında dışarıda gerçekleşmez; insanın içindeki ağır düğümlerin çözüldüğü her an, göğe doğru bir adım atılmış gibidir çünkü. Bu düğümler, çoğu zaman insanın kendisi tarafından daha sıkı bağlanmış düğümlerdir. Korkular, izlenimler, başkalarının yüklediği yargılar, yanlış öğrenilmiş doğrular, sahte kutsallıklar… bütün bunlar, insanın içindeki göğün üstüne yığılmış taşlardır. Bu sebeple İdris’in rehberliğinde göğe çıkmak, esasen bu taşlardan bir kurtuluştur.
Yer ise yine insanın içindedir; bir yön değil, bir ağırlık, bir hatırlatmadır. Kolaycı zihin, göğe kaçmak ister, yere karşı mahcup olur; bedeni suçlar, arzuyu suçlar, ihtiyacı suçlar. Bu suretle gökte yaşamak isteyen, yeri inkâr eder; yerde kalmak isteyen, göğü küçültür. Ama İdris’in anlatısında göğe çıkış, bir bölge değişimi değil, insanın kendi iç ağırlığını doğru konumlandırılmasıdır. Üstü altından, altı üstünden ayıran çizgi, insanın kendi içinde çizdiği bir çizgidir. Bu suretle gerçek yükseliş, iç dünyanın susan tarafının işitmeyi öğrendiği, konuşan tarafının ise susmayı kabul ettiği yerdedir. Bu noktaya erişen kişi, göğü dışarıda değil, içinde bir titreme olarak duyar; toprağı dışarıda değil, içinde bir kök olarak hisseder. İdris’in hikâyesi tam olarak bu duyma hâlidir; dışarıdaki mucizevi yükselişlerin değil, içteki ağır ve sessiz dönüşümün hikâyesi bilmek...
Böylece insan, kendi içindeki göğü gördüğü anda, artık hiçbir şeye aynı şekilde bakmaz. Ne yere eğilişi aynıdır, ne göğe bakışı. Ne kendine söylediği yalanlara tahammülü kalır, ne başkalarının ona giydirdiği rollerin ağırlığına. İşte o an,
İdris’in adı, tarihten sıyrılıp insanın kendi içinde yeniden doğar.
Bu doğan, kadim bir cevherdir.
İnsan, İdris’i tarih kitabının sayfasında aradıkça yalnızca bir suretsiz isim bulur; oysa aradığı, kendi içindeki en eski bilincin yüzü olmalıdır. Suretsiz isimler çoğalır, kıssalar çoğalır, şehirler yıkılır, imparatorluklar kurulur, örüntü binbir hâl alabailir, ama içteki o ilklik hâli değişmez; sadece unutulur. Bu unutmanın en ağır sonucu şudur: insan, kendi içindeki en eski şahidlerden birini terk etmiştir.
Her çağda böyle olmuştur: bir insan iç sesini kaybettiğinde, dışarıdaki en güçlü sesin arkasında yürümeye başlar. O güçlü ses kimi zaman bir lider olur, kimi zaman bir cemaat, kimi zaman bir kültür, kimi zaman kendi egosunun bağırışı. Ama insan bu bağırtıların hepsini hakikat sanacak kadar korkmuştur iç sessizliğinden. Ancak o sessizliğe bir kez geri dönse, içindeki İdrisin ona söyleyeceği tek cümle şudur: “korktuğun şey sensin.”
Hermes’i tanrılaştıran da, peygamberle bilgeyi birbirine karıştıran da, hakikati bir kişiliğe kilitleyen de bu unutmadır. İnsan kendi içindeki kaynağı unuttuğunda, dışarıda ne bulsa ona tapar. Bir taşı, bir sembolü, bir metni, bir kişiyi, bir hikâyeyi… İdris’in yasaları, tam da bu yüzden kişilere değil ilkeye aittir; kişi ölür, ilke kalır; kişi değişir, ilke aynı kalır; kişi yanılır, ilke şaşmaz. Insan, bu farkı göremediği sürece her dönemde aynı hatanın kurbanı olacaktır. Oysa hakikat, kişide değil; kişinin taşıdığı sadakattedir. Bir insanın ne anlattığı değil, neye sadık olduğu belirler onu. Sadakati bozuk bir bilgenin sözleri, zehirli bir tatlı gibidir; tatlıdır ama öldürür. Sadakati sağlam bir insanın suskunluğu bile, bir kâğıda yazılmış bin satırdan daha değerlidir. İdris’in adı, işte bu sadakatin adıdır, hakiki bilgeliğin
Bu hususta yanılmanın altında, insanın kendini anlamaya çalışırken kullandığı yanlış terazi vardır. Bu terazide bir taraf ağır bastığında diğer taraf suçlu ilan edilir; biri yüceltilir, diğeri bastırılır. Oysa insan, ne sadece yukarıdan ibarettir ne sadece aşağıdan; o iki yönü de taşımakla görevlidir. Yukarıya ait olanı aşağıya indiren, aşağıya ait olanı yukarıya çıkaran bir geçittir insan. Bu geçit bozulduğunda, kişi kendinden kopar; kendinden kopan ise, her şeyden kopar.
Bakınız, göğe olan yolculuğun anlatısı, dışarıda gerçekleşen bir mucize değildir, yahud böyle olması işin espirisi değildir. İşin bakılması gereken özü, insanın içindeki derin duyuşun ağır ağır olgunlaşması hususu olmalıdır. Bu duyuş, bir anda belirmez; yılların yükü, günlerin sarsıntısı, gecelerin sessizliği, kayıpların ağırlığı, zaferlerin boşluğu derken, insan bir gün kendi içindeki göğün varlığını hissederek bunu bulur. Bu hissediş, kimseye anlatılamayacak kadar kişisel, herkesi ilgilendirecek kadar da evrenseldir.
İçten göğe yükseliş dediğimiz şey, aslında insanın kendi içindeki kör karanlık bir düğümü bu cevhere özgü olacak şekilde ilk kez fark etmesidir. O düğüm, yıllar boyunca biriktirilmiş kırgınlıkların, unutulmuş duaların, ertelenmiş yüzleşmelerin, kabuk bağlamış yaraların iç içe sarılmasından oluşur. İdris’in “yükselişi”, işte bu düğümün çözülmeye başlamasıdır. İnsan önce içindeki ağırlığı fark eder; sonra o ağırlığın kendisine ait olduğunu kabul eder; ama ancak en son o ağırlığın aslında bir çağrı olduğunu anlar. İşte bu çağrıyı duymak, yükseliştir. İdris’in yükselişi. Cevherin açılışı. İnsan, bu çağrıyı hakikaten duyduğu anda artık geri dönemeyeceğini bilir. Zira içteki göğü bir kez gören, dünyayı eski gözleriyle göremez; içindeki ağırlığı bir kez fark eden, sahte hafifliklere kanamaz. İşte
İdris’in hikâyesi buradadır: yükselmek, ama kaçmadan; yükselmek ve, yüzleşmek, bütün yüzlerinle.
Ancak bu yükselme, bir çok öğretide sanılanın aksine esasen bedeni gidermeye dayanmaz. Esasen beden burada asıl mesele değildir. Öte yandan elbette beden küçümsenmemelidir. Aksine, insan bedenini küçümsediği anda, aslında kendisine verilmiş en büyük imkânlardan birini de küçümser. Çünkü beden bir engel değil, kendine özgü bir sahnedir; iç dünyanın anlamını dışarıya taşıyan bir dildir. İdris’in “ilk dikişi” icat ettiği anlatılır ya, o dikiş yalnızca kumaşı değil, insanın kendiyle olan parçalanmışlığını da birleştirmeyi anlatır. Çünkü insan, bölündüğü her yerde yırtılır; yırtıldığı her yerde acı duyar; acı duyduğu her yerde kaçmak ister. Ama kaçışın olduğu yerde bütünlük olmaz. Insan, kaçtığı sürece kendine yaklaşamaz. O yüzden hikâyelerde göğe yükselmek, bir kaçış değil, bir bütünlük kazanma hâlidir. Göğü görmek isteyen, önce toprağın ağırlığına saygı duyar; toprağın ağırlığına saygı duyan, göğü suçlamaz. Beden bu yolculukta kendinde tezahür edecek her şeye bir sahne olur.
Yerin içte bir ağırlık oluşu, insanın dünyada bir izi olduğu gerçeğini hatırlatır. Bu iz, bazen bir davranış, bazen bir söz, bazen bir yüzleşme, bazen bir susuştur. Yer, insana “burada bir sorumluluğun var” diyen sessiz bir öğretmendir. Göğün çağrısı insanı yükseltir; yerin çağrısı insanı sabitler. Ikisi birleştiğinde insan tamamlanır. İdris’in öyküsünde bu tamamlanmışlık, bir anda meydana gelen bir mucize değil; yılların iç sesleri, derin korkuları, ağır yüzleşmeleri ve doğru zamanda verilen küçük kararların uzun bir birleşimidir. İşte bu yüzden gerçek yükseliş, dışarıdan bakıldığında sıradan görünür; çünkü esas yükseliş, dışarıdan yükselmek değil, içten derinleşmektir. Ve insan, içindeki yer duygusunu anladığında, hiçbir gurur onu havaya savuramaz; hiçbir korku onu yere çalamaz. Çünkü yer, artık mahkûm olduğu bir çukur değil; dayandığı bir köktür.
İdris, tam bu çizginin üzerine konulan isimdir. Göğe yükselmesi, uzaysal konum mekan değiştirmek anlamına gelmez; insanın iç yolculuğundaki bir mertebenin adıdır bu. Göğü temsil eden soyut, kuramsal yükseklikle, yeri temsil eden yoğun ve ağır hakikat arasında insanın tuttuğu dengeyi gösteren bir işarettir. Bu işaret, insanın iki kutup arasında parçalanmamasını, aksine iki kutbu aynı anda taşıyabilmesini simgeler.
Yüksekliğin anlamı, uzaklık değildir; keskinliktir. İnsan ne kadar yükseğe çıkarsa, neyi neden yaptığını o kadar net görür. Alçaldıkça bulanır; bulanıklaştıkça şaşırır; şaşırdıkça kendine bile yabancılaşır. İdris’in yüksekliğe konulması, insanın kendi içindeki netliği görmesi içindir. Bu netlik olmadan hiçbir insan kendi yolunu göremez.
Aşağıdaki yoğunluk ise insana kararlılığı öğretir; sert bir rüzgârda devrilmeyen bir bedenin nasıl ayakta kaldığını hatırlatır. İnsan, hem yukarıdaki keskinliği hem aşağıdaki ağırlığı bir araya getirebildiğinde, iç dünyası bir gök haritası gibi düzenlenir. Gökyüzündeki yıldızların her birinin bir yeri olduğu gibi, insanın içindeki duyguların, arzuların, düşüncelerin de bir yeri vardır.
Unutulmamalıdır ki yerleşik olmayan hiçbir şey huzur vermez; huzur vermeyen hiçbir şey insanı büyütmez.
İdris’in “yükselişi”, işte bu iç düzenin kurulmasıdır. İnsanın içi düzensizken göğe çıkması mümkün değildir; zihin, duygu, irade birbirine karıştığında gök, içte sadece bir karmaşa olarak görünür. Iç düzen kuruldukça ama, gök bir sükûnet olarak duyulur. Sükûnet duyuldukça da, insan içindeki en derin sese kulak verir.
Böylece insan kendi iç düzenini gördüğü anda artık kendisine yalan söylemez. Kendisine yalan söylemeyen kişi, hiçbir dış otoritenin hükmü altında da ezilmez. Başkaldırır.
Başkaldıran ve yükselen insanın içindeki en eski şahit, doğduğu gün gözünü açtığında dünyaya söylediği o sessiz itirazdır. O ilk ağlayış… O ağlayış sadece bir acıdan değil; yabancılık hissinden doğar. İnsanın içindeki o ilk yabancılık, aslında en büyük sadakatle uyandırır onu: “sen buraya ait değilsin ama burada sınanacaksın.” Büyüdükçe bu sesi duymaz olur insan; kalabalıkların bağırışı, kendi içindeki sessiz sesi bastırır. İdris’in adı, işte bu bastırılmış sesi hatırlatmak içindir. Yükselmek, kalkmak için.. İdris adında içindeki en eski şahidi unutan bir insan, dışarıdaki her güçlü figüre kendini teslim edebilir. Bir otorite ne kadar bağırırsa, o kadar hakikat sanır; bir topluluk ne kadar kalabalıksa, o kadar doğru zanneder; bir gelenek ne kadar eskiyse, o kadar kutsal kabul eder. Çünkü içindeki ses sustuğunda, dışarıdaki her ses hakikat gibi gelir. Hakikat arayıcısı görünür ama aslında sadece korkularının peşinde sürüklenir.
Gerçekten bazen insan içindeki sesi kaybettiğini bile fark etmez; çünkü kaybediş, bir anda olmaz. Önce küçük bir korku içeri girer, sonra küçük bir yalan, sonra küçük bir ihanet, sonra küçük bir susuş… sonra bir bakar ki, içindeki bütün yollar kararmış.
İşte İdris, kararan yolun taşlarını yeniden parlatan isimdir; insanın kendi içindeki yön duygusunu kaybettiğinde onu yeniden gören gözüdür.
Kişinin kendi içindeki bu sesi kaybetmesinin bir başka sonucu daha vardır: artık hiçbir şey ona gerçek gelmez. İbadet sahte, sevgi sahte, sadakat sahte, öfke sahte… çünkü hepsi, içteki sahte sessizlikten beslenir. İçteki ses sustuğunda, insan dışarıdaki bütün davranışlarıyla rol yapmaya başlar; o rol, büyük bir doğruluk perdesi gibi görünse de, aslında sadece içsel çürümenin kıyafetidir. Işte hermes’i tanrılaştıran da, peygamberle bilgeyi birbirine karıştıran da, hakikati bir kişiliğe kilitleyen de bu unutmadır. Kişinin içteki şahidi körleştiğinde, dıştaki en parlak ışığa bile diz çöker. Bir sembolün önünde eğilir, bir ritüeli kutsallaştırır, bir cümleyi mutlaklaştırır; ama bunların hiçbiri hakikat değildir.
İdris’in adı, kişilere değil, içteki dürüstlüğe sadakati emreder.
O yüzden İdris, kendi cevheri esasında sahte yükselişlerden de bir yükseliştir.
İnsan kendi içindeki sadakati kaybettiği anda, dışarıdaki sadakat görüntüsü de çöker. Sadakat görüntüsü, sadece bir maskedir; insanın kendine söylediği en zararsız görünen yalanlardan biridir. “ben iyi biriyim”, “ben doğru biriyim”, “ben hakikat peşindeyim” der; ama içindeki en eski şahitler, ve onlardan olan İdrsi o sözleri duyduğunda susuyorsa, o sözler sadece boş bir ses dalgasıdır.
İşte bu yüzden hakikat, kişiliğin değil; ahnegin bir sonucudur. Bir insan, kimse görmüyorken neye sadık olduğunu biliyorsa, işte o zaman hakikate yakındır.
İdris’in yüzüne bakan kişi, kendi yüzüne bakar; kendi yüzüne bakmaya cesaret eden, artık dışarıdaki hiçbir putun önünde zaten diz çökmez.
Çünkü dışarıdaki putları kırmak kolaydır; zor olan içteki putları görmektir. İçteki putlar, insanın en çok inandığı şeylerdir; kendi doğruları, kendi başarıları, kendi niyetleri… insan, kendi içindeki putu kıramadıkça dışarıda hangi taşı devirdiğinin bir önemi yoktur.
İdris’in adı, bu kırılışı da hatırlatır, İbrahim gibi.
Ve insan, içindeki en eski şahitle yeniden karşılaştığında, artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. O şahit, ona ilk soruyu sorar: “sen kime sadıksın?” Bu soru, bütün kitaplardan, bütün öğretilerden, bütün ritüellerden daha ağırdır. Bu soruya doğru cevap veren, hakikate yaklaşır; yanlış veren, kendini kaybeder.
Bütün kadim anlatıların ortak derdi budur: insanın içindeki o en eski sesi yeniden duyurmak. İdris’in adı, bu sesin bir adıdır. Anlaşılması gereken budur.
Tekrar edelim, İdris’in hikâyesi, göğe çekilen bir bedenin masalı değildir,insanın gökle kendi arasına kurduğu gizli köprünün hikâyesidir.
Göğü yukarı, yeri aşağı sanan zihin, kendi içinde kurduğu bu geometrinin rehinesidir. Bu ayrımı kırmak, insanın kendi içinde unuttuğu o eski bütünlüğe dönmesiyle başlar.
Bütünlük dediğimiz şey, iki uç arasında bir nisbet değildir; ikisinin aynı anda bir tek gerçeğe bağlandığını fark etmektir. Yukarıya kaçan bir zihnin sözde saflığıyla, aşağıya saplanan bir bedenin sözde günahı arasında sıkışmış bir insan, ne saf olabilir ne günahsız. Çünkü safiyet, parçalanmış bir varlıkta değil, bütünlüğünü taşıyabilen bir göğüste yaşar. İnsan kendi iç ağırlığını doğru yerine koyduğunda, ne yukarıdan korkar ne aşağıdan utanır.
Göğe birden kaçmak isteyen zihin, aslında kendi içindeki kırılganlığı saklamaya çalışır; yere hepten mahkûm olmak isteyen beden ise kendi içindeki değeri unutmuştur. İki yanlı yanılgının ortak noktası şudur: insan, kendisiyle yüzleşmekten kaçmak için iki ayrı uç yaratmaya teşne bir ayrıklığın düşkünü olmuştur. Ama İdris’in hikâyesi, insanın bu iki ucu tek bir merkezde toplamaya başladığı anın bir hikâyesidir.
Bu yüzden İdris esasında göğe çıkmak dediğimiz şey, çoğu insanın sandığı gibi bir basit yükseliş değil; bir berraklıktır. Bu berraklık geldiğinde, insan kendi içindeki göğü daha önce hiç olmadığı kadar açık görür. Yıldızları dışarıda değil, içinde yanıp sönen tanıklıklar olarak fark eder. Bu yıldızların her biri, insanın geçmişte yaşadığı bir hakikatin izi gibidir; bir kararının, bir kaybının, bir pişmanlığının, bir direnişinin, bir kabulünün işareti. Bu manada göğe çıkmak, bu işaretleri bir araya getirip içteki gökyüzünü yeniden kurmaktır.
Yer ise insanın kendi içindeki en ağır hakikati taşır: sorumluluğu. Insan yerle temasını kaybettiğinde sorumluluklarını da kaybeder; sorumluluklarını yitiren kişi ise göğü görse bile onun anlamını taşıyamaz. Işte bu yüzden İdris’in yükselişi sadece bir arınma değil, aynı zamanda bir yüklenmedir. Yüklenen yükselir. Kaçan düşer. Insanın içindeki yer duygusu sağlam olduğunda, göğe uzanan eli titremez.
İnsan kendini sadece yukarıya ait sanırsa kibir doğar; sadece aşağıya ait sanırsa çaresizlik doğar. Kibir, insanı tanrısallaştırır; çaresizlik ise hayvanlaştırır. Oysa insan, iki ucu da taşıyabilen, iki yöne de bakan, iki yanlı hakikati de kendi içinde toplayabilen bir varlıktır. İdris’in adı, bu taşıyışın açılan adıdır. Ve en önemlisi: insan kendi içinde hem göğü hem yeri duyduğu anda ilk defa dengede durabilir. Denge insanın durağanlığı değildir; kendisiyle barışmış bir hareketin huzurudur. Göğe çıkmak için yerden, yere dokunmak için gökten vazgeçmemesi gerektiğini öğrendiği anda insan, kendi iç çatışmalarını aşmaya başlar. İdris’in hikâyesi, bu aşmanın da sembolüdür. Anlaşılması gereken bir husus da işte bu.
İdris, tam bu çizginin üzerine konulan bir hakiki isimdir. Göğe yükselmesi, mekan değiştirmesi anlamına gelmiyor, insanın iç yolculuğundaki bir mertebenin adıdır bu. Göğü temsil eden soyut, kuramsal yükseklikle, yeri temsil eden yoğun ve ağır hakikat arasında insanın tuttuğu dengeyi gösteren bir işaret. Bu işaret, insanın iki kutup arasında parçalanmamasını, aksine iki kutbu aynı anda taşıyabilmesini simgeleyebiliyor. Ama simgede öte orada olan ve olması gereken bunun bizatihi taşınmasıdır. Bu taşıyışın zorluğu büyüktür; çünkü insan, kendi içindeki uçlardan birini seçmeye daha meyillidir. Ya tamamen göğe ait olduğunu iddia eder, ruhaniyet adı verilen kaçışlarla kendini avutur; ya da tamamen yere ait olduğunu iddia eder, dünyayı tek gerçek sanan bir körlüğe teslim olur. Her iki durumda da insan, kendi hakikatini yarım bırakır. İdris’in hakiki adı, insanı yarım bırakan bu iki eğilime karşı konulan ağır bir hatırlatmadır.
Yükseklik dediğimiz şey, sadece bir üst mertebe değildir; insanın kendi içini daha net görmesidir. Netlik geldiğinde, insan kaçtığı şeyleri de arzuladığı şeyleri de daha açık seçik fark eder. Yukarıya çıktıkça kaçtığı gölgeler belirginleşir; aşağıya indikçe arzuladığı ışıklar görünür hâle gelir. Yükseklik, insanı hem aydınlatır hem yüzleştirir. Yüzleşmeden gelen yük, insanı olgunlaştırır.
Aşağıdaki yoğunluk ise insanın içindeki asıl karakteri ortaya çıkarır. Yoğunluk anlarında kişi neye tutunduğunu, neyi bahane ettiğini, kimi suçladığını, kimden kaçtığını fark eder. Yerin ağırlığı, insanın maskelerini düşüren bir gerçekliktir. Maskeler düşünce insanın çıplak yüzü görünür; o çıplak yüz, yukarıdaki netliğin aynasıdır. Iki yüz birbirini tamamlar.
İnsan hem yukarıdaki berraklığı hem aşağıdaki ağırlığı kendi içinde taşıyabildiğinde, iç dünyası bir düzene kavuşur. Düzen, dışarıdan gelen kuralların zoruyla oluşmaz; içteki görüntü netleştiğinde kendi kendine kurulur.
İdris’in adı, işte bu kendiliğinden kuruluşa işaret eder.
Bilmemiz ve anlamamız gereken basittir: Göğe yükselmek için insanın kendi iç taşlarını yerinden oynatması gerekir. Bu taşların bazıları acıdır, bazıları utançtır, bazıları eski kırgınlıklar, bazıları bastırılmış arzular, bazıları unutulmuş dualardır. Bu taşlardan birini bile kaldırmaya cesareti olmayan, göğü sadece dışarıda bir süs olarak görür. Göğe gerçekten bakan kişi ise o taşları tek tek kaldırır, nefesini açar, kalbini derinleştirir. İnsan kendi içindeki taşları kaldırdıkça, yukarıdaki aydınlık daha net görünür. Aydınlık netleştikçe insanın içindeki karanlık küçülür. Karanlık küçüldükçe insanın adımı ağırlaşır, ama adımının ağırlığı onu yere değil, yukarı taşır. İdris’in adı, işte bu taşınma hâlinin adıdır.
Yani İdris’in “yükselişi”, insanın kendi iç düzenini görmeye başlamasıdır. İnsanın içi düzensizken göğe çıkması mümkün değildir; zihin, duygu, irade birbirine karıştığında gök, içte sadece bir karmaşa olarak görünür. Iç düzen kuruldukça, gök bir sükûnet olarak duyulur. Sükûnet duyuldukça, insan içindeki en derin sese kulak verir. Insanın iç düzeni dediğimiz şey, dışarıdan bakıldığında hiçbir gösterişi olmayan, ama insanın tüm varlığını taşıyan görünmez bir denge noktasıdır. Bu nokta kaydığında kişi neye öfkeleneceğini, neye üzüleceğini, neye sevineceğini bile karıştırır. Bu karışıklık, hayatı yormaya başlar; yorulan insan, içindeki sesi kısmak için dışarıdaki sesleri çoğaltır. Dışarıdan gelen sesler o kadar yükselir ki, kişi artık kendi içindeki en zayıf fısıltıyı bile işitemez.
Göğe yükseliş işte bu fısıltının yeniden duyulmasıdır. Fısıltı duyulduğunda, insan kendine karşı işlediği görünmez suçları fark eder; bu suçların çoğu, bir başkasına karşı değil, kendi içindeki hakikate karşı işlenmiştir. Bir susuş, bir erteleme, bir korku, bir vazgeçiş, bir bahane, bir kaçış… hepsi kendi levhasına işlenmiş çiziklerdir.
İdris’in yükselişi, bu çiziklerin anlamını fark etmektir.
Ama içteki sesin duyulması çoğu zaman bir huzurla gelmez; aksine önce bir sarsıntı getirir. Insanın içindeki çürük yerleri ortaya çıkaran bir sarsıntı… o sarsıntı ile birlikte insan, kendi kendini nasıl kandırdığını, hangi sözlerini gerçekten inanarak söylediğini, hangilerini ise sadece rol gereği tekrarladığını görmeye başlar. Bu görme hâli, iç dünyanın aynasının temizlenmesi gibidir; ayna temizlendikçe insan kendi yüzünü daha net görür.
Kendi yüzünü net gören kişi, artık başkasının yüzündeki maskelerle oyalanmaz. Dışarıdaki karmaşanın cazibesi biter; sahte kutsallıkların çekimi biter; sıradan zevklerin uyuşturuculuğu biter. Çünkü göğe bakan kişi, artık yerin uğultusuna teslim olmaz. İçindeki sükûnet, dışarıdaki gürültüyü bastırır.
Bu noktada insan kendine hiç söylemediği soruları sorar: “ben neyi savunuyorum?”, “neyi koruyorum?”, “neyi kaçırıyorum?”, “neyi inkâr ediyorum?”, “neyi bekliyorum?” bu sorular kolay değildir; çünkü her birinin cevabı insanın içindeki bir taşı yerinden oynatır.
Taşlar oynadıkça insan titrer; ama işte bu titreme, yükseliştir. İnsan kendi iç düzenini kurduğunda, artık dışarıdaki hiçbir otoritenin tehdidi onu korkutmaz. Çünkü o düzen, dışarıdan gelecek hiçbir emirle kurulmamıştır; tamamen içteki sükûnetin kendiliğindenliğinden doğmuştur. Bir insan kendi kendine hükmedebildiği anda, kimse ona hükmedemez.
İç düzeni bulan bir insan, artık kendi yalanlarını da taşıyamaz. Yalanlar ağırlık yapar; ağırlık insanı salt yere çeker; salt yere çekilen insan hiçbir manada göğü göremez. İç düzen, yalanlardan kurtuldukça hafifler; hafifledikçe yükselir. Bu yükseliş bir gösteriş değildir; bir yalnızlaşma, bir durulma, bir derinleşme hâlidir. Kimsenin fark etmediği ama insanın içini tamamen değiştiren bir hâl.
Yani İdris’in adı, aynı zamanda insanın kendi kendine yalan söylemeyi bırakmasının adıdır. İnsan kendine yalan söylediği sürece dışarıdaki bütün doğrular bile ona yanlış görünür. Çünkü yalan sadece bir cümle değildir; bir duruştur. Kişi kendi içindeki hakikate sırtını döndüğünde, dışarıdaki en açık gerçeği bile göremez. Gözleri açık olsa da görme yetisi kararmıştır.
İnsan kendine “iyiyim” der; ama içinde huzur yoktur. “doğruyum” der; ama içinde çelişki vardır. “ahlaklıyım” der; ama içinde gizli hesaplar vardır. “hakikati seviyorum” der; ama en ufak yüzleşmede kaçacak delik arar. İşte bu yalanlar, insanın göğe çıkmasını engelleyen en ağır taşlardır. Bu taşların ağırlığı, insanın ruhunu yere çiviler. İdris’in yüzüne bakmak, bu taşları tek tek eline alıp tartmak demektir. Bazı taşların ağırlığı yıllardır taşındığı için normal görünür; oysa o taşlar insana ait değildir. Insan, ait olmadığı yükleri taşımaya başladığında kendi levhasını kirletir. O kir zamanla görünmez olur; görünmez olduğunda ise insan artık kendi aynasına bile bakamaz hâle gelir.
Kendi aynasına bakamayan bir insan, dışarıdaki bütün aynaları kırmak ister. Çünkü aynada görünen yüz, onun unuttuğu hakikati hatırlatır. Idris’in adı, insanın kendi aynasından kaçmasını engelleyen güçtür. Bu güç, insana ne kadar acı verirse versin, onun asıl yüzünü göstermeye devam eder.
İnsan kendi aynasına bakmayı öğrendiğinde, içindeki en büyük korkusunu tanır: kendisi olmak korkusu. Çünkü çoğu insan, kendisi olmaktan ziyade başkalarının gözünde bir görüntü olmak için yaşar. Bu görüntü, kişinin en değerli sandığı şeydir; o görüntüyü kaybetmekten korkar. O görüntüyü korumak için kendi hakikatini bile feda eder. Işte bu feda ediş, insanın iç düzenini bozan kırılmadır.
İdris’in adı, bu kırılmanın kapanmasını sağlayan hatırlatmanın adıdır: “kendin ol; çünkü başka bir şey olamazsın.” bu cümlenin ağırlığı, insanın yıllarca taşıdığı bütün sahte kimliklerin üstüne çöker. Sahte kimlikler çatırdamaya başlar; çatırdama sesleri insanı korkutur. Ama o korku, içteki ilk özgürlüğün habercisidir.
Kendi iç düzenini bulan bir insan artık dışarıdaki hiçbir görüntünün esiri olmaz. Görüntüler değişir, insanlar değişir, hayat değişir; ama insanın içindeki sadakat değişmez.
İdris’in yükselişi, iç dünyanın ağır taşlarını yerinden oynatma cesaretidir dedik; şimdi bu taşların insan üzerinde nasıl büyüdüğünü anlamak gerekiyor.
Çünkü insan, taşıdığı yükleri çoğu zaman bilmez; bilmediği yükü taşımaktan yorulmaz, sadece neden yorulduğunu anlayamaz. Bu anlamayış, insanı en büyük körlüğe sürükler: kendine dair körlük.
İnsanın kendine dair körlüğü, dış dünyaya dair bütün yorumlarını zehirler. Birine kızar ama kızdığı şey kendi yarasıdır; birine hayran olur ama hayran olduğu şey kendi eksikliğidir; birine güvenir ama güveni kendi ihtiyaçlarından doğar; birinden nefret eder ama nefret ettiği şey kendi korkusudur. Bu nedenle insan, kendi iç düzenini kurmadan kimseyi doğru yerde göremez.
İnsan başkalarında gördüğü hemen her şeyin aslında içindeki bir yansıma olduğunu fark ettiğinde derinden sarsılır. Çünkü yıllarca dışarıdaki insanları suçlayarak, öfkelenerek, yücelterek kurduğu bütün kurgular çökmeye başlar. O kurgular çöktükçe insan, içindeki çıplak hakikatle karşılaşır. Bu karşılaşma kolay değildir; çoğu insan bu karşılaşmayı yaşamak yerine dışarıdaki insanları değiştirmeye çalışır. Oysa değiştirmesi gereken tek yer kendi içidir.
Zira insan içte değişmedikçe dışı ne kadar düzeltirse düzeltsin sonuç yine aynıdır: içindeki düzensizliğin başka bir sahnede yeniden ortaya çıkışı. Bu yüzden kadim anlatılarda “içini düzelt ki dışın düzelsin” denir; ama bu cümle çoğu insan tarafından sadece iyi bir nasihat gibi duyulur. Oysa bu bir nasihat değil, iç dünyanın bir değişmez yasasıdır.
İnsan, içindeki karanlığı görmeden ışığa çıkamaz. Karanlık görmek, karanlığı sevmek değildir; karanlığı bilmek, karanlığın nereden beslendiğini anlamaktır. Idris’in yükselişi bu yüzden önce karanlığın fark edilmesiyle başlar.
İnsan kendi karanlığını gördüğünde utanır; utanmak, iç dünyanın en keskin aynasıdır. Bu aynaya bakabilen kişi, kendi içindeki kötülüğü inkâr etmeyi bırakır. Kötülüğü inkâr eden, kötülüğün esiri olur; onu kabul eden, onun üstüne çıkar.
Kendi karanlığını gören insan değişmeye başlar; çünkü artık karanlığı başkasının üzerinde görüp suçlayamaz. Suçlamak kolaydır; ama suçlamanın kolaylığı insanı küçültür. Kendi içindeki karanlığı kabul eden insan ise büyür; çünkü kabul etmek cesaret ister. İdris’in adı, bu cesaretin de adıdır. İnsan iç dünyasını değiştirdikçe dışarıdaki ilişkileri de değişir. Daha önce öfkelendiği şeylere artık öfkelenmez; çünkü o öfkenin kaynağını içte bulmuştur. Daha önce hayran olduğu şeylere artık hayran olmaz; çünkü o hayranlığın eksikliğini içte görmüştür. Daha önce korktuğu şeylere artık korku duymak zorunda kalmaz; çünkü korkunun kaynağını içte çözmüştür. Yükselmek, işte bu zincirlerin kırılmasıdır. Ve insan iç düzenini oturttuğunda, artık geçmişiyle kavga etmez. Geçmiş sadece bir hikâye olur; ama bu hikâye ona salt acı vermez, çarpıklıklarının daimi kaynağı olmaktan çıkar. Çünkü insan, o hikâyenin kendisini buraya getiren basamak olduğunu anlamıştır.
Nefret ettiği adımlar, kaçtığı yüzler, pişman olduğu sözler, sakındığı gerçekler… hepsi birer basamaktır.
İşte burada o eski şahit, kadim cevher açılır: Basamaklar olmadan yukarı çıkılmaz. İdris’in adı, basamakların bu anlamını, ve bunların basamak olduklarının anlamını görmenin adıdır.
Her biri İdris’in İnsan’a yükselişini tahakkuk ettiren bu basamakları saymakla bitiremeyiz, İdris’in adını anlatmakla tüketemeyiz. Aşağıda anılanlar, İdris’in yükselişi ve İdris’in adı hakkında kaleme alınmış bazı hususlardan ibarettir:
Bu basamaklar içinde, iç düzeni bulan insanın dış dünyasında da bir sakinlik oluşur. Artık hızlı konuşmaz; çünkü sustuğunda bile içi konuşuyordur. Artık acele etmez; çünkü acele sadece iç karışıklığın belirtilerinden biridir. Artık başkalarının hayatına müdahale etmez; çünkü her müdahale insanın kendi huzursuzluğundan doğar, bilir. İç huzuru olan kimse dışarıyı zorla düzeltmeye kalkmaz.
İnsanın iç düzeni bir kez kuruldu mu, onu hiçbir dış güç yıkamaz. Çünkü o düzen insanın kendi emeğiyle kurulmuştur; hazır alınmış bir düzen değildir. Başkasının öğrettiği bir kalıp değil, insanın kendi içinden doğan bir hakikattir. Hakikat içten doğduğunda, hiçbir dış fırtına onu yok edemez.
İdris’in adı, bu içten doğan düzenin adıdır, ahenktir, ahenkin cevheridir.
Kendi iç düzenini kuran insan, artık kendi kendine yalan söylemeyi bırakır demiştik; şimdi bu bırakmanın insanı nasıl yeniden doğurduğunu anlamak gerekir. Çünkü insan, en çok kendine söylediği yalanlarla yorulur. Başkalarına söylediği yalanların ağırlığı o kadar değildir; ama kendi içindeki yalana verdiği onay, insanın ruhunda taşlaşır. O taş, insanın iç sesinin üstüne oturur ve o sesi boğar.
İdris’in adı, bu boğulmuş sesi yeniden nefese kavuşturan bir çağrıdır.
İnsan kendine söylediği yalanları fark ettiğinde önce bir suçluluk duyar; çünkü yıllarca kendisini haklı çıkarmak için kurduğu bütün bahaneler bir anda anlamını yitirir. Suçluluk, insan için hem ateştir hem su. Yakar ama aynı zamanda temizler. Insan bu temizlenmeyi yaşarken zorlanır; çünkü temizliğin getirdiği açıklık, yıllarca kapalı tuttuğu odaları birden aydınlatır. O odalarda unuttuğu korkular, gömdüğü arzular, reddettiği duygular, ertelediği yüzleşmeler vardır.
Bu odalara girmek cesaret ister. Çoğu insan kapıyı açtığı anda geri çekilir; çünkü gördüğü şey kendi karanlığıdır ve insan kendi karanlığını görmekten çekinir. Oysa karanlıkla yüzleşmeden insan kendine iyilik edemez.
İdris’in adı, karanlıktan korkmayanın adıdır; çünkü bilir ki karanlık, ışığın yokluğu değil, ışığın çağrısıdır.
Karanlığı gören, aslında ışığa yönelmiştir.
İnsan içindeki odaları aydınlattıkça kendi bütünlüğünü yeniden fark eder. O bütünlük, insanın kendisini ilk kez tanıdığı andaki berraklık gibidir. Çocukken sahip olduğu, ama büyüdükçe kaybettiği bir berraklık. Çocuk, içinden geçeni saklamaz; saklamadığı için de parçalanmaz. Büyüyen insan ise sakladığı için bölünür. İdris’in yükselişi, sakladığın şeyleri açıklıkla yüzüne koyar; açıklık geldiğinde bölünme biter. Bölünme bitince insan artık iki farklı benlik taşımak zorunda kalmaz. Dışarıda bir ben, içeride başka bir ben; toplum için bir yüz, yalnızlık için başka bir yüz; hakikat için bir niyet, çıkar için başka bir niyet… bu ikili hayat insanı içten çürütür zaten. Çürüme başladığında insan kokusunu bile duyamaz hâle gelir; ama çevresindekiler o çürümeyi hisseder. İdris’in adı, bu hususun iptal edilmesidir, çürümüş yerleri iyileştiren, ikili hayatı tekleştiren bir dürüstlüğün adıdır.
İnsan ikili hayatını bıraktığı anda hafifler; hafifleyen bir insanın yürüyüşü değişir, sözü değişir, bakışı değişir. Kelimeleri daha ağır ama daha samimi olur; suskunluğu daha derin ama daha güvenli olur; öfkesi daha az ama daha haklı olur; sevinci daha sade ama daha gerçek olur. İç dünya düzeldiğinde dış dünya doğal olarak değişir. Dışarıdaki değişim, içteki doğruluğun gölgesidir yalnızca. Kendi kendine yalan söylemeyi bırakan insan, artık kimsenin beğenisine muhtaç olmaz. Çünkü beğenilme arzusunu doğuran şey, insanın kendi içindeki boşluğudur. Boşluk doldurulmadığında insan başkasının gözünde kendini var etmeye çalışır.
İdris’in adı, bu boşluğun içten doldurulmasının adıdır.
Boşluk kendi içinden dolduğunda dışarıdan gelecek alkışların sesi insanı tatmin etmez; tatmin etmeyen şeyin peşinden gitmek gerektiğini de söylemez İnsan bu noktada ağır bir gerçeği fark eder: herkese iyi görünmek zorunda değildir. Herkesin sevgisini kazanmak zorunda değildir. Herkesin övgüsünü toplamak zorundadeğildir. Çünkü bunlar insanın özüne değil, görüntüsüne aittir. Görüntüsünü korumakisteyen kişi hayatı boyunca maskelerle yaşar; özünü korumak isteyen ise bütün maskelerikırar. Maskelerin kırılışı acı verir ama özgür kılar. Idris’in adı, özgürlüğün bu acı başlangıcının adıdır.
İç düzeni kurulan insan artık kendi kendini sorgulamaya başlar. Bu sorgulama bir kaygı değil, bir temizliktir. Kendi niyetlerini, kendi sözlerini, kendi davranışlarını görür ve onları düzeltir. Kendini düzelten insanın başkalarını düzeltmeye ihtiyacı kalmaz. Çünkü başkasını düzeltme arzusu çoğu zaman kendi iç düzensizliğinden doğar. Düzeni bulmuş biri, başkasına karışmaz; çünkü karışmanın ardında gizli bir kibir olduğunu bilir. Bu dönüşümün en belirgin işareti şudur: insan artık sessizce öğrenmeye başlar. Öğrenmek için konuşmaz; öğrenmek için susar. Çünkü susmak, iç dünyanın genişlemesidir. Içi genişleyen insan artık ne darılır durmadan, ne bağırır durmadan, ne savunur durmadan. Savunma gerektirmeyen bir iç huzur vardır onda. O huzur, idris’in hikâyesindeki asıl yükselişin işaretidir. Sonunda da insan şunu fark eder: yükselmek, yukarı çıkmak değil; yükten arınmaktır. Arınan bir ruh, yere de göğe de aynı mesafededir. Bu mesafe, bir dengedir; insanın içindeki iki büyük yönün barışmasıdır. Barış sağlandığında insan artık savaşmaz; ne kendisiyle, ne başkasıyla, ne hayatla.
İdris’in adı, bu barışın adıdır.
İnsan kendi tepkilerini anladıkça, kendi derinliğini de anlar. Derinlik, insanın kendine karşı dürüstlüğünün en açık göstergesidir. Dürüst olanın tepkisi sade olur; içiyle dışı çatışan kişinin tepkisi ise ya aşırıya kaçar ya da tamamen bastırılır. Idris’in hikâyesi, aşırılıkla bastırılmışlık arasındaki o ince çizgiyi gösteren bir işarettir. O çizgide duran insan, ne kendini tüketir ne başkasını yıpratır. Dışarıdaki dünyanın getirdiği sınavlar, insanın içteki bu çizgide nasıl durduğunu test eder. Bir övgü, insanı şımartırsa iç düzen henüz olgun değildir; bir eleştiri, insanı yıkarsa iç düzen henüz güçlenmemiştir; bir kayıp, insanı isyana sürüklerse iç düzen henüz köklenmemiştir; bir başarı, insanı kibirle doldurursa iç düzen henüz saflaşmamıştır.
İdris’in yükselişi, bu testlerden geçerken ayağını kaybetmemektir.
İnsan bu testlerden geçerken kendisi hakkında daha çok şey öğrenir. Öğrenmek dediğimiz şey, dışarıdan bilgi almak değil; içteki bulanıklığı aydınlatmaktır. Içi aydınlanan insan, artık neye neden tepki verdiğini, neyi neden istediğini, neyi neden reddettiğini daha açık görür. Bu açık görme hâli, insanı hem ağırlaştırır hem hafifletir. Ağırlaştırır, çünkü yüzleşme vardır; hafifletir, çünkü yüzleşme özgürlük getirir. Bu özgürlük insanı daha sakin yapar. Sakinlik, tembellik değildir; sakinlik, karmaşanın içinden sağlam çıkabilen bir yüreğin belirtisidir. Idris’in yükselişi bu sakinliği öğretir.
Sakin olan insan, ne aceleci olur ne geç kalıcı. Adımları kendine göre bir ritme oturur; bu ritim, dışarıdaki dünyanın hızından bağımsızdır. Insan iç düzenini kurduğunda, artık dışarıdaki fırtınaların onu savurmasına izin vermez. Fırtına çıkar ama içteki direk kırılmaz; rüzgâr eser ama içteki ateş sönmez; gece çöker ama içteki yol karanlıkta kaybolmaz. Çünkü o yol, insanın en eski şahidinin öğrettiği bir yolculuktur.
İdris’in adı, işte bu yolculuğun adıdır.
İnsan kendi yolunu gördüğünde, artık başkasının yoluna karışmaz. Karışmadığı için kibirlenmez; karışmadığı için de umursamaz olmaz. Sadece bilir ki her insanın kendi iç düzenini kurması için kendi zamanına, kendi sancısına, kendi karanlığına ihtiyacı vardır. Bir insan kendi karanlığını tanımadan başkasının karanlığını aydınlatamaz. Başkasını düzeltmeye çalışan çoğu insan kendi içindeki geceyi henüz duyamamış olandır. Işte bu yüzden idris’in adı, başkasının göğüne çıkmak değil; kendi iç göğüne çıkmak demektir. Kendi göğüne çıkan insanın bakışı değişir. Artık kimse ona yüksek görünmez; kimse ona değersiz görünmez. Çünkü içte yükselen insan, dışarıdaki yüksekliklerin ve düşüklüklerin sadece görünüş olduğunu bilir.
Ve sonunda insan şunu fark eder: dışarıdaki hiçbir güç, iç düzeni olan bir insanı yenemez. Iç düzeni bozulmuş bir insan ise, dışarıdaki en küçük rüzgârda bile yıkılır.
İdris’in adı, güçlü bir iç düzenin sembolüdür.
İnsan kendi iç düzeninin işleyişini fark ettikçe, ilişkilerinin de bu düzen tarafından belirlendiğini anlamaya başlar. Çünkü insan ilişkilerini çoğu zaman dışarıdaki kişilere bağlı sanır; oysa ilişkiler, iç dünyanın görünür yüzünden ibarettir. Içte ne varsa, dışarıya o sızar. Içte korku varsa ilişkilerde savunma vardır; içte kin varsa ilişkilerde sertlik vardır; içte iyileşmemiş bir yara varsa ilişkilerde sızlama vardır. Idris’in adı, bu içsel sızıların fark edilmesini sağlayan bir aynanın adıdır.
İnsan çoğu zaman ilişkilerinde kırıldığını zanneder; fakat kırıklık dışarıda değildir, içeridedir. Dışarıdaki bir söz, bir davranış, bir bakış… bunlar kırılma değildir; kırılmanın dokunduğu tetikleyicilerdir. Gerçek kırılma çok daha derin ve çok daha eskidir. Insan içteki kırığı fark ettiğinde, dışarıdaki darbelerin etkisi azalır. Darbeler azalmaz ama insan artık o darbelerin içine gömülmez. Idris’in yükselişi, bu gömülmeyi durduran farkındalığın adıdır.
Kırgınlıklar insanı ikiye böler. Bir taraf affetmek ister, diğer taraf unutamaz; bir taraf yürümek ister, diğer taraf yerinde donar. Bu ikilik insanın iç enerjisini tüketir.
İdris’in çağrısı, bu iç enerjiyi tek bir yönün etrafında toplamaya başlatır.
Bir insan bir kırgınlığı gerçekten anladığında, affetmek zorunda kalmaz; çünkü affetmeye gerek kalmadan yara kendiliğinden kapanır. Kapanan yara acı vermez; kapanmayan yara ise insanın tüm hayatını zehirler. Bir yarayı taşıdığı sürece, taşıdığı yarayı karşısındaki insana yükler. Yüklediğini de fark etmez. “beni anlamıyorlar” der; aslında anlamadığı kendi içidir. “beni kırıyorlar” der; aslında kırığı yıllardır içindedir. “beni terk ettiler” der; aslında uzun zaman önce kendisini terk etmiştir. Idris’in adı, bu ters yüz edilmiş algıyı gerçek yerine oturtan bir berraklığın adıdır.
İnsan ilişkilerde en büyük yanılgıyı şurada yaşar: karşısındaki insanı olduğu gibi değil, yarasının gözünden görür. Yara gözlüğü, insanı hem kör eder hem yanlış yönlendirir. Yara gözlüğüyle bakılan bir davranış, olduğundan daha sert görünür; yara gözlüğüyle duyulan bir söz, olduğundan daha ağır gelir. Idris’in hikâyesi, bu gözlüğü çıkarıp çıplak gözle görmenin hikâyesidir.
Çıplak gözle görmek, insanın kendi sorumluluğunu da çıplak hâle getirir. Çünkü artık suçlayacak bir perde kalmamıştır. Insan bu noktada kendine ağır bir soruyu sorar: “ben bu ilişkide ne taşıdım?” bu soru ne kadar acı verirse versin, iyileştiricidir. Insan kendi katkısını gördüğünde, kendi kurtuluşunun da anahtarını bulur. Çünkü kurtuluş her zaman içten başlar; dışarıdan gelen hiçbir söz, insanı kendi içinden kurtaramaz. Insan kendini anladıkça başkalarını da daha yumuşak görmeye başlar. Başkalarına yumuşak davranmak zayıflık değildir; iç gücün işaretidir. Çünkü içi güçlü olan, şiddet üretmez; içi zayıf olan ise en küçük sarsıntıda saldırganlaşır. Idris’in adı, bu iç güçlenmenin adıdır. Içi güçlenen insan, kendi kırılganlıklarını saklama ihtiyacı duymaz; çünkü kırılganlık artık bir tehdit değil, bir bilgiye dönüşmüştür. Iç düzeni bulduğunda, ilişkilerdeki beklentileri de değişir. Artık karşısındakinden “beni tamir et” beklemez; çünkü tamirin kendi içinden geleceğini anlamıştır. Artık “beni anla” diye yalvarmaz; çünkü anlaşılmanın önce kendini anlamaktan geçtiğini bilir. Artık “beni taşı” diye sızlanmaz; çünkü kendi yükünü taşımanın yetişkinlik olduğunu görmüştür.
İdris’in adı, insanı kendi üstüne binen sorumluluğun altına koyan bir iradenin adıdır.
Bir insan kendi içindeki bu dönüşümü yaşadığında, ilişkiler de doğal olarak sadeleşir. Sahte bağlar çöker; sadece gerçek bağlar kalır. Gerçek bağların az olması insanı korkutmaz; çünkü gerçek bağların ağırlığı, sahte kalabalıkların gürültüsünden daha değerlidir.
İdris’in adı, bu sadeleşmenin adıdır.
İnsan içindeki düzeni kurdukça, bir başka gerçeği daha fark eder: hiçbir duygu kendiliğinden gelmez; her duygu bir kök taşır. Bu kök bazen çocuklukta, bazen gençlikte, bazen ilk utançta, bazen ilk reddedişte, bazen ilk gururda, bazen ilk kayıpta saklanır. Insan bu kökleri bilmeden duygularını anlamaya kalktığında, kendini bir anda karmaşanın içinde bulur.
İdris’in öğretileri, insanın duygularının köklerini görmesini sağlar.
İnsan hakkaten çoğu zaman duygularını “bugün oldu” zanneder; oysa hiçbir duygu bugünün değildir.
Bugünkü olay sadece bir tetikleyicidir; kök ise yıllardır içte birikmiş bir tortudur. Tortu temizlenmeden duygular berraklaşmaz; berraklaşmayan duygu ise insanı ya boğar ya taşır. Boğan duygu insanı içeri çeker; taşıran duygu ise dışarı saldırır.
İdris’in adı, bu iki uç arasında insanın nefes almasını sağlayan bir açıklığın adıdır.
Duyguların kökünü görmek, insanın kendisine karşı acımasız değil ama dürüst olmasıyla mümkündür. Dürüstlük çoğu zaman insanın en çok korktuğu şeydir; çünkü dürüstlük, saklamayı imkânsız hale getirir. Insanın sakladığı her şey sonunda kendisini ele verir. Ele verdiği anda insan iki seçenekle karşılaşır: ya yüzleşir ya kaçar. Çoğu insan kaçar; kaçı̧̧̧̧ ise duyguların daha da derine gömülmesi demektir. Yüzleşme ise duyguların yerinden çözülmesidir.
İdris’in yükselişi, yüzleşmeyi seçenlerin yükselişidir.
İnsan duygularının köklerine inmeye başladığında önce acı duyar; çünkü kökler her zaman temiz değildir. Köklerde kayıplar, ihanetler, kırgınlıklar, utançlar, korkular, eksiklikler, yarım kalmış cümleler, tamamlanmamış vedalar, söylenmemiş sözler vardır. Bunlar içte taş gibi durur. Bu taşlar yıllarca insanın omzunda ağırlık yapar; insan da bu ağırlığın nedenini anlamadan yıllarca taşır durur.
İdris’in adı, bu taşları tek tek eline alıp tanımanın adıdır.
Bir duygunun kökü görüldüğünde o duygu artık düşman olmaktan çıkar. Düşman olmayan şey, insana zarar vermez. Insan duygularına düşman olmayı bırakınca duyguları onu devirmeyi bırakır. Çünkü duygu dediğimiz şey, insanın içindeki en eski anlatıcılardan biridir; doğru okunursa bir öğretmen olur, yanlış okunursa bir işkenceciye dönüşür. Idris’in yükselişi, duyguyu işkenceci olmaktan çıkarıp öğretmene dönüştüren bir bilinçtir. Bu noktada insan duygularını sadece “iyi” ve “kötü” diye ayırmamayı öğrenir. Çünkü bir duygu “kötü” diye bastırıldığında, o duygu içte zehir olur. Zehir dolaştıkça insanın davranışlarına sızar; davranışlara sızdıkça ilişkilerini bozar; ilişkiler bozuldukça insan kendine yabancılaşır. Yabancılaşan insan ise kendi içinde ikiye ayrılır.
İdris’in adı, bu ayrılığı reddeden bir bütünlüğün adıdır.
Bir insan korkusunu kabul ettiğinde cesareti doğar; öfkesini kabul ettiğinde merhameti büyür; kıskançlığını kabul ettiğinde özgürlüğü derinleşir; utancını kabul ettiğinde kendiliği güçlenir; kırgınlığını kabul ettiğinde kalbi genişler. Çünkü her bastırılan duygu, insanın içinde hapsettiği bir gücün bedelidir. O güç serbest kaldığında, insan kendisini yenilenmiş bulur.
İdris’in adı, işte bu serbest bırakmanın adıdır.
İnsan kendi duygularını anlamaya başladığında, artık kendi tepkileri üzerinde hüküm kurabilir. Tepki dediğimiz şey, duygunun acil ve düşünülmeden ortaya çıkan hâlidir. Tepki yönetilemediğinde, insan kendisini yönetemez. Idris’in çağrısı, bu yönetimi yeniden insanın eline verir. Duyguların kökleri görüldüğünde, tepkinin yönü değişir; kişi içte sakinleştiğinde, dışta fırtına kopsa bile yıkılmaz. Duygularının köküne inen insanın dili de değişir. Artık başkalarını suçlayarak konuşmaz; kendi içini işaret ederek konuşur. “sen beni yaraladın” yerine “benim bir yarama dokundun” der. Bu cümle insanın yumuşadığını değil, güçlendiğini gösterir. Çünkü kendi yarasını kabul eden insan, artık o yaranın kölesi değildir.
İdris’in adı, bu özgürlüğün adıdır.
İnsan duygularını tanımayı öğrendikçe, düşüncelerinin de duygulardan bağımsız olmadığını fark eder. Insan zanneder ki düşünceler kendiliğinden gelir; oysa düşünce, duygunun kılığına girmiş bir harekettir çoğu zaman. Bir duygu düşünceye dönüşür; düşünce inanca dönüşür; inanç davranışa dönüşür; davranış kader zannedilir. Kader sanılan şey ise, çoğu zaman görülmemiş bir duygunun kararlarımızın içinden konuşmasıdır.
İdris’in çağrısı, işte bu konuşmayı durduran fark ediştir.
İnsanın zihni, duyguların rüzgârıyla savruldukça karmaşıklaşır. Karmaşıklaşan zihin bir süre sonra gerçeği olduğu gibi göremez; çünkü her düşünce bir sis tabakasıyla kaplanır. Bu sis tabakası altında insan kendini bilge hisseder, ama aslında labirentin ortasında döner durur. Labirentin duvarları dışarıda değildir; insan kendi duvarlarını kendi örer.
İdris’in adı, bu duvarların aralanmasını sağlayan içsel bir cesaretin adıdır.
Düşüncenin duygudan bağımsız olmadığını anlayan kişi, artık düşüncesini sorgularken duygusuna da bakar. Hangi düşüncenin arkasında hangi korku var? hangi yargının ardında hangi yaralanma saklı? hangi kesin hükmün altında hangi sarsıntı çalışıyor? insan kendine bu soruları sorabildiği an, düşüncesinin köleliğinden çıkmaya başlar. Çünkü düşüncenin en büyük tuzağı, kendini gerçek gibi sunmasıdır.
İdris’in adı, bu tuzağı bozan berraklığın adıdır.
İnsan düşüncelerini hakikat sanmaya başladığında kendi içindeki zorbanın da sesini yükseltmiş olur. Zorbalar her yerdedir; dış dünyada da vardır, iç dünyada da. Içimizdeki zorba, “haklısın” diye fısıldar; “asla hata yapmazsın” diye bağırır; “diğerleri yanılıyor” diye kışkırtır. Bu fısıltı, insanın kendine kurduğu en tehlikeli tuzaktır. Haklılık, insanın en büyük sarhoşluğudur. Sarhoş olan kişi kendisini doğru görür, başkasını yanlış.
İdris’in yükselişi, bu sarhoşluğun uyanışıdır.
İnsan düşüncelerinin peşinden koşarken çoğu zaman duygularının itişlerine kapıldığını fark etmez. Bir düşünce öfkeye dayanır, bir düşünce kıskançlığa, bir düşünce korkuya, bir diğeri yalnızlığa. Insan bu duyguları fark etmezse düşüncelerini de gerçek zanneder. Ama duygular fark edildiğinde düşünce çıplak kalır. Çıplak kalan düşünce, güçsüzleşir. Güçsüzleşen düşünce, insanı yönetemez.
İdris’in adı, bu yönetimden kurtuluşun adıdır.
Düşüncenin gücü, insanı yukarı da taşıyabilir aşağı da. Ama çoğu insan kendi düşüncesiyle kendine tuzak kurar. Bu tuzaklar görünmezdir: “ben böyleyim”, “ben değişmem”, “ben haklıyım”, “benim yolum doğru”. Oysa insanın kendini sınırlayan her cümlesi, kendi ruhunu da daraltır. Daralan ruh nefes almakta zorlanır; nefesi daralan insan da hayata geniş açıyla bakamaz.
İdris’in adı, insanın nefesini açan bir aydınlıktır.
Bir insan düşüncelerini sorgulamaya başladığında, kendi zihniyle arasında bir mesafe oluşur. Bu mesafe olgunluğun işaretidir. Olgun insan, düşüncesiyle iç içe yaşamaz; düşüncesine dışarıdan bakabilir. Bu bakış insanı hem özgür yapar hem kırılgan. Özgür yapar, çünkü artık düşüncelerin esiri değildir; kırılgan yapar, çünkü kendisine karşı daha açık ve savunmasızdır. Fakat tam bu savunmasızlık, gerçek gücün başlangıcıdır.
İdris’in adı, işte bu savunmasızlığın içindeki güçtür.
İnsan düşüncelerinden uzaklaştıkça, zihnin ne kadar gürültülü olduğunu fark eder. Gürültü çoğu zaman bir savunma sistemidir. Zihnin konuştuğu yerlerde kalp susmuştur. O yüzden
İdris’in çağrısı, zihni susturmak değil; zihni kalbin altına koymaktır.
Kalbin altına konulan düşünce yumuşar; yumuşayan düşünce insanı keskinleştirmez, inceltir. Incelen insan daha duyarlı olur; duyarlı insan da hakikate daha yakın durur. Insanın düşünceyle kurduğu ilişki derinleştikçe, dış dünyanın söylemleri de anlamını kaybetmeye başlar. Çünkü insan artık dışarıdan gelen her sözü, kendi içinden geçen bir süzgeçten geçirir. Süzgeç yoksa insan her söze inanır, her söze öfkelenir, her söze teslim olur. Süzgeç varsa insan dinler ama bağlanmaz; bakar ama savrulmaz; anlar ama teslim olmaz.
İdris’in adı, bu süzgecin adıdır.
Ve insan düşüncelerini tanımaya devam ettikçe şunu fark eder: düşünceler onun değildir; o düşüncelerin içinden geçmektedir sadece. Insan gelip geçen şeylerle özdeşleşmediğinde özgür olur. Özgür olan insan, hakikati daha net görür. Net gören insan ise hem kendine hem başkasına daha az zarar verir.
İdris’in adı, bu zararın bitişine işaret eden bir bilincin adıdır.
İnsan düşüncelerinin gelip geçici olduğunu fark ettikçe, artık kendisini düşünceler üzerinden tanımlamayı da bırakmaya başlar. Çünkü insanın yaptığı en büyük hata, zihninden geçen her şeyi kendisi sanmasıdır. “böyle düşünüyorum” der; ama aslında o düşünce yıllar önce duyduğu bir cümlenin tortusudur. “bunu istiyorum” der; ama aslında o istek başkasının arzusunun gölgesidir. “ben buyum” der; ama o “ben” çoğunlukla travmaların bir dikiş tutturma çabasıdır.
İdris’in adı, bu yanlış benliklerin çözülmesini sağlayan bir çıplaklaştırmanın adıdır.
Kendi düşüncelerini gözlemlemeye başladığında, ilk kez kendisiyle arasında bir mesafe oluşur. O mesafe, insanın yeniden doğduğu andır. Yeniden doğuş dediğimiz şey bir mucize değildir; insanın kendisiyle ilk kez dürüst bir temas kurmasıdır. O temas olmadan insanın bilgisi de, ilişkileri de, duaları da, eylemleri de sahte bir zemin üzerinde durur. Sahte zemin üzerinde duran her şey er ya da geç çöker.
İdris’in yükselişi, bu zeminin sağlamlaştırılmasıdır.
Bu sağlam zemin, insanın içindeki dalgalara rağmen ayakta kalmasını sağlar. Çünkü insanın içi bazen bulanır, bazen karışır, bazen sonsuz bir derinliğe düşmüş gibi olur. Bu düşüşler insana tehlikeli görünür; ama düşüşün kendisi tehlikeli değildir, düşüş sırasında yanlış yöne tutunmaktır tehlikeli olan. Insan düşerken korkuya tutunursa korku onu aşağı çeker; öfkeye tutunursa öfke onu yakar; suça tutunursa suç onu ağırlaştırır.
İdris’in adı, insanın düşerken hangi dala tutunacağını hatırlatan bir uyarıdır.
Düşünceleri gözlemlemek, insanın kendine karşı geliştirdiği en büyük merhamettir. Çünkü gözlemleyen kişi artık kendini cezalandırmaz; cezalandırmadığı için de düşüncelerini bastırmaz. Bastırmadığı için düşünceler güçlenmez; güçlenmeyen düşünceler de insanı yönetemez.
İdris’in adı, zihnin bu hafiflemesini sağlayan bir bilincin adıdır.
İnsan kendi düşüncelerinin akışını izlerken şunu fark eder: hiçbir düşünce kalıcı değildir ve hiçbir düşünce tek başına hüküm veremez. Bir düşünce gelir, bir başkası gelir; biri korkutur, biri sakinleştirir; biri karartır, biri aydınlatır. Insan bu akışı izlemeyi öğrendiğinde, artık düşüncelerin peşinden sürüklenmez. Sürüklenmeyen zihin özgürdür. Özgür zihnin bir adımı, tutsak zihnin yüz adımından daha değerlidir.
İdris’in yükselişi, işte bu özgürlüğün yükselişidir.
Bu özgürlük insanın yüzüne de, sesine de, yürüyüşüne de yansır. Yüzündeki gerilim azalır; sesindeki titreme diner; yürüyüşü yavaşlar ama ağırlaşmaz. Çünkü zihnin ağırlığı çözülmüş, kalbin yükü hafiflemiştir. Insan artık ne geçmişin esiridir ne geleceğin kölesi. Anın içinde, kendi derisinin sıcaklığında, kendi nefesinin sakinliğinde yürür.
İdris’in çağrısı, bu yürüyüşün çağrısıdır.
Düşünceleri gözlemleyen insanın dili de değişir. Artık kesin hükümler vermez; çünkü hükmün arkasında saklanan kibri fark etmiştir. Artık keskin cümleler kurmaz; çünkü keskin cümlelerin ardında gizlenen korkuyu tanımıştır. Artık kendisini yüceltmez; çünkü yüceltmenin ardında kendi değersizliğini saklama çabası olduğunu anlamıştır.
İdris’in adı, bu inceliğin adıdır.
İnsan kendi düşüncelerinden uzaklaştıkça başkalarının düşüncelerine karşı da yumuşar. Birinin yanlışı ona artık tehdit gibi gelmez; birinin eksikliği onu rahatsız etmez; birinin hatası onda öfke uyandırmaz. Çünkü bilir ki herkes kendi içindeki labirentte yürümektedir. Herkes kendi sisli düşüncelerinin içinden yol bulmaya çalışmaktadır. Bu bilme hâli insanı mütevazı yapar; mütevazılık ise insanın en gerçek erdemidir. Insan düşüncelerin gelip geçiciliğini idrak ettiğinde, artık hiçbir düşünceyi kendisinin son sözü zannetmez. Çünkü insanın son sözü yoktur; insanın her sözü bir başlangıçtır.
İdris’in yükselişi, insanın her düşüncesini bir başlangıç olarak görebilmesidir.
Bu başlangıç duygusu insanın hem gençliğini korur hem olgunluğunu artırır. Ne çocuk gibi dağılır ne yaşlı gibi donar. Canlı kalır. Ve sonunda insan şunu fark eder: düşünce bir misafirdir; kalıcı olan düşüncenin geldiği yer ve gittiği yöndür. O yer ve yön doğruya dönükse düşünce de doğruya hizmet eder; yanlış bir zeminden geliyorsa düşünce de yanıltır. Idris’in çağrısı, insanın bu yönü doğru tayin etmesinin çağrısıdır. Anlaşılması gereken budur. Insan düşüncelerinin gelip geçiciliğini fark ettikten sonra, bu kez daha derinde bir soruyla karşılaşır: “öyleyse beni ben yapan nedir?” çünkü insan yıllarca kendisini düşüncelerinin toplamı sanmıştır. Bir düşünce gelir kendisini zeki hisseder, bir düşünce gelir değersiz hisseder, bir düşünce gelir vazgeçilmez olduğunu zanneder, bir düşünce gelir yok olmak istediğini söyler. Bu kadar değişkenin arasında sabit bir benlik aramak, insanı iç çatışmanın ortasında bırakır. Idris’in çağrısı, sabitin değişkenden ayrıldığı noktayı göstermektir. Bu sabit nokta, bir duygu değildir; çünkü duygular sürekli değişir. Bir düşünce değildir; çünkü düşünceler her an şekil değiştirir. Bir alışkanlık değildir; çünkü alışkanlıklar bile zamanla çözülür. Bir benzetme, bir imaj, bir sosyal rol değildir; çünkü bunlar insanın dış dünyaya verdiği tepkilerden oluşur. Sabit olan, bütün bu değişkenlerin arasından sessizce bakan farkındalıktır. Farkındalık bozulmaz; sadece perdelenir.
İdris’in adı, o perdeyi kaldırmanın adıdır.
Farkındalık açıldığında insan kendi içindeki küçük ama sarsılmaz bir merkezin varlığını hisseder. O merkez insanın yaralanmayan, eksilmeyen, genişleyen ama kırılmayan tarafıdır. Çoğu insan bu merkeze hiç dokunmadan yaşar; çünkü merkeze ulaşmak için kendi karanlığından geçmesi gerekir. Karanlığa girmeden ışığa çıkılmaz. Idris’in çağrısı, karanlığa adım atabilmeyi öğretir. Karanlığa adım atan insan önce kendi içinin kalabalığını duyar. Düşünceler bağırır, duygular fısıldar, geçmiş çağırır, gelecek tehdit eder. Insan bu seslerin altında ezilir gibi olur. Ama tam ezileceğini sandığı anda, derinlerde bir sessizlik belirir. O sessizlik bir boşluk değildir; o sessizlik insanın kendine en yakın olduğu yerdir.
İdris’in yükselişi, insanın bu sessizliği tanımasıdır.
İnsan içindeki bu sessizliği duyduğunda artık dışarıdaki gürültüler onu eskisi kadar rahatsız etmez. Çünkü bilir ki dışarıda ne olursa olsun, içeride bir sığınak vardır. Bu sığınak, insanın kendinden kaçmadığı tek yerdir. Çoğu insan kendi içinden kaçar; kaçarak yaşamayı hayat sanır. Oysa kaçtığın her adım seni kendinden uzaklaştırır. Idris’in sesi, bu kaçışın bittiği yerde duyulur. Bu sessiz merkeze temas eden insan artık kendi iç dünyasına sahip çıkar. Başkalarının övgüsüne artık eskisi kadar ihtiyaç duymaz; çünkü içindeki sessiz merkezde kendi değerini hisseder. Başkalarının yargılarına da eskisi kadar kapılmaz; çünkü o yargıların çoğunun hakikate değil, insanların kendi yaralarına dayandığını bilir. Idris’in adı, insanın kendi değerini dışarıdan değil, içinden aldığı bir olgunluğun adıdır. Insan içindeki sessizliğe daha çok yaklaştıkça, hayatındaki her şey anlamını değiştirmeye başlar. Anlam dediğimiz şey nesnelerde değil, bakanın gözündedir. Göz değiştiğinde dünya da değişir. Bir manzara artık sadece bir görüntü değildir; bir bakış artık sadece bir temas değildir; bir kelime artık sadece bir ses değildir. Insanın içi derinleştiğinde gördüğü her şey de derinleşir.
İdris’in yükselişi, bu derinliğin yükselişidir.
Bu derinlik insanı inceltir. Incelmek zayıflamak değildir; incelmek sertliğin kırılmasıdır. Eski sertlikler çözülür, eski yargılar dağılır, eski öfkeler küçülür. Insan inceldikçe daha güçlü olur; çünkü gücünü artık sertlikten değil ağırlıksızlıktan alır. Ağırlığı azalan insan daha net görür, daha doğru duyar, daha sahici konuşur. Idris’in adı, bu sahiciliğin adıdır. Içindeki sessiz merkeze temas eden insan artık hızla hareket etmez. Hız ziyandır; hız saklamaktır; hız kaçıştır. Insan kendi içinden kaçtığında hızlanır. Kendine yaklaştığında ise yavaşlar. Yavaşlık, insanın iç dünyasının genişlediği yerdir. Genişleyen iç dünya dışarıya karşı daha sabırlı, daha anlayışlı, daha dirençli hale gelir. Idris’in adı, bu genişliğin adıdır. Ve sonunda insan şunu fark eder: sabit olan, değişenin arkasında duran o sessiz şahittir. Bu şahit incinmez, öfkelenmez, yorulmaz, dağılmaz. Insan bu şahidi duyduğunda, hayatın bütün değişkenleri bir oyun gibi görünür. Artık oyuna kapılmaz; oyunda rol yapmaz; oyunu yargılamaz. Sadece seyreder. Seyretmek edilgenlik değildir; seyretmek, hakimiyettir.
İdris’in adı, bu hakimiyetin adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan içindeki sessiz şahidi fark ettikten sonra, bu kez onunla ilişki kurmayı öğrenir. Çünkü bir şeyi fark etmekle onunla yaşamayı bilmek aynı şey değildir. Sessiz şahit ilk fark edildiğinde sanki insana yabancı gelir; çünkü insan yıllarca dış seslerin içinde yaşadığından, içteki bu derin sükûnete alışık değildir. Sükûnet önce ürkütür. Ürküten şey sükûnetin kendisi değil, insanın kendi içindeki gürültünün ona karşı koyamayacağını anlamasıdır.
İdris’in yükselişi, bu sükûnetle barışmanın yükselişidir.
Sessiz şahit ile ilişki kurmak, insanın kendini ikiye bölmeden bir bütün olarak görmesine yol açar. Eskiden biri öfkeli olduğunda kendini “öfkeli ben” diye tanımlar, biri kırgın olduğunda “kırgın ben”, biri neşeli olduğunda “mutlu ben”. Bu çokluluk, insanı iç savaşın ortasında bırakır. Oysa sessiz şahit, bütün bu hallerin altındaki değişmeyen tanıklıktır. Tanıklık, halden hale sürüklenmez. Insan bunu anladığında iç dünyası derin bir nefes alır. Bu tanıklık, kişinin içindeki en büyük özgürlüktür. Çünkü tanık olan, bağlanmaz; bağlanmayan, sürüklenmez; sürüklenmeyen, parçalanmaz. Çoğu insan düşüncelerine bağlandığı için düşüncelerinin kölesi olur; duygularına bağlandığı için duygularının savruluşunu yaşar; arzularına bağlandığı için arzularının kırbacıyla yürür. Idris’in adı, bağları çözmenin, kölelikten çıkmanın adıdır. Tanıklığın bu özgürlüğü, kişinin hayatındaki acıları da yeni bir ışıkla görmesini sağlar. Acı, insanı yıkan bir şey olmaktan çıkar; acı, insanı uyandıran bir şeye dönüşür. Çünkü acı, iç dünyanın bir sinyalidir. Yaranın yerini gösterir. Acı olmasa insan nereden iyileşeceğini bilemez. Acıdan kaçan insan iyileşemez. Acının üstüne giden insan ise dönüşür.
İdris’in yükselişi, acının öğretmenliğini kabul edenlerin yükselişidir.
Sessiz şahitle temas eden insan artık acıyı saklamaz. Saklamamak küçülmek değildir; saklamamak, acıya hükmetmektir. Acı saklandığında büyür, acı görüldüğünde küçülür. Bu yüzden insan içindeki acıları bir yabancı gibi değil, bir haberci gibi karşılamayı öğrenir. Her acı bir mesaj taşır: “burada bir eksiklik var.” “burada bir yanlış var.” “burada bir unutma var.” “burada bir terk ediş var.” idris’in adı, bu mesajları okuyabilmenin adıdır. Tanıklığın verdiği açıklık, insanın duygularını ve düşüncelerini birbirine karıştırmasını da engeller. Artık duyguyu düşünce sanmaz; düşünceyi duygu zannetmez. Içte her şey yerli yerine oturmaya başlar. Oturan düzen dışarıya da yansır. Insanın yüzünde bir açıklık, dilinde bir dinginlik, sesinde bir güven belirir. Bu hâl anlaşılmaz bir büyüklük değildir; insanın kendi içindeki merkezle kurduğu temasın doğal sonucudur. Ve insan bu merkezle temas ettikçe şunu fark eder: dışarıdaki hiçbir güç bu merkezi sarsamaz. Insanlar değişir, sözler değişir, şehirler değişir, kader değişir, yollar değişir; ama merkez değişmez. Merkezden bakmayı öğrenen biri, hayatı artık bir saldırı alanı olarak değil, bir sahne olarak görür. Gelen gelir, giden gider; ama merkezde kalan sarsılmaz.
İdris’in adı, bu sarsılmazlığın adıdır.
Sessiz merkeze yerleşen insanın cesareti de değişir. Çünkü gerçek cesaret, korkusuzluk değildir; gerçek cesaret, korkunun içinden geçebilmektir. Korkusuz olan çocuk gibidir; ama korkusunun içinden geçen, yetişkin olur. Korkuyu tanıyan insan, korkunun hükmünü elinden alır. Korku hükmünü kaybedince insanın içindeki enerjiyi serbest bırakır.
İdris’in çağrısı, işte bu serbestliktir.
Bu sessiz tanıklık, insanın iç konuşmasını da değiştirir. Artık kendine “neden böyle oldum?” diye acımasız sorular sormaz; “ben buradan nasıl geçerim?” diye sorar. “neden benim başıma geldi?” diye yakınmaz; “bu bana ne göstermeye çalışıyor?” diye düşünür. Bu soru değişikliği bile insanın iç dünyasında devrimdir.
İdris’in adı, bu devrimin adıdır.
Ve sonunda insan şunu fark eder: içindeki sessiz şahit, onun gerçek benliğidir. Diğer bütün benlikler geçicidir; diğer bütün haller yoldadır; diğer bütün kimlikler kabuktur. Şahit ise özdür. Öz var oldukça insan yönünü kaybetmez. Yönünü kaybetmeyen insan ise hayatın bütün karanlıklarına rağmen yolunu bulur.
İdris’in yükselişi, özün yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan içindeki sessiz şahitle bağ kurduktan sonra, bu kez hayatın akışını farklı bir gözle izlemeye başlar. Çünkü daha önce dışarıdan gelen her etkiyi tehdit olarak görürdü; şimdi ise dışarıdaki her şeyin içindeki bir işarete dokunduğunu fark eder. Bu fark ediş, insanı kırılgan kılmaz; tam aksine, insanı daha dayanıklı yapar. Dayanıklılık, hayata karşı sert durmak değildir; dayanıklılık, hayata karşı yumuşak kalabilmektir. Idris’in adı, bu yumuşaklığın içindeki gücün adıdır. Insan hayatının akışında artık tesadüf görmez. Çünkü tesadüf sandığı şeylerin aslında kendi iç dünyasının dışarıdaki yansımaları olduğunu anlamaya başlar. Bir karşılaşma, bir söz, bir kayıp, bir fırsat, bir temizlik, bir karanlık… bunların hiçbiri rastgele değildir. Insanın içindeki hâller, dışarıdaki olaylarda kendini görünür kılar. Bu görünürlük, insanı ürkütmez; bilakis insanı uyandırır. Uyanan insan artık “neden böyle oldu?” diye sormaz; “bana ne söylüyor?” diye sorar. Çünkü bilir ki her olayın içinde bir mesaj taşınır. Bu mesaj bazen bir uyarı, bazen bir iyileşme, bazen bir dönüşüm, bazen bir vedadır. Insan bu mesajları okumaya başladığında, artık hayata karşı direnmez. Direnmenin anlamsızlığını görür. Hayatla savaşan, kendine yenilir. Hayatla uyumlanan, kendini bulur. Idris’in çağrısı, uyumun da cesaret olduğunu öğretir. Insan hayatın akışına bu yeni gözle bakınca, kendi seçimlerinin de daha berrak göründüğünü fark eder. Çünkü insan çoğu zaman “kader beni buraya getirdi” der; oysa kaderin adı çoğu zaman kendi kararlarının gölgesidir. Insan gölgeyi fark ettiğinde, artık seçimlerini başkasının yükünün üzerine yıkmaz. Başkasını suçlamayı bıraktığında, içindeki olgunlaşma başlar. Olgunlaşmak yaş almak değildir; olgunlaşmak sorumluluğu kabul etmektir.
İdris’in adı, bu kabulün adıdır.
Bu kabul insanı hafifletir. Çünkü insan yıllarca başkalarının yapmadıklarını kendi kaderine yazmıştır. “beni anlamadılar”, “beni sevmiyorlar”, “bana haksızlık yaptılar”, “beni görmüyorlar”-tüm bu cümleler insanın kendisini pasifleştirdiği iç seslerdir. Pasifleşen insan, kaderin edilgen bir izleyicisi haline gelir. Oysa içteki sessiz şahit uyandığında, insan artık edilgen kalmak istemez. Kendi hayatına katılmak ister. Katılım, insanı yeniden diriltir. Insan bu canlılık hâline ulaştığında, artık hiçbir şeyi zorla itmeye ya da zorla çekmeye çalışmaz. Çünkü bilir ki güçle çekilen hiçbir şey insanın elinde durmaz; güçle itilen hiçbir şey gerçekten uzaklaşmaz. Insan kendi iç dengesini bulduğunda, hayatındaki şeyler de doğal olarak yerli yerine oturur. Bu oturuş bir düzenle değil, bir kendiliğindelikle olur.
İdris’in adı, bu kendiliğindeliğin adıdır.
İnsan hayatın akışına güvenmeye başladığında korkuları da dönüşür. Korku ortadan kalkmaz; ama korkunun rengi değişir. Eskiden korku bir duvar gibiydi; şimdi bir işaret gibidir. eskiden insanı durdururdu; şimdi insanı düşündürür. Eskiden tehdit gibi görünürdü; şimdi rehber gibi anlaşılır. Çünkü insan korkusunun kaynağını gördüğünde, korku artık düşman değil öğretmen olur. Idris’in yükselişi, korkuyu düşmandan öğretmene dönüştüren bu bilincin yükselişidir. Ve insan hayatın akışına bu yeni gözle bakmayı öğrendikçe, artık hiçbir şey onu yıkmak için gelmez; her şey onu bir sonraki hâline taşımak için gelir. Insanın üstüne yıkılan taşlar bile, altında bir kapı saklar. Insan bunu göremezse taşın altında kalır; görürse taşın içinden geçer.
İdris’in adı, taşın altında kapıyı görenlerin adıdır.
Bu noktada insan artık her şeyin zamanını da daha iyi duyar. Bazı şeylerin hemen gelmesi gerekmez; bazı şeylerin hemen bitmesi de gerekmez. Insan sabrın anlamını daha derin bir yerden kavramaya başlar. Sabır, pasif bekleyiş değildir; sabır, zamanın kendi ritmiyle iş göreceğini bilip insanın kendi iç ritmini bozmamasıdır.
İdris’in adı, bu ritmin adıdır.
Ve sonunda insan şunu fark eder: hayatın akışı, ona karşı değildir. Hayatın akışı bir sınav değil, bir dil gibidir. Bu dili okuyabilen, kendi içindeki derinliğin de dilini çözer. Çözen insan yolunu bulur.
İdris’in adı, yol bulanların adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan hayatın akışını bir dil gibi okumayı öğrendikten sonra, artık kendisinin de bu akışın bir parçası olduğunu anlamaya başlar. Çünkü daha önce insan hayatın dışında, hayat ise insanın dışında gibiydi. Insan bir şey isterdi, hayat başka bir şey verirdi. Insan bir şeyden kaçardı, hayat onu tekrar önüne getirirdi. Bu çekişme, insanı bitmek bilmeyen bir mücadeleye sürüklerdi. Idris’in adı, insanın bu mücadelede kendine dönüp “belki de hayat bana karşı değil, ben kendime karşıyım” demesini sağlayan bir uyanıştır. Insan kendine karşı olduğunu fark edince çok sarsılır. Çünkü yıllarca suçladığı bir kader vardır, yakındığı bir adaletsizlik vardır, kendini kurban hissettiği durumlar vardır. Bu hissiyat insanı ayakta tutan bir şey gibi görünür, ama gerçekte tüketir. Tükettiği şey insanın cesareti, insanın iradesi, insanın öz güvenidir. Insan, kendisini kurban konumunda tuttukça kendi yaşamının dışına düşer. Idris’in çağrısı, insanı kendi yaşamına yeniden çağıran bir kapıdır. Kendi yaşamına katılmak, insanın kendi yaptıklarının sonuçlarına sahip çıkmasıyla başlar. Çünkü insan çoğu zaman sonucu sahiplenir ama sebebi sahiplenmez. Iyi bir şey olduğunda “ben yaptım” der; kötü bir şey olduğunda “hayat yapıyor” der. Sonuçları paylaşan çoktur; sebepleri üstlenen ise azdır.
İdris’in adı, sebepleri üstlenenlerin adıdır.
Sebepleri üstlenmek insanı ağırlaştırmaz; insanı özgürleştirir. Çünkü insan ancak kendi sebebini taşıyan bir varlık olduğunda gerçekten yürümeye başlar. Yürümek, sadece adım atmak değildir. Yürümek, insanın içindeki ağırlığı bir yerden başka bir yere taşımayı kabul etmesidir. Her adım, iç dünyadaki bir düğümün biraz daha çözülmesi demektir. Bu çözülme bazen acı verir, bazen huzur verir, bazen hiç ses çıkarmadan olur. Ama insan yürüdükçe kendini tanır. Yürümeyen insan ise sürekli aynı yerde dolanır, aynı soruları sorar, aynı hataları tekrarlar. Idris’in hikâyesi, yürümeyi bilmenin hikâyesidir. Yürüyen insanın hayatla ilişkisi de değişir. Çünkü yürüyen insan artık hiçbir şeyi “şans” olarak görmez. Karşısına çıkan bir kapı, bir yenilgi, bir dostluk, bir düşmanlık, bir veda, bir başlangıç… bunların hepsinin içinde bir yönlendirme olduğunu anlar. Bu yönlendirme ne bir ceza ne bir ödüldür; insanın bir sonraki hâline geçmesi için yapılan bir çağrıdır. Hayat, insanı bir hâlden diğerine taşımak için sürekli konuşur. Idris’in adı, bu konuşmayı duyanların adıdır. Bu duymak hâli, insanın içini inceltir ama zayıflatmaz. Incelik zayıflık değildir; incelik, hayatın en keskin yerlerinden geçerken bile insanın kalbini sertliğe teslim etmemesidir. Sertlik korur gibi görünür ama içi çürütür; incelik zorlar gibi görünür ama içi genişletir. Genişleyen iç, insanı taşır; daralan iç, insanı boğar. Idris’in çağrısı, içi genişletmenin çağrısıdır. Hayatın akışını okuyabilen insan artık acele etmez. Çünkü bilir ki acele etmek, insanın kendi iç ritmini bozmasıdır. Ritmi bozulan insan, yanlış zamanda doğru şeyi yapar; doğru zamanda yanlış şeyi yapar. Yanlış zamanların toplamı ise pişmanlık olur. Idris’in adı, doğru zamanın içte duyulmasının adıdır. Doğru zaman, sadece olayların değil, insanın hazır oluşunun zamanıdır. Hazır oluş, insanın kendine karşı dürüstlüğünden doğar. Insan içte hazır değilse dışarıdaki koşullar mükemmel olsa bile yol yürünmez. Içte hazırsa dış koşullar ne kadar çetin olursa olsun yol mutlaka açılır. Çünkü yol dışarıda değil, içtedir. Dışarıdaki yollar sadece içteki kararlılığın yansımalarıdır. Idris’in hikâyesi, içteki yolun dışarıdaki yolu belirlediğinin hikâyesidir. Bu noktaya gelen insan kendi kaderine karşı tutumunu da değiştirir. Artık “neden ben?” diye sormaz. “bununla kim olacağım?” diye sorar. Bu soru insanı dönüştürür. Çünkü kader insanı ezmek için değil, insanın içindeki potansiyeli açmak için vardır. Potansiyelin açılması kolay değildir; ağaç bile toprağı yararak çıkar. Insanın içindeki öz de aynı şekilde kabuğu yararak açılır. O kabuk yılların korkuları, yılların inançları, yılların yükleridir. Kabuk kırıldığında içteki öz dışarı çıkar. Idris’in adı, kabuğu kıranların adıdır. Ve sonunda insan şunu fark eder: hayat ona karşı değil; hayat ona doğru akar. Insan akışa direndiği sürece yorulur; akışa uyduğu sürece genişler. Genişleyen insan, artık küçücük şeylere takılmaz; küçücük insanları büyütmez; büyüttüğü sorunları küçültür; küçülttüğü sorunların ardındaki yeni kapıyı görür. Idris’in yükselişi, bu kapıların tek tek açılmasının yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan hayatın ona doğru aktığını fark ettikten sonra, artık kendi içindeki direnç noktalarını da daha açık görmeye başlar. Çünkü insanın iç direnci, çoğu zaman düşman olarak tanımladığı şey değildir; insanın kendi gelişimine karşı duyduğu eski alışkanlık bağlılıklarıdır. Alışkanlıklar insanın en görünmez zincirleridir. Zincir, demirden olmayabilir; bazen bir söz, bazen bir korku, bazen bir kişi, bazen bir geçmiş, bazen bir başarı, bazen bir hata… insan zinciri kendi elleriyle örer. Idris’in adı, bu zincirleri fark etmenin adıdır. Zincir fark edildiğinde insanın ilk tepkisi kaçmak olur. Çünkü zinciri görmek, insanın kendisine karşı inşa ettiği hapishaneyi görmek demektir. Bu hapishane çoğu zaman güvenli görünür. Insan zanneder ki bu sınırlar onu korur; oysa bu sınırlar insanı sadece küçültür. Küçük alanda kalan ruh büyümez; büyümeyen ruh genişleyemez; genişleyemeyen ruh daralır; daralan ruh kendi kendine acı verir. Idris’in yükselişi, bu daralmanın kırılmasıdır. Insan içindeki daralmaları fark ettikçe, hayatının neden belli noktalarda tekrar ettiğini anlamaya başlar. Çünkü insan, çözmediği dersi tekrar yaşar. Aynı kişi farklı yüzlerle gelir, aynı acı farklı olaylarla döner, aynı korku farklı sözlerle kendini gösterir. Insan bu tekrarı hayatın adaletsizliği zanneder; oysa bu tekrar, hayatın sabrıdır. Hayat, insan öğrenene kadar aynı kapıyı çalar. Idris’in adı, bu kapının açılmasını sağlayan içsel idrakın adıdır. Insan kapıyı açtığında, ilk kez sorumluluk duvarıyla karşılaşır. Sorumluluk ağır gelir. Çünkü sorumluluk, insanın kendi payını kabul etmesidir. Çoğu insan acısını kabul eder ama payını kabul etmez. Acı insanı mağdur gösterir; pay ise insanı yetişkin yapar. Yetişkin olmak kolay değildir; çünkü yetişkin, hayatıyla ilgili mazeret üretmez. Idris’in adı, mazeretleri bırakanların adıdır. Mazeret bırakıldığında insanın içindeki enerji serbest kalır. Çünkü mazeretler, insanın ruhunu zincirleyen prangalardır. Her mazeret bir öz savunmadır; her savunma korkunun başka bir ismidir. Insan korkusunu kabul ettiğinde savunmaya ihtiyaç duymaz; savunma bittiğinde mazeret de biter. Mazeretsiz insanın adımları hem daha ağır hem daha kararlı olur.
İdris’in adımları böyle adımlardır.
İnsan kendi sorumluluğunu kabul ettikçe, hayatındaki yükün değiştiğini hisseder. Yük azalmaz, ama anlamı değişir. Önceden insan yükü taşırken eziliyordu; şimdi aynı yük ona güç verir. Çünkü yükün anlamı değişmiştir. Yük insanı aşağı çekmek için değil, insanın kaslarını büyütmek içindir. Insan yük sayesinde güçlenir; güçlenen insan daha büyük bir yükü kaldırabilir. Bu döngü insanı derinleştirir.
İdris’in adı, bu derinliğin adıdır.
İnsan sorumluluğu kabul ettiğinde bir başka şey daha olur: başkalarının yükünü taşımaktan vazgeçer. Çünkü çoğu insan kendi hayatını yaşamak yerine başkalarının hayatını yönetmeye çalışır. “onu kurtarayım”, “bunu düzelteyim”, “şunu yönlendireyim”… bunlar iyilik gibi görünür, ama çoğu zaman insanın kendi yaşamından kaçmasıdır. Kendi acısıyla yüzleşmek istemeyen başkasının acısına koşar. Kendi seçiminin sorumluluğunu almak istemeyen başkasının kararını düzeltmeye çalışır. Idris’in adı, insanın kendi alanına dönüp kendi yükünü taşımasının adıdır. Bir insan kendi yükünü taşıyabildiğinde başkalarına da gerçek anlamda yardım edebilir. Çünkü artık yardım etmek bir gösteri, bir üstünlük ya da bir zorunluluk değildir. Yardım, taşan bir yerden gelir. Dolu insan taşar; boş insan çırpınır. Idris’in hikâyesi, taşanın hikâyesidir. Taşan ruh, kendi yerinde duramaz; kendiliğinden akar. Bu akış bir iyiliktir, ama gösterişsiz bir iyiliktir. Gösterişsiz olan, gerçektir. Sorumluluk duvarını geçen insanın içinde yeni bir kapı daha belirir: özgürlük. Özgürlük dış dünyadaki sınırların kalkması değildir; özgürlük, insanın içindeki engellerin çözülmesidir. Engeller çözülünce insan hayatı olduğundan daha büyük bir alan olarak görmeye başlar. Dar odadan çıkan biri gibi geniş bir düzlüğe adım atar. Nefesi genişler, kalbi genişler, aklı genişler.
İdris’in çağrısı, işte bu genişliğin çağrısıdır.
Ve insan özgürlüğün tadını aldığında şunu fark eder: hayat, insanı esir eden hiçbir şeyi zaten zorla tutmaz. Insan kendi eliyle bağlıdır, kendi eliyle çözer. Çözüm dışarıda değil, içeridedir. Insan içindeki engeli kaldırdığında, dışarıdaki engel kendiliğinden düşer.
İdris’in adı, iç engelleri kaldıranların adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan kendi iç engellerini kaldırmaya başladığında, bu kez hayatın ona sunduğu alanın ne kadar geniş olduğunu görmeye başlar. Çünkü daha önce hayat ona dar geliyordu; dar gelen hayat değil, dar olan kendi içiydi. Insan içten daraldığında dünya da daralır; insan içten genişlediğinde dünya da genişler. Bu yüzden bazı insanlar aynı şehirde boğulur, bazıları ise aynı şehirde özgürleşir. Boğulma şehirden değil, içten gelir. Idris’in adı, iç genişliğin adıdır. Insan iç genişliğini fark ettiğinde, daha önce korktuğu şeylerin artık korkutucu olmadığını fark eder. Çünkü korkunun kaynağı dışarıda değildir; korkunun kaynağı, insanın içindeki sıkışmış enerjidir. Bu enerji çözüldüğünde korku da çözülür. Korku çözülünce insanın yürüyüşü değişir. Yıllarca aynı kapının önünde duran biri gibi değil, yıllardır kilidi çözmeye çalışan ama sonunda kilidi açan biri gibi yürür. Adımlarının anlamı değişir.
İdris’in yükselişi, bu yürüyüşün değişmesidir.
İnsan iç genişliğe ulaştığında, artık kendisini tehlike üzerinden tanımlamaz. Çoğu insan kendini tehlikelere karşı konumlandırarak yaşar. “bunu yaparsam kaybederim”, “şunu söylersem yargılanırım”, “bunu istersem reddedilirim.” bu cümleler insanın içindeki sınırları örer. Sınırlar korur gibi görünür, ama gerçekte insanı hapishaneye çevirir.
İdris’in adı, bu hapishanenin kapısının açıldığı andır.
Kapı açıldığında insan önce tereddüt eder. Çünkü özgürlük ürkütür. Insan yıllarca zincirle yaşadığında zincirsizliği tehdit gibi görür. Zincirsiz insanın adımları boşlukta atılır gibi gelir. O boşluk sanıldığı gibi düşüş değildir; o boşluk insanın ilk kez kanatlarını fark ettiği yerdir. Kanatları fark eden insan, uçma isteğini hatırlar. Uçmak, kaçmak değildir; uçmak, varmak değildir; uçmak, kendi genişliğini taşımaktır. Idris’in çağrısı, insanın bu genişliğe kanat açmasının çağrısıdır. Özgürleşme insanın iç sesini de değiştirir. Artık “yapabilir miyim?” sorusu “yapacağım”a dönüşür. “acaba?” cümlesi “deneyeceğim”e dönüşür. “ya olmazsa?” korkusu “olmasa da yürürüm” olgunluğuna dönüşür. Başarısızlık artık tehdit değildir; başarısızlık, yeni bir yönün habercisidir. Bu yüzden özgür insan kaybetmekten korkmaz. Korkmayan insanın yüzü tanınır; o yüz, iç huzurun yüzüdür.
İdris’in adı, bu yüzün adıdır.
İnsan iç engelleri kaldırdıkça bir şeyi daha fark eder: aslında kendisini yıllardır savunduğu şeylerin çoğu, kendi içiyle savaşını örtmek içindi. Insan kendini dış dünyaya karşı savunurken aslında kendi kırılganlığını saklamaya çalışır. Ama kırılganlık saklandıkça güçsüzlük olur; görülünce güç olur. Bu paradoks çoğu insanın hayatını yönetir. Kırılganlığını görebilen, güçlenir; saklayan, zayıflar. Idris’in yükselişi, kırılganlığın güç oluşunun adıdır. Bir insan kendi kırılganlığını kabul ettiğinde, artık başkalarının kırılganlığını da daha şefkatle görür. Bu şefkat, acıma değildir; bu şefkat, eşitliktir. Çünkü herkesin içinde yaralar vardır. Herkesin içinde karanlık odalar vardır. Herkesin içinde yıllar önce unutulmuş bir çocuk vardır. Bu çocuk bazen ağlar, bazen susar, bazen sığınacak bir yer arar.
İdris’in adı, o çocuğun elinden tutan bilincin adıdır.
İnsan iç genişlikle beraber dış dünyaya karşı daha açık olur. Çünkü artık korunmaya ihtiyaç duymaz. Korunmaya ihtiyaç duymayan insanın kalbi daha açık olur. Açık kalp, insanı incinir kılmaz; açık kalp, insanı koruyan en büyük zırhtır. Çünkü kalbi açık olan kişi hiçbir şeyden kaçmaz. Kaçmayan insan hiçbir şeyden kaçırmaz. Idris’in çağrısı, kalbin bu açıklığının çağrısıdır. Bu genişlik hâline ulaşan insanın hayatında ilginç bir şey olur: artık aradıklarının çoğu kendiliğinden gelir. Çünkü aranılan şey insanın iç genişliğiyle uyumluysa, hayat o kapıyı açar. Uyumlu değilse, hayat o kapıyı kapatır. Kapanan kapılar insanı hayal kırıklığına uğratır; ama kapının kapalı olması yolun yanlış olduğunu gösterir. Yanlış yol kapanmasa insanlar doğru yolu bulamazdı. Idris’in adı, kapalı kapıların ardındaki hikmeti görenlerin adıdır. Ve insan iç genişliğini korudukça şunu fark eder: iç genişlik bir kez elde edilen bir başarı değil; her gün yeniden yapılan bir tercihtir. Insan genişlemeyi seçer ya da daralmayı seçer. Genişleyen ruh hafiftir; daralan ruh ağırdır. Insan kendi ağırlığını kendi seçer. Idris’in yükselişi, bu seçimin her defasında bilinçle yapılmasının yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan iç genişliğini fark edip bu genişliği taşımaya başladığında, hayatla kurduğu bağ da derinden değişir. Çünkü daha önce hayat ona karşı bir güç gibi görünürdü; şimdi ise hayatın, insanın içindeki hareketleri tamamlayan bir ritim olduğunu anlar. Ritim dışarıda değil, içeridedir. Insan iç ritmini bozduğunda dışarıdaki ritim ona çarpışma gibi görünür; iç ritmini bulduğunda dışarıdaki her şey onunla uyum içinde akmaya başlar.
İdris’in adı, bu uyumun adıdır.
Hayatla uyumlanma, pasif bir teslimiyet değildir. Aksine, insanın kendi varlığını bütünüyle hissetmesiyle başlar. Insan kendi varlığını hissetmeye başladığında, artık hiçbir şey ona yabancı gelmez. Yabancılık insanın içindeki parçalanmanın sonucudur. Içte bütünleşen biri dışarıdaki hiçbir olaya “bu bana ait değil” demez. Çünkü bilir ki hayatın önüne koyduğu her şey, onun içindeki bir hâlin dışarıdaki karşılığıdır. Insan bu bütünleşme hâline geldikçe, geçmişiyle olan savaşını da bırakır. Çünkü insanın en yorucu çatışması, geçmişle verdiği çatışmadır. Geçmişi taşımak, sırtında bir küfeyi yokuş yukarı çıkarmak gibidir. Her adımda küfe daha ağırlaşır. Insan bazen küfeyi bıraktığını sanır, ama gerçekte sadece başka bir omzuna almıştır. Idris’in adı, küfeyi bıraktığını zanneden değil, gerçekten bırakanların adıdır. Geçmiş insanın iç dünyasında bir gölge olarak kalır. Gölgeyi yok etmek mümkün değildir; ama gölgeyi olduğu gibi görmek mümkündür. Insan gölgeyi tanıdığında, gölge artık korkutmaz. Gölge, insanın içindeki yaraları gösteren bir işarettir. Gölgeyle barışan, kendi yaralarıyla barışır. Yaralarıyla barışan, kendi geçmişini reddetmez. Geçmişini reddetmeyen ise kaderini suçlamayı bırakır.
İdris’in çağrısı, bu barışın çağrısıdır.
Barışmak, unutmak değildir. Barışmak, geçmişin yükünü bugünün üzerine taşımamaktır. Çünkü insan geçmişiyle barışmadığında, gelecek de geçmişin tekrarı olur. Hayat aynı döngüde sıkışır. Döngü kırılmadıkça yol açılmaz. Yol açılmadıkça insan yürüyemez. Yürüyemeyen insan sadece devinir; devinen insan ilerlemez.
İdris’in adı, döngüleri kıranların adıdır.
İnsan geçmişiyle barıştıkça geleceğe karşı da daha geniş bir bakış geliştirmeye başlar. Çünkü geleceğe dair kaygı, çoğu zaman geçmişten taşan yaraların sesidir. Insan geleceği tehdit gibi görür; oysa tehdit, gelecekte değil, insanın içindeki belirsizliğe tahammülsüzlüğündedir. Belirsizlik, insanı rahatsız eder; çünkü insan kontrol etmek ister. Kontrol etmek, insanın kendini güvende hissetmek için yarattığı bir yanılsamadır.
İdris’in adı, kontrolün bıraktığı yerde doğan gerçek güvenin adıdır.
Gerçek güven, dış koşulların mükemmelliğinden doğmaz. Gerçek güven, insanın kendini tanımasından doğar. Insan kendini tanıdığında gelecekle ilgili bütün ihtimaller karşısında sabit kalabilir. Çünkü ihtimaller değişir, insanın özü değişmez. Özü değişmeyen insan da geleceğin dalgalarında savrulmaz. Savrulmayan insan, hayatın nereye akmasını istediğini daha net işitir.
İdris’in yükselişi, bu işitmenin yükselişidir.
Gelecekle ilgili korkular çözülmeye başladığında, insanın içindeki yaratıcılık da açığa çıkar. Çünkü her insanın içinde büyük bir yaratıcı güç saklıdır. Bu güç, korkularla kapatılır. Korku çözülünce güç açılır. Insan içindeki gücü fark etmeye başladığında hayata katılma biçimi de değişir. Artık kendisini edilgen değil, etkin hisseder. Etkin olmak, saldırgan olmak değildir; etkin olmak, varlığını gizlememektir. Idris’in adı, varlığını gizlemeyenlerin adıdır. Bu noktada insan kendi potansiyelinin genişliğini görür. Potansiyel, insanın içindeki ham enerjidir. Bu enerji bazen bir sözde, bazen bir harekette, bazen bir sessizlikte, bazen bir fedakârlıkta, bazen bir direnişte görünür. Ama en çok insanın kendini tanıdığı anda görünür. Çünkü potansiyelin kapısı, insanın kendi içinden açılır. Dışarıdan iterek açılmaz.
İdris’in çağrısı, o kapının içerden açılmasının çağrısıdır.
Ve insan potansiyelinin kapısını açtığında şunu fark eder: hayatın büyüklüğü, insanın büyüklüğünü taşımak için oradadır. Insan kendi büyüklüğünden korkar; çünkü büyüklük sorumluluk ister. Ama büyüklükten kaçmak da küçültür. Küçülen insan kendi gölgesine bile yenilir. Büyüyen insan ise kendi karanlığına bile ışık taşır. Idris’in adı, büyüklüğünü saklamayanların adıdır. Anlaşılması gereken budur. Insan kendi potansiyelinin kapısını açtığında, içindeki enerjinin ne kadar uzun zamandır sıkışmış olduğunu anlar. Çünkü insanın içindeki güç, çoğu zaman korkuların, yanlış inançların, başkalarından devralınmış sınırların ve yılların suskunluklarının altında gömülüdür. Gömülü güç, insanı içten içe rahatsız eder; çünkü kullanılmayan her güç, gecikmiş bir çağrı gibidir. Insan bu çağrıyı yıllarca duyar ama adını koyamaz. Idris’in adı, insanın bu derin çağrıyı sonunda duymasının adıdır. Potansiyelin açılması, insanın bir anda değişmesi değildir; potansiyelin açılması, insanın iç kapıların yerlerini tek tek keşfetmesidir. Bu kapılar bazen beklenmedik yerlerdedir: bir sessizlikte, bir kırılmada, bir yalnızlık gecesinde, bir kayıp anında, bir başarısızlıkta, bir gerilmede. Insan sıradan sandığı anlarda bile içinden bir kapının aralandığını fark edebilir. Kapıyı duyan yürür; kapıyı duymayan olduğu yerde kalır.
İdris’in çağrısı, kapıyı duyan kulağın adıdır.
İnsan potansiyelinin sesini duymaya başladığında, artık hayatın ona verdiği rollerin tamamının kendisine ait olmadığını fark eder. Bazı roller başkalarının beklentilerinden alınır; bazı roller ailenin kalıplarından; bazı roller toplumun sesinden; bazı roller korkunun yalanından. Insan bu rollerin arasında sıkışır; sıkıştığı yer, kendi özünden uzaklaştığı yerdir. Idris’in adı, bu rollerin çözüldüğü ve insanın kendi özüne döndüğü bir çözülmenin adıdır. Öz insanın en sade yeridir. Ama sadelik, basitlik değildir; sadelik, karmaşanın çözülmesidir. Özüne dönen biri artık kimseye benzemek zorunda değildir. Benzemek insanı yorar; özgünlük insanı derinleştirir. Bir insan kendi özüne döndüğünde yüzündeki bütün zorlamalar silinir; dili yumuşar, bakışı derinleşir, yürüyüşü değişir. Çünkü artık kendini taşımak zorunda değildir; kendisi olmanın hafifliği içindedir. Idris’in adı, bu hafifliğin adıdır. Potansiyelin açılmasıyla birlikte insanın zamanla ilişkisi de değişir. Çünkü insan yıllarca zamanı ya kaçırdığı ya da ona yetişmeye çalıştığı bir şey sanmıştır. Oysa zaman, kaçılan ya da kovalanan bir şey değil; içsel bir uyumun dıştaki çizgisidir. Iç uyum sağlandığında zaman insanın karşısına bir düşman gibi dikilmez; zaman insanın yürüyüşüne eşlik eder.
İdris’in çağrısı, zamanla barışmanın çağrısıdır.
Zamanla barışan insan acele etmez; ağır davranmaz; kendi ritmini bulur. Ritmini bulan insan, her şeyi doğru anda yapar. Doğru zamanda yapılan küçük bir adım, yanlış zamanda yapılan büyük bir hamleden daha değerlidir. Bu yüzden potansiyelini açan insanın adımları hem sakin hem kesin olur. Sakinlik kararsızlık değildir; sakinlik, kararlılığın içten gelen gücüdür.
İdris’in adı, bu gücün adıdır.
Potansiyelin açılması, aynı zamanda insanın içindeki yaratıcılığın da serbest kalmasıdır. Yaratıcılık sadece sanat değildir; yaratıcılık, insanın hayatı kendi eliyle şekillendirme gücüdür. Bir cümlede, bir harekette, bir cesarette, bir vedada, bir kabullenişte, bir değişimde… insanlar yaratıcılığı sadece görünür alanlarda arar; oysa en derin yaratım, insanın kendini yeniden kurduğu yerde gerçekleşir. Idris’in adı, bu yeniden kuruluşun adıdır. Bu yeniden kuruluş, insanı hem hafif hem güçlü bir hâle getirir. Çünkü insan içindeki yükleri bıraktıkça hafifler; içindeki gücü açtıkça güçlenir. Hafiflik ve güç genelde birbiriyle çelişiyor gibi görünür; oysa insanın en derin hali bu ikisini bir arada taşır. Hafif olan kırılmaz; güçlü olan savrulmaz. Idris’in hikâyesi, bu iki hâlin aynı bedende birleştiği yerin hikâyesidir. Potansiyel açıldığında insanın ilişkileri de yeni bir şekle bürünür. Çünkü potansiyeli kapalı olan insan, ilişkilerinde bağımlı ya da üstünlük peşinde olur. Potansiyeli açık olan insan ise ne bağlanır ne bağlar; ne üstünlük kurar ne teslim olur. Sadece akar. Akmasını bilenin yanında kimse zorlanmaz; zorlanmayan insan da doğal hâline döner.
İdris’in adı, insanların birbirini zorlamadan bir arada durabildiği bilincin adıdır.
Ve insan potansiyelini açmanın tadını bir kez aldığında, geri dönmek istemez. Çünkü daralan bir iç, genişlemiş hâline geri dönemez. Gören bir göz, tekrar kör olamaz. Duyan bir kulak, duymazlığa alışamaz. Insan bir kez derinliğini hissettiğinde yüzey ona sıkıcı gelir.
İdris’in adı, insanın yüzeyden derine geçişinin mühürlendiği andır.
Anlaşılması gereken budur. Insan potansiyelini açtıktan sonra, içindeki enerjinin yalnızca kendisini değil, çevresini de etkilediğini fark etmeye başlar. Çünkü insan sandığı kadar kapalı bir varlık değildir; insanın iç dünyası görünmez bir alan üretir. Bu alan kimi zaman huzur verir, kimi zaman kaos; kimi zaman güven, kimi zaman gerilim; kimi zaman açıklık, kimi zaman karanlık. Insan bu alanı fark etmediği sürece, başkalarının tepkilerini “onların sorunu” sanır; oysa çoğu tepki, insanın içinden taşan bir çağrının dışarıdaki yansımasıdır.
İdris’in adı, insanın iç alanıyla yüzleşmesinin adıdır.
İnsan kendi iç alanını fark edince, dış dünyanın ona karşı görünmediğini anlamaya başlar. Çünkü insan içte gerginse dışarıdaki her şey ona saldırı gibi görünür; içte korku varsa dışarıdaki her hareket tehdit gibi gelir; içte güvensizlik varsa dışarıdaki her ilişki sınav gibi yaşanır. Bu yüzden iç alanın düzeni, dış yaşamın düzenini belirler. Düzen içten başlar.
İdris’in yükselişi, iç düzenin dışa taşmasının yükselişidir.
İnsan iç alanını fark ettikçe, artık başkalarının davranışlarına karşı daha derin bir sezgi geliştirir. Çünkü insan, başkasının sözünden çok hâlini duyar. Hâl insanı ele verir. Birinin sesi sakin olsa bile içindeki fırtına duyulur; birinin yüzü gülse bile içindeki kırıklık sezilir; birinin sözleri sert olsa bile içindeki korku fark edilir. Bu sezgi, insanın başkalarına hükmetmesini değil, başkalarını anlamasını sağlar. Anlamak, üstten bakmak değildir; anlamak, yan yana durmaktır. Idris’in adı, bu yan yanalığın adıdır. Insan başkalarının iç hâlini gördükçe, onların da kendi yaralarıyla yürüdüğünü anlar. Kimse “tam” değildir. Herkes eksik yerleriyle tamamlanmaya çalışır. Herkes bir şeyden kaçarken bir şey arar. Herkes görünmez yüklerle yürür. Insan bu evrensel kırılganlığı gördüğünde yumuşar. Yumuşayan insan acı çekmez; acı çeken insan sertleşir. Sertlik acıdan gelir; yumuşaklık güçtendir.
İdris’in adı, bu yumuşak gücün adıdır.
İnsan iç alanını fark etmeye başlamışsa, artık dışarıdaki olayları kişisel algılamamayı öğrenir. Çünkü bir söz, bir davranış, bir susuş, bir uzaklaşma-bunlar çoğu zaman karşıdakinin iç hâlinin dışa yansımasıdır, insanla ilgili değil. Ama iç alan dağınık olduğunda insan her şeyi kendisiyle ilgili sanır. Bu sanı insanı yorar, kırar, içten çökertir.
İdris’in çağrısı, bu yanlış sahiplenmenin bitişidir.
İnsan iç alanının dışarıya nasıl taşındığını görmeye başladığında, kendi iç çalışmasının ne kadar kıymetli olduğunu da anlar. Çünkü insan içte neyi çözerse dış dünyada o çözülür; insan içte neyi büyütürse dışarıda o büyür; insan içte neyi küçültürse dışarıda da küçülür. Bu yüzden dönüşüm dışarıdan değil içeriden başlar. Içi temiz olanın dışı berrak olur.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
İç alanla bağlantı kuran insan artık kelimelere eskisi kadar ihtiyaç duymaz. Çünkü hâl konuşur. Kelimenin bittiği yerde insanın gerçek yüzü görünür. Kelimeyle saklanan şey hâlle açığa çıkar. Bir insanın niyetini uzun konuşmalar değil, sessiz duruşu ele verir.
İdris’in öğrettiği dil kelimelerle değil, hâllerle yazılmış bir dildir.
İnsan bu hâl dilini öğrendikçe, başkalarının seslerinin ardındaki gerçekleri daha net duyar. Birinin öfkesinin ardında aslında korku vardır; birinin kibirli oluşunun ardında değersizlik vardır; birinin sessizliğinin ardında utanç vardır; birinin saldırganlığının ardında çaresizlik vardır. Insan bu derin okuma gücünü geliştirdikçe, başkalarıyla kavga etmeyi bırakır. Çünkü kavgaya değer bir düşman bulamaz; herkes yaralıdır. Idris’in adı, bu derin okumanın adıdır. Insan başkalarını bu gözle gördüğünde, kendisiyle ilgili yanılgıları da çözülmeye başlar. Çünkü başkalarındaki yarayı gören, kendi yarasını tanır; başkalarındaki korkuyu gören, kendi korkusunu hisseder; başkalarındaki karanlığı gören, kendi karanlığıyla yüzleşir. Böylece insanın başkalarıyla kurduğu ilişki, kendisiyle kurduğu ilişkiyi iyileştirir.
İdris’in yükselişi, bu çift yönlü iyileşmenin yükselişidir.
Ve insan kendi iç alanını temizledikçe, hayatına yeni insanlar girmeye başlar. Çünkü insan, iç alanının frekansıyla eşleşen insanları çeker. Içi karanlık olan karanlıkla buluşur; içi aydınlık olan aydınlıkla. Bu bir kader değil, bir özdeşlik yasasıdır. Bir insan içte değiştiğinde, hayatındaki herkesin ya yeniden konumlandığını ya da sessizce kaybolduğunu görür. Kimsenin zorla tutulmasına gerek yoktur. Kalan kalır, giden gider.
İdris’in adı, bu zarafetin adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç alanını temizleyip başkalarının hâllerini daha berrak görmeye başladığında, bu kez hayatın ona sunduğu sınırların gerçek yüzünü fark etmeye başlar. Çünkü çoğu insan hayatındaki sınırları dışarıdan konmuş kabuller zanneder; oysa sınır dediği şeylerin büyük bir bölümü kendi iç korkularının mimarisidir. Korku sınır çizer, insan o sınırın dışını tehlike sanır. Oysa tehlike, sınırın dışı değil; sınırın içindeki daralmadır.
İdris’in adı, bu daralmanın fark edilmesinin adıdır.
İnsan iç sınırlarını fark ettikçe, dış sınırların aslında pek az olduğunu görür. Dış dünya insanı zannettiği kadar hapsetmez; insan kendi zihniyle, kendi yargılarıyla, kendi alışkanlıklarıyla, kendi geçmişiyle kendisini hapsetmiştir. Bu hapishanenin parmaklıkları görünmezdir; görünmediği için daha tehlikelidir. Görünen duvarlar yıkılabilir; görünmeyen duvarlar ise insanın iç körlüğüyle güçlenir. Idris’in çağrısı, iç körlüğü aydınlatmanın çağrısıdır. Insan bir gün fark eder ki; özgürlüğünü feda ettiği tüm anlar, kendisini güvende hissetmek istediği anlardır. Oysa güvenlik, özgürlüğün karşıtı değildir; güvenlik, özgürlüğün yanlış yerden aranmasıdır. Insan dışarıdaki şeylerden güvenlik beklerken kendi içindeki temeli unutur. Temeli unutulan insanın evini en küçük rüzgâr bile sallayabilir. Temel sağlam olduğunda ise fırtına bile evi yıkamaz.
İdris’in adı, temelin adıdır.
Temeli bulmak insanın en büyük yolculuğudur. Bu temel ne bir başarı, ne bir insan, ne bir düşünce, ne bir aidiyettir. Temel, insanın içindeki o sabit sessiz merkezdir. Dışarıdaki her şey değişirken, içteki bu merkez değişmez. Hayatın bütün devinimleri bu merkezin etrafında döner. Merkez kaybolduğunda insan hayatın deviniminde savrulur; merkez bulunduğunda devinim insanın etrafında akar. Idris’in yükselişi, bu merkezi bulup yerleşmenin yükselişidir. Insan iç sınırlarını fark ettikçe hayatındaki seçimlerin de nasıl değiştiğini görür. Daha önce korkudan kaçınan yerlerde şimdi merakla adım atar; daha önce utanıp geri çekildiği yerlerde şimdi cesaretle durur; daha önce değerinin onaylanmasını beklediği yerlerde şimdi değerini kendi içinde bulur. Bir insan iç sınırlarıyla yüzleştiğinde dışarıdan gelecek hiçbir yargı onu yönlendiremez. Yönlendiremeyen yargı güçsüzleşir. Idris’in adı, insanın kendi yönünü kendisinin seçtiği anın adıdır. Insan bu yönü bulduğunda artık hayatta rastlantı diye bir şey kalmaz. Her olay bir işaret olur, her insan bir ayna, her karşılaşma bir öğretmen, her ayrılık bir rehber. Insan bu işaretleri okumaya başladığında, hayatın aslında sürekli onunla konuştuğunu anlar. hayatın dili sessizdir; sesi kalpten duyulur. Kalbin sesi yükseldikçe insan hayatın kelimesiz cümlelerini duymaya başlar.
İdris’in adı, bu duyma hâlinin adıdır.
İç sınırlarını çözen insanın yüzünde bir açıklık belirir. Bu açıklık bir ifade değildir; bu açıklık bir haldir. Hal konuşur, hal çağırır, hal tesir eder. Bir insanın yüzündeki açıklık başkasının içindeki karanlığa ışık gibi düşer. Bu düşüş bazen huzur verir, bazen rahatsız eder, bazen uyandırır. Ama her durumda dönüştürür. Idris’in adı, dönüştüren hâlin adıdır. Insan artık başkalarının sınırlarına da saygı duymayı öğrenir. Çünkü kendi iç sınırlarını çözen biri, başkalarının çözülmemiş sınırlarını kavga sebebi değil, yolculuk sebebi olarak görür. Herkes kendi yolunda yürür; herkes kendi korkusunu taşır; herkes kendi karanlığını çözer; herkes kendi sırrıyla yürür. Kimse bir diğerinin yolunu yürüyemez.
İdris’in adı, bu derin saygının adıdır.
Ve insan kendi sınırlarının çözülmesiyle bir genişliğe kavuştuğunda, bu kez hayatın ona daha büyük bir soruyu yönelttiğini hisseder: “artık kim olacaksın?” çünkü sınırları çözülen insan boşlukta kalır. Bu boşluk korkutucu değildir; bu boşluk, insanın kendi özünden yeni bir kimlik inşa etmesine izin veren geniş bir alandır. Bu alanı doldurmak için acele edilmez; acele edilirse eski kalıplar yeniden kurulur. Idris’in çağrısı, bu boşluğun sabırla taşınmasının çağrısıdır. Boşluğu taşıyan insan şunu fark eder: özgürlük, boşluğu doldurmak değil; boşlukta durabilmektir. Boşlukta durabilen insan, kendine en yakın olan insandır. O yakınlık, insanın kendi kaderinin iplerini yeniden eline aldığı andır. Idris’in adı, bu el alışın adıdır. Anlaşılması gereken budur. Insan boşlukta durabilmeyi öğrendiğinde, hayatın ona açtığı alanın aslında yıllardır aradığı alan olduğunu fark etmeye başlar. Çünkü insanın içindeki en büyük acı, bir şeyin eksik olması değil; bir şeyin henüz yerine gelmemiş olmasının sabırsızlığıdır. Eksiklik insanı yaralamaz; eksiklikle karşılaşan insan, eksikliğini inkâr ettiğinde yaralanır. Boşluk, eksikliğin kabul edildiği yerdir ve kabul edilen her eksiklik bir güç kaynağına dönüşmeye başlar.
İdris’in adı, bu dönüşümün adıdır.
Boşlukta durmak, insanın kendisini hiçbir role, hiçbir kimliğe, hiçbir zorunluluğa bağlamadığı bir hâlidir. Bu hâl, dışarıdan bakıldığında belirsizlik gibi görünür; ama içten bakıldığında özgürlüğün en keskin yüzüdür. Çünkü insan rolünü bıraktığı anda, yüzü görünür hâle gelir. Rolü taşıyan yüz sahtedir; rolü bırakan yüz, gerçektir. Idris’in çağrısı, bu yüzün ortaya çıkışının çağrısıdır. Insan yüzünü bulduğunda ilişkileri de yüzleşmelere dönüşür. Çünkü artık kimseyi memnun etmek için değil, kendisi olduğu için konuşur. Kendisi olduğu için susar. Kendisi olduğu için yaklaşır. Kendisi olduğu için uzaklaşır. Bu hâl başkalarını bazen şaşırtır; çünkü insanlar genellikle rol yapanlara alışmıştır. Rolünü bırakanı anlamakta zorlanırlar. Ama insan kendine döndüğünde başkalarının anlamasına ihtiyaç duymaz. Idris’in adı, bu bağımsızlığın adıdır. Boşlukta durmayı bilen insan, karar vermek zorunda da hissetmez. Çünkü karar çoğu zaman korkunun bir sonucudur. Insan korktuğu için acele eder; acele ettiği için yanlış görür; yanlış gördüğü için yanlış seçer. Idris’in öğretilerinde acele yoktur; dikkatin derinliği vardır. Dikkat derinleştiğinde karar kendiliğinden belirir. Insan karar vermez; karar, insanda doğar. Bu doğuş, iç ritmin dış ritme temas ettiği andır. Insan boşlukta durdukça, kendi iç sesinin çok daha net duyulduğunu fark eder. Daha önce duyduğu şey zihin gürültüsüydü; şimdi duyduğu şey özüyle konuşan sükûnettir. Sükûnet insanı hızlandırmaz, yavaşlatmaz; sükûnet insanı merkezine getirir. Merkezine gelen insan artık dışarıdan gelecek saldırıları tehdit olarak görmez; dışarıdaki her hareketin kendi iç devinimiyle bir ilişkisi olduğunu anlar.
İdris’in adı, bu merkezlenişin adıdır.
Merkezine dönen insanın cesareti de değişir. Artık büyük adımlar değil, doğru adımlar atar. Artık büyük sözler değil, öz sözler söyler. Artık kendini ispat etmez; çünkü ispat ihtiyacı, kişinin kendine inanmadığı yerde doğar. Kendine inanan insanın sesi yükseğe gerek duymaz; çünkü sessizliği bile etkileyicidir. Idris’in hâli, bu sessiz etkinliğin hâlidir. Boşlukta durabilen insan hayatın doğal ritmine teslim olur, ama teslim olmak acizlik değildir. Teslimiyet, insanın kendi gücünü yanlış yerden çekmeyi bıraktığı andır. Insan çabaladıkça değil, doğru anda doğru yerde durdukça güçlenir. Doğru yerde duran insanın sözü azdır ama tesiri büyüktür. Çünkü söz değil, hâl konuşur. Idris’in adı, hâlin sözden güçlü olduğu andır. Bu hâle ulaşan insan, kendi geçmişine dair de daha yumuşak bir bakış geliştirir. Çünkü geçmişiyle barışan insanın geleceği de açılır. Barış dedik; barış anlaşmak değildir, barış teslim olmak da değildir. Barış, savaşmayı bırakmaktır. Savaşmayı bırakmak insanı zayıf kılmaz; savaşmayı bırakmak insanın artık düşmanın kendisi olmadığını anlamasıdır.
İdris’in adı, bu iç barışın adıdır.
Boşlukta durmayı öğrenen insan, en sonunda şunu fark eder: insanın hayatında en çok ihtiyaç duyduğu şey doluluk değil, yer açmaktır. Yer açmak, yeni bir şeyi davet etmektir. Yeni bir hâli, yeni bir sözü, yeni bir insanı, yeni bir yönü… ama tüm bunlardan önce, insanın kendisine yer açması gerekir. Kendisine yer açan insan, kendisini ilk kez evinde hisseder.
İdris’in yükselişi, bu eve dönüşün yükselişidir.
Ve insan içindeki bu eve döndüğünde, dış dünyanın bütün karmaşası bir süre sonra onun iç huzuruna temas edemez hâle gelir. Iç huzur, dış gürültüyü boğar. Dış gürültü, iç huzuru kıramaz. Insan en sonunda şunu anlar: güvenlik dışarıdan gelen bir duvar değil; içeriden yükselen bir sükûnettir.
İdris’in adı, bu sükûnetin adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan içindeki o eve döndüğünde, artık dışarıdaki hiçbir sığınak ona gerçek bir güvenlik sunamaz. Çünkü insan uzun zaman boyunca güvenliği dışarıda aramıştır: bir insanda, bir makamda, bir başarıda, bir kalabalıkta, bir onayda. Dış güvenlik sandıklarının her biri kırılgandır; çünkü dışarıda duran her şey değişir. Değişenin üstüne kurulan güvenlik bir gün mutlaka çöker. Insan bu çöküşleri kader sanır, ama kader değildir; yanlış temelin doğal sonucudur.
İdris’in adı, doğru temele dönüşün adıdır.
Doğru temel, insanın kendi varlığını dışarıdan aldığı desteklere değil, içeriden aldığı dayanıklılığa yaslamasıdır. Dışarıdaki dayanakların çekildiğinde yıkılmayan tek şey iç dayanıklılıktır. Bu dayanıklılık insanın derinliğinde doğar. Derinlik insanı hem ağırlaştırır hem hafifletir; ağırlaştırır çünkü kök salar, hafifletir çünkü dal budağı gereksiz yüklerden arındırır. Idris’in öğrettiği temel, bu iki hâlin aynı anda taşındığı bir merkezdir. Insan kendi iç temelini fark ettikçe, dışarıdaki onay mekanizmalarının büyüsünü kaybettiğini görür. Çünkü insan yıllarca başkalarının gözündeki değerle kendini ölçmüştür. Değer dışarıdan verilince dışarıyla birlikte gelir, dışarıyla birlikte gider. Içten gelen değer ise gitmez. Iç değer, insanın kendi varlığıyla kurduğu en saf ilişkidir. Bu ilişki güçlendiğinde insan artık kendisini ispat etmeye çalışmaz. Ispat çabası kaybolur; yerini kendiliğindenlik alır. Idris’in adı, bu kendiliğindenliğin adıdır. Kendiliğinden olan şeyde zorlama yoktur, savunma yoktur, gerginlik yoktur. Bir su kaynağı gibi akar. Su akarken “nasıl görünürüm?” demez; “beni beğenirler mi?” demez; “yanlış mı yapıyorum?” diye kasılmaz. Su olduğu gibi akar. Insan da kendi merkezini bulduğunda su gibi davranmaya başlar: durması gereken yerde durur, akması gereken yerde akar. Akış bir tercih değil, bir doğallıktır.
İdris’in çağrısı, bu doğallığın çağrısıdır.
İnsan kendi iç bütünlüğünü bulduğunda, artık hayatta karşısına çıkan kişiler de onun bu bütünlüğüne göre konumlanır. Bazıları yaklaşır, bazıları uzaklaşır. Bazıları yanında sessizce yürür, bazıları gürültü çıkararak uzaklaşır. Ama hiçbirinin hareketi insanı sarsmaz. Çünkü insan artık kimseyi kendini tamamlayan bir parça gibi görmez. Eksik kalan yerleri başkalarıyla doldurmaya çalışmaz. Eksik yerler tamamlanmak için değil, gelişmek için vardır.
İdris’in adı, bu gelişimin adıdır.
Gelişen insan, ilişkilerine de başka bir gözle bakar. Artık ilişkiler bir ihtiyaç değil, bir buluşmadır. Ihtiyaç ilişkileri bağlar; buluşma ilişkileri özgür bırakır. Özgür bırakılan ilişkide baskı yoktur, kıskançlık yoktur, sahiplenme yoktur. Çünkü insan başkasını sahiplenmeye çalıştığında aslında kendi içindeki boşluğu kapatmaya çalışıyordur. Boşluğu kapatmak başkasının görevi değildir. Boşluğu görmek insanın kendi sorumluluğudur.
İdris’in adı, bu sorumluluğu kabul edenlerin adıdır.
İnsan bu farkındalıkla yaşadığında, sevgi de başka bir hâl alır. Çünkü sevgi çoğu zaman bağımlılık ve korkunun karışımıyla yanlış anlaşılır. “sensiz yapamam” dediğinde insan aslında “kendimle kalamam” demektedir. Idris’in öğretisinde sevgi, bağımlılık değil; tanıklıktır. Bir insanın yanında durmak, onun varlığına tanıklık etmek demektir. Tanıklık etmenin içinde özgürlük vardır, zorunluluk yoktur. Zorunluluk olan yerde sevgi değil, zincir vardır. Zincir çözüldüğünde insan daha fazla bağlanır, ama bağlanmanın anlamı değişir. Bağlanmak artık tutunmak değildir; bağlanmak, aynı yöne bakmaktır. Iki insan aynı yöne baktığında birbirini çekmek zorunda kalmaz; kendiliğinden birlikte yürürler. Yürüyüşü bozan şey tutma isteğidir. Tutan kaybeder; bırakan kazanır. Idris’in adı, bırakarak kuvvet bulanların adıdır. Insan kendi iç genişliğini korudukça bir başka şey daha olur: kalbi daha hassas, zihni daha net, ruhu daha geniş hâle gelir. Hassaslık incinmek değildir; hassaslık, duyabilmektir. Duymak insanı inceltir. Incelen ruh dokunduğu her şeyi dönüştürür. Çünkü ruhun genişliği, zorlukları küçültür. Zorluk küçüldükçe insanın yolu açılır. Idris’in adı, bu açılan yolun adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: hayat uzaktan büyüktür, içeriden yürünebilirdir. Hayatın büyüklüğünden korkanlar dışarıdan bakar; hayatın içinden yürüyenler büyüklüğü taşır.
İdris’in çağrısı, yürüyenlerin çağrısıdır.
Çünkü yürüyen bilir: yol insanın ayağının altında değil, insanın içinde açılır. Anlaşılması gereken budur. Insan hayatın içinden yürümeyi öğrendikten sonra, bu kez yürüyüşünün ardında bıraktığı izleri fark etmeye başlar. Çünkü insan farkında olmasa da her adımıyla bir iz bırakır: bir sözde, bir bakışta, bir susuşta, bir varlıkta. Bu izler insanın karakterini oluşturur, karakteri de insanın kaderini. Çoğu insan kaderi dışarıdan gelen bir el sanır; oysa kader çoğu zaman insanın kendi yürüyüşünün gölgesidir. Idris’in adı, bu gölgenin fark edilmesinin adıdır. Iz bırakmak, insanın başkalarını yönetmesi değildir; iz bırakmak, insanın kendi iç ışığının dışarı yansımasıdır. Işık gizlenemez. Insan kendini gizlediğini sanır ama hâli gizlenmez. Insanın hâli, sözünden önce konuşur. Hâlin ağırlığı ya insanı yükseltir ya insanı çeker.
İdris’in öğrettiği şey, insanın kendi hâlinin sorumluluğunu almasıdır.
Çünkü hâli sahiplenen, kaderini de sahiplenmiş olur. Kaderin insanın yürüyüşünün gölgesi olduğunu anlamak, insanı suçlamaktan kurtarır ama sorumluluktan kaçırmaz. Çünkü suçlamak insanı pasifleştirir; sorumluluk ise insanı güçlendirir. Pasif insan “yapamadım çünkü onlar izin vermedi” der; güçlü insan “yapmadım çünkü ben hazır değildim” der. Bu cümleler arasındaki fark, insanın kaderine müdahale gücüdür.
İdris’in adı, kaderi dışarıdan beklemeyenlerin adıdır.
İnsan kendi izlerini fark ettikçe, artık her adımının bir yankı ürettiğini de anlar. Bir söz söyler ve o söz yıllar sonra bile bir kalpte açılır; bir susuş sergiler ve o susuş bir ruhu yarım bırakır; bir yardım eder ve o yardım bir hayatı değiştirir; bir incitir ve o acı bir insanın yıllarını karartır. Bu yüzden iz bilinci insanın en yüksek bilincidir. Iz bilen insan, yürüyüşüne dikkat eder.
İdris’in adı, bu dikkatin adıdır.
Dikkat insanı yormaz; dikkat insanı toparlar. Dağınık bir zihin dikkatle toplanır, dağınık bir kalp dikkatle derlenir. Insan kendine dikkat ettiğinde başkalarına zarar vermez. Zarar vermeyen insan da kaderini temiz tutar. Çünkü kader sadece yaşanana değil, yaşatılana da bakar. Insanın kaderi, başkalarının onun varlığından ne öğrendiğiyle de şekillenir.
İdris’in çağrısı, bu yüksek farkındalığın çağrısıdır.
İnsan izlerini fark ettikçe, artık iyi olmayı değil, doğru olmayı seçer. Çünkü iyi görünmek kolaydır; doğru olmak zordur. Iyi görünmek için insan kendini şekle sokar; doğru olmak için insan özünü korur. Iyi görünmek kalabalığın gözüne hitap eder; doğru olmak insanın kendi iç sesine. Iç sesi duyan insan iyi görünmek için kendini zorlamaz; çünkü bilir ki doğru olan zaten en derin iyiliktir.
İdris’in adı, bu derin iyiliğin adıdır.
İnsan yürüyüşünün izlerini görmeye başladığında, kendi karanlık adımlarını da fark eder. Bunlar genelde unutmak istediği adımlardır: birini kırdığı an, birini yarı yolda bıraktığı an, bir yalan söylediği an, bir vicdanı susturduğu an. Bu adımlar insanı utandırır. Utanç kaçınılmazdır; ama utanç insanı iyileştiren bir aynadır. Utancını görebilen insan büyür; utancını saklayan insan küçülür. Idris’in adı, büyüten utancın adıdır. Insan karanlık adımlarını gördükçe kendine karşı yumuşar. Çünkü o adımları atan eski hâlinin ne kadar bilgisiz, ne kadar korkmuş, ne kadar yaralı olduğunu görür. Bu görme hâli insanın kendine şefkatle yaklaşmasını sağlar. Kendi karanlığına şefkat gösterebilen bir insan, başkasının karanlığına da şefkatle yaklaşır. Şefkat, insanın en derin anlayış hâlidir.
İdris’in öğrettiği güç, bu şefkatten doğan güçtür.
İz bıraktığını fark eden insan bir başka şeyi daha öğrenir: bazen insan farkında olmadan bir başkasının yolunu açar. Kimi zaman bir kelimeyle, kimi zaman bir davranışla, kimi zaman bir varlıkla. Insan bunu bildiğinde daha dikkatli olur; çünkü bilir ki attığı her adım bir kalpte yaşamaya devam eder. Bu farkındalık bir yük değildir; bu farkındalık bir onurdur.
İdris’in adı, bu onurun adıdır.
Ve insan yürüyüşünün izlerini bilerek yaşamaya başladığında, artık hayatının herhangi bir anını “boş” olarak görmez. Çünkü her an bir tohumu taşır; tohumun ne zaman büyüyeceğini insan bilemez. Ama tohum ekip ekmediğine kendisi karar verir. Insan her adımında bir tohum taşır.
İdris’in adı, bu tohumların toprağa karışmasının adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan yürüyüşünde bıraktığı izlerin farkına vardıktan sonra, artık o izlerin nasıl bir yön doğurduğunu da görmeye başlar. Çünkü iz, sadece geriye bakan bir hatıra değildir; iz aynı zamanda ileriye bakan bir pusuladır. Insan geçmişte attığı adımların bugün kendisini hangi yöne ittiğini fark ettikçe, artık hayatın onu rastgele bir yere sürüklemediğini anlar. Hayat insanı taşımaz; insan hayatın içinde kendi yürüyüşünün yönünü çizer.
İdris’in adı, bu yön bilincinin adıdır.
İnsan yön bilincine ulaştığında, artık önündeki yolların da birbiriyle aynı olmadığını fark eder. Bazı yollar insanı küçültür, bazı yollar genişletir; bazı yollar insanı yorar, bazı yollar güçlendirir; bazı yollar insanın içindeki karanlığı büyütür, bazı yollar ışığı çoğaltır. Insan bu ayrımı görebildiğinde, artık her yolun cazibesine kanmaz. Cazibeyi değil, çağrıyı duyar. Idris’in çağrısı, insanın içindeki çağrıyı dışarıdaki yolların fısıltısından ayırabilmesidir. Yol dediğimiz şey dışarıdan bakıldığında bir coğrafya gibi görünür; ama gerçekte yol, insanın içindeki hâlin şekil almış hâlidir. Içi karışık olan insanın yolu da karışıktır; içi düz olan insanın yolu da düz. Bu nedenle insan içini düzenlemeden dış yol düzelmez. Iç zemin karışıksa dış adım tökezler. Zemin düzse adım sessizce ilerler. Idris’in öğrettiği yol bilgisi, içle dış arasındaki bu bağı insana hatırlatır. Insan yönünü bulduğunda, artık bir yere aceleyle varmak istemez. Acele insanı savurur; yön insanı götürür. Savrulan insan hep uzaklaşır; giden insan hep yaklaşır. Insan neye yaklaştığını bilmediğinde yürüyüşünün anlamı kaybolur. Ama yaklaştığını bildiğinde, kalbi ağır ağır büyür. Hedefi olan yürüyüşte ayak yorgunluğu değil, gönül dinginliği belirir.
İdris’in adı, bu dinginliğin adıdır.
Yönünü bulan insan aynı zamanda yolun engellerini de başka bir gözle görmeye başlar. Engel insanı durdurmak için değil, insanın içindeki sabrı derinleştirmek için vardır. Sabır derinleştiğinde insan aceleci olmaktan çıkar; alçalmaktan çekinmez; yavaşlamaktan utanmaz. Çünkü insan bilir ki her engel, yolun kendisini yetiştiren kısmıdır. Yolun kolay kısmı yürütür; zor kısmı büyütür.
İdris’in adı, bu büyümenin adıdır.
İnsan engellerin içinde yürüyüşünü sürdürdükçe şunu fark eder: bazı engeller hayatı değiştirmek için değil, insanın kendisini değiştirmek içindir. Dışarıdaki engel, içindeki düğümün işaretidir. Insan düğümü çözdüğünde engel de çözülür. Düğüm çözülmeden engel zorla açılsa bile yol kapanır. Bu nedenle insanın zorluğu çözmesi değil, zorluğun kendisine söylediğini duyması gerekir.
İdris’in adı, zorluğun sesini duyanların adıdır.
Yolun üzerinde yürüyen insan bazen durmayı da öğrenir. Durmak başarısızlık değildir; durmak yönün yeniden şekillenmesini beklemektir. Çünkü yön her zaman aynı çizgide ilerlemez; bazen kırılır, bazen genişler, bazen daralır. Insan durduğunda yolun kendi kendine konuşmasına izin verir. Bu konuşma sessizlikte duyulur. Sessizliği duymayı öğrenen, yolun da ona göre açıldığını görür.
İdris’in çağrısı, bu dinleyişin çağrısıdır.
Bazı insanlar yolu kaybettiklerini zanneder; oysa kaybolmak, yönün yeniden belirlenmesi için gereken bir ilk sarsıntıdır. Kaybolan insanın dikkati artar. Dikkat arttıkça küçük işaretler görünür hâle gelir. Işaretlerin dili insanın kalbine dokunur. Kalbi duyarlı olan kaybolmaz; sadece yeni bir yola hazırlanır.
İdris’in adı, bu hazırlığın adıdır.
Yol bilinci insanı yalnızlaştırmaz; aksine insanı daha seçici yapar. Çünkü herkes aynı yolu yürüyemez. Herkesin ayak izi farklıdır. Herkesin göğü farklıdır. Herkesin yükü farklıdır. Insan bunu anladığında artık “neden benimle gelmiyorlar?” demez. “bu yol benim” der. Kendi yolunun sorumluluğunu alan insan, başkasının yolunu da zorlamaz. Zorlamayan insan hem kendine hem başkalarına nefes olur.
İdris’in adı, bu nefesin adıdır.
Ve insan yürüdükçe şunu fark eder: yol insanın ayağının altında değil, insanın içinde açılır. Iç yol açıldığında dış yol kendiliğinden belirir. Adım içten başlar, dışarıda görünür. Insanın asıl yürüyüşü kalbindedir; ayak sadece kalbin gittiği yere gider.
İdris’in adı, bu iç yürüyüşün adıdır.
İnsan yolun içten açıldığını fark ettikten sonra, bu kez yürürken taşıdığı yüklerin gerçek doğasını anlamaya başlar. Çünkü insan yolun kendisini değil, yol boyunca taşıdığı şeyleri ağır bulur. Yol hiçbir zaman ağır değildir; insanın yol boyunca topladığı korkular, yanlış inançlar, başkalarının yargıları, geçmişten kalmış zincirler, ispat çabaları, değersizlik izleri, kırgınlık kalıntıları ağırdır. Yük ağırlaşır, yol zor sanılır.
İdris’in adı, yükü yoldan ayırabilenlerin adıdır.
İnsan yüklerini fark ettiğinde, artık hangisinin ona ait olduğunu, hangisinin başkasından taşındığını ayırt etmeye başlar. Çünkü insan yıllarca başkalarının yüklerini “sorumluluk” diye sırtına almıştır; bazı yükleri “görev” diye taşımıştır; bazı yükleri “sevgi” diye kabul etmiştir; bazı yükleri ise “kader” diye kabullenmiştir. Oysa insanın taşıması gereken yük çok azdır; ama üstüne aldığı yük sonsuzmuş gibi görünür. Idris’in çağrısı, bu ayrımın çağrısıdır. Bir insan hangisinin kendi yükü olduğunu sorduğunda, ilk kez gerçek bir sessizlik duyar. Bu sessizlik, yüklerin bir kısmının zaten ona ait olmadığını söyler. Bazen bir aile yüküdür bu; bazen bir toplum yükü; bazen bir arkadaş yükü; bazen bir geçmiş travmasının gölgesidir. Insan kendi olmayanı taşıdığında ezilir; kendi olanı taşıdığında olgunlaşır.
İdris’in adı, bu olgunluğun adıdır.
Yüklerinden ayrılan insan hafifler, ama hafifleme zayıflamak değildir. Hafiflemek insanın kendi içsel merkezine daha sıkı basmasıdır. Zayıf olan rüzgârda savrulur, hafif olan rüzgârı izler. Rüzgârı izlemek, rüzgâra kapılmak değildir; rüzgâr ile uyum içinde adım atmaktır. Kendi yüklerini taşıyan insan rüzgârı düşman değil, yön gösteren bir ses olarak duyar.
İdris’in öğretisi, bu sesin duyulmasıdır.
İnsan yüklerinin bir kısmını bıraktığında, bir kısmının ise taşınmak zorunda olduğunu anlar. Çünkü her insanın taşıması gereken yükler vardır; bu yükler insanı aşağı çekmek için değil, insanı şekillendirmek içindir. Bir acının yükü insanı derinleştirir; bir kaybın yükü insanı olgunlaştırır; bir sorumluluğun yükü insanı güçlendirir; bir yalnızlığın yükü insanı genişletir. Yükle savaşan daralır; yükü taşıyan büyür. Idris’in adı, büyüyerek taşıyanların adıdır. Insan hangi yükün kendisini büyüttüğünü fark ettikçe diğer yükleri de kolayca bırakabildiğini görür. Çünkü büyüten yük ile tüketen yük birbirinden tamamen farklıdır. Büyüten yük insanın kalbini genişletir, aklını açar, iç dünyasını derinleştirir. Tüketen yük ise insanın nefesini daraltır, zihnini karartır, ruhunu ağırlaştırır. Idris’in adı, büyüten ile tüketeni ayıran berraklığın adıdır. Yüklerden ayrılan insan, artık yürüyüşünü daha sade hale getirir. Çünkü insanın yürüyüşünü zorlaştıran şey çokluğu değil, fazlalığıdır. Fazlalık, insanın kendisini korumaya çalışırken oluşturduğu zırhlardır. Zırh ağırdır; ağır olan ilerleyemez. Insan zırhlarını bıraktığında çıplak kalmaz; insan zırhlarını bıraktığında gerçek hâline döner. Gerçek hâline dönen insanın adımları hafifler.
İdris’in yolu işte bu hafifliğin yoludur.
İnsan yüklerini tanıdıkça, artık başkalarının yüklerini taşımayı bir iyilik zannetmez. Çünkü başkasının taşıması gereken bir yükü üstlenen kişi aslında iyilik değil, müdahale yapıyordur. Müdahale etmek iyileştirmez; müdahale etmek büyümeyi engeller. Her insan kendi yükünü taşıyarak büyür; başkasının yükünü taşıyan kişi ise kendi yürüyüşünü yarıda bırakır. Idris’in adımlarının sırrı, kimsenin yükünü taşımadan ama kimseyi de yüküyle yalnız bırakmadan yürümektir. Bazen insan bir yükü bırakamayacağını sanır; çünkü o yükle kendisi arasında bir bağ oluşmuştur. O yük, kimliğinin bir parçası hâline gelmiştir. Yük gidince kendisinin de dağılacağını zanneder. Oysa yükü bırakmak dağılmak değildir; yükü bırakmak yeniden şekillenmektir. Insan yükün altında biçim bozulduğunda bunu “ben buyum” sanır; yük kalkınca gerçek biçimini görür.
İdris’in adı, bu gerçek biçimi çıkaran bilincin adıdır.
Ve insan yüklerini tanıyıp ayrıştırdıkça şunu fark eder: aslında onu en çok aşağı çeken yükler, hiç konuşmadıklarıdır. Konuşulmayan acılar, unutulmuş hatalar, bastırılmış eğilimler, inkâr edilmiş duygular… görünmeyen yük, görünen yükten daha ağırdır. Idris’in öğrettiği şey, görünmez yükün açığa çıktığı anda hafiflemesidir. Insan görünmez yükünü aydınlığa çıkardığında, onu taşımak zorunda kalmaz. En sonunda insan şunu anlar: yüklerin bir kısmı insana verilmiştir, bir kısmını insan kendisi eklemiştir, bir kısmı ise artık işlevini tamamladığı için bırakılmalıdır. Bu ayrımı yapmak, ruhun olgunluğudur. Idris’in yükselişi, bu olgunluğu taşıyabilenlerin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan yüklerini tanıyıp ayırdıktan sonra, bu kez yüklerle ilişkisini dönüştürmeyi öğrenir. Çünkü insan sadece yükü taşımayı bilmez; yükle konuşmayı da öğrenir. Yük konuşur ama insan çoğu zaman duymadığı için o yükü bir işkence gibi algılar. Oysa yükün dili vardır; yük insanı aşağı çekmek için değil, bir şey öğretmek için vardır. Öğretmek için vardır, ama insan o öğretiyi almak yerine genelde yükle savaşır. Savaşan yorulur; duyan güçlenir.
İdris’in adı, yükün dilini duyanların adıdır.
Yük konuşur ama kelimelerle değil; hâllerle konuşur. Bir tedirginlik, “burada bir eksiklik var” der; bir ağırlık, “burada bir korku saklanıyor” der; bir öfke, “burada bir gerçek çarpıtılmış” der; bir kırgınlık, “burada bir yüzleşme ertelendi” der; bir isteksizlik, “burada bir niyet eksik” der. Insan yükünü bu hâller üzerinden okumaya başladığında, yük artık bir düşman değil, bir rehbere dönüşür. Idris’in çağrısı, bu okumanın çağrısıdır. Insan yükünün ne söylediğini duyabildiğinde, artık yükten kaçmak yerine onunla oturmayı öğrenir. Çünkü kaçmak yükü büyütür, yüzleşmek yükü küçültür. Insan yükün karşısında durabildiği anda yükün altındaki asıl meseleyi görür. O mesele çoğu zaman yıllardır ertelenmiş bir cesarettir. Bir karar korkusu, bir ayrılık korkusu, bir geç kalma korkusu, bir değersizlik inancı… yük o inancı taşır. Insan o inancı bırakmadan yükü bırakamaz.
İdris’in yolu, bu bırakışın yoludur.
Yükün altındaki gerçeği gören insan, yükün neden bu kadar ağır olduğunu da anlar. Çünkü ağırlık, yükün kendisinden değil, insanın ona yüklediği anlamdan gelir. Bir yük “benim sorumluluğum” diye taşındığında güç verir; “ben mecburum” diye taşındığında ruhu kırar. Anlam değişince yükün ağırlığı da değişir. Bazen yük aynı kalır ama anlam değiştiği için insan o yükü sanki başka biri taşıyormuş gibi hisseder. Idris’in adı, bu anlam dönüşümünün adıdır. Yükle konuşan insan bir şeyi daha fark eder: yük, insanın kendi iç sesiyle kurduğu ilişkinin aynasıdır. Iç sesi bastırılmış biri yükü daha ağır taşır; iç sesi duyulan biri yükü daha kolay taşır. Çünkü iç ses, yükün içindeki bizi büyüten tarafı gösterir. Büyüten taraf görülmedikçe yük insanı ezer. Görüldüğünde yük insanı güçlendirir. Idris’in adı, bu güçlenmenin adıdır. Insan yüklerini dönüştürdükçe, artık yükleri hayatından kovmak istemez. Çünkü bilir ki yükü yok saymak insanı hafifletmez; yükle birlikte büyümek insanı olgunlaştırır. Yük yok olunca değil, yük anlamını değiştirince güç doğar. Insan bu gücü fark ettiğinde, artık küçük şeylere yük demeyi bırakır. Küçük şeyler eskisi kadar batmaz, eskisi kadar acıtmaz, eskisi kadar rahatsız etmez. Insanın acıya bakışı değişince acı da değişir. Idris’in öğrettiği bakış budur. Insan yüklerin diliyle konuşmayı öğrendiğinde, kendine dair de başka bir şeyi daha fark eder: insan aslında sandığı kadar güçsüz değildir. Zayıflık, insanın kendine anlattığı bir hikâyedir. Bu hikâyeyi yıllarca tekrar ettiği için gerçek sanır. Oysa insanın içindeki potansiyel, en ağır yükleri bile dönüştürebilecek kapasitededir. Yüklerle barıştığında bu kapasite açığa çıkar.
İdris’in adı, bu açığa çıkışın adıdır.
İnsan yüklerini dönüştürdükçe bedeni de değişir. Çünkü iç ağırlık bedene yansır: omuzlar çöker, nefes daralır, yüz gerilir, yürüyüş sertleşir. Yük bıraktıkça beden de hafifler. Nefes genişler, omuzlar açılır, adımlar yumuşar. Bu bedenin değişimi sadece fiziksel değildir; bu değişim, insanın ruhunun bedene sızmasıdır. Ruh bedene sızdığında insanın duruşu bile değişir.
İdris’in adı, bu duruşun adıdır.
Yükleriyle konuşmayı öğrenen insan, artık başkalarının yüklerine karşı da daha dikkatli olur. Birinin omzunda bir ağırlık görürse hemen koşmaz. Çünkü bilir ki herkes kendi yüküyle büyür. Ama gerektiğinde yanında durur; yükü almak için değil, yükün altında ezilmemesi için. Destek olmak yükü almak değildir; destek olmak yükün görüldüğünü hissettirmektir.
İdris’in hâli, bu hassasiyetin hâlidir.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yüklerini tanıyan, yüklerini duyan, yüklerini dönüştüren bir insanın yürüyüşü değişir. Artık ağır adım atmaktan korkmaz; hızlı adım atmaktan da çekinmez. Çünkü yürüyüşün ritmi, yükün dilinden gelir. Insan bu dili öğrendiğinde yükü onu yönetemez; insan yüküne hükmeder.
İdris’in adı, bu hükmün adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan yüklerle konuşmayı öğrendikten sonra, bu kez kendisinin de yük olabildiğini anlamaya başlar. Çünkü insan sadece yük taşımaz; insan bazen bir başkasının omzuna istemeden de olsa bir ağırlık koyar. Bu ağırlık bazen bir sözle olur, bazen bir susuşla, bazen bir beklentiyle, bazen bir kırgınlıkla, bazen bir yanlış anlaşılmayla. Insan başkasına yük olduğunda fark etmez; fark etmeyince de taşınması gereken bir acı başkasının omzuna bırakılmış olur. Idris’in adı, insanın kendi ağırlığını görmesinin adıdır. Kendi ağırlığını görmek acı bir fark ediştir. Çünkü insan iyilik yaptığını sandığı yerlerde bile yük olabileceğini anlayınca önce utanır. Utanç kaçınılmazdır; ama utanç kötülüğün değil, olgunluğun işaretidir. Utanan insan, kendi varlığının başkaları üzerindeki etkisini öğrenmeye başlar. Öğrenen insan ise daha incelikli olur. Incelik, insanın kendi ağırlığını hafiflettiği andır.
İdris’in çağrısı, bu inceliğin çağrısıdır.
İnsan bir başkasına nasıl yük olduğunu anlamaya başladığında, ilişkilerine başka bir gözle bakar. Ilişkiler sadece yakınlık değil, aynı zamanda karşılıklı taşımadır. Iki insan ya birbirini taşır ya birbirini ezer. Taşıyan ilişkide sessiz bir uyum vardır; ezen ilişkide görünmez bir savaş. Savaş çoğu zaman kelimelerle yapılmaz; bir bakışla yapılır, bir susmayla yapılır, bir geri çekilmeyle yapılır. Insan bu savaşları fark edemediğinde, kendini mağdur zanneder. Idris’in öğrettiği şey, mağduriyet maskesinin altındaki sorumluluğu görmektir. Insan kendi ağırlığını fark ettikçe ilişkilerindeki zorlamaları da görmeye başlar. Çünkü insan, karşısındakinin kendisi için belli bir hâlde kalmasını ister. Bu isteme hâli, bir yükün ilk adımıdır. Insan “bana böyle davran” der, “beni böyle sev” der, “benim için değişme” der, “benim için değiş” der. Bu talepler küçük görünse de insanın üzerine konmuş görünmez bir yük oluşturur. Yük görünmez olduğunda daha ağır olur. Idris’in adı, bu görünmez yüklerin fark edilmesidir. Insan kendi ağırlığını fark ettiğinde, artık başkasının üzerinde baskı kurmadan sevmesini öğrenir. Sevgi baskıyla birleştiğinde sevgi olmaktan çıkar; sevgi kontrolle birleştiğinde sevgi olmaktan çıkar; sevgi ispatla birleştiğinde sevgi olmaktan çıkar. Sevgi yalnızca özgürlükle birleştiğinde gerçek olur. Gerçek sevgi insanı büyütür; sahte sevgi insanı boğar.
İdris’in adı, büyüten sevginin adıdır.
Kendi ağırlığını gören insan, başkalarının sınırlarını da görmeye başlar. Çünkü insan kendi sınırlarını bilmezse başkasının sınırlarını ihlal eder. Sınır ihlali sadece bir davranış değildir; bazen bir sözdür, bazen bir talep, bazen bir beklenti, bazen bir sessizlik, bazen bir hayal kırıklığını karşı tarafa yüklemek. Insan kendi sınırlarını kendi duygularıyla ayırır; başkasının sınırlarını ise onun sessizliğiyle tanır. Idris’in derslerinden biri, sessizliğin de bir sınır olduğudur. Insan kendi ağırlığını fark ettikçe, artık yük olduğu yerde çekilmeyi öğrenir. Çekilmek kaçmak değildir; çekilmek saygıdır. Bazen bir insanın iyiliği için onun hayatından nazikçe geri durmak gerekir. Bu geri duruş zayıflık değil; bilgeliktir. Çünkü insan herkese yardım edemez, herkesle yan yana gelemez, herkesin yarasını taşıyamaz. Taşıyamayan bilir ve geri durur. Geri duran insan, hem kendini hem karşısındakini korumuş olur.
İdris’in adı, bu korunmanın adıdır.
İnsan kendi ağırlığını bildiğinde, özür dilemeyi de daha kolay öğrenir. Çünkü özür dilemek, insanın kendi gölgesini kabul etmesidir. Gölgesini kabul edebilen insanın kalbi genişler. Geniş kalp büyüktür; büyük kalp incinmez. Incinmeyen kalp ise derin sever. Derinlik yüzeyde görünmez; ama insanın hâlinde bir ağırlık olarak taşınır. Idris’in adı, bu derin sevginin adıdır. Insan bir başkasına yük olduğunu fark ettiği anda, aslında kendi özgürlüğünü de kurtarır. Çünkü yük olduğun ilişkide özgür değilsin; özgür olmadığın ilişkide gerçek değilsin; gerçek olmadığın ilişkide sevgin sahte olur. Sahte sevgi insanı daraltır; gerçek sevgi genişletir. Genişleyen sevgi hem kendine hem başkasına yer açar. Idris’in adı, yer açan sevginin adıdır. Ve insan sonunda şunu fark eder: yük olmak bir suç değildir; yük olduğunu görememek ağırlaştırır. Yük olmak insanı küçültmez; yük olduğunu bilmek insanı büyütür. Büyüyen insan, artık hem kendi yükünü taşır hem kimsenin üzerine ağırlık olarak çökmez. Idris’in yükselişi, bu olgunluğun yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan kendi yük olduğunu fark ettikten sonra, bir başka derin fark ediş daha yaşar: bazen insan bir başkasına yük değil, bir başkasının taşıyamadığı bir aynadır. Çünkü insan karşısındaki kişide hangi duyguyu uyandırıyorsa, o duygu aslında kişinin kendi içinden yükselen bir sızıdır. Öfke bir aynadır. Kıskançlık bir aynadır. Hayranlık bir aynadır. Rahatsızlık bir aynadır. Rahatlık bir aynadır. Insan kendisinde ne varsa onu uyandırır.
İdris’in adı, bu aynalanmayı fark eden bilincin adıdır.
Bir insan başkasında ne görüyorsa, kendi içindeki bir parçayı görüyordur aslında. Görmek istediğini görmez; görmezden geldiğini görür. Rahatsız olduğu kişinin gölgesiyle kendi gölgesi birbirine dokunmuştur. Bu yüzden bazı insanlara tahammül edemez, bazılarını ise sebepsiz yere severiz. Tahammül edemediklerimizi içimizde reddettiğimiz yanlarımız, sebepsiz sevdiğimizi sandıklarımızı ise içimizde özlediğimiz yanlarımız belirler.
İdris’in çağrısı, bu görünmez etkileşimin çağrısıdır.
İnsan başkalarındaki bu aynalanmayı gördüğünde, artık ilişkilerindeki duyguları kişisel algılamamayı öğrenir. Çünkü her duygu, karşıdakinin iç düzeninden yükselen bir dalgadır. Öfke ona değildir; öfke kişinin kendi daralmış içinden taşmıştır. Ilgi ona değildir; ilgi kişinin kendi iç boşluğunun yankısıdır. Nefret ona değildir; nefret kişinin kendi yarasının savunmasıdır. Insan bunu gördüğünde ilişki dili değişir. Idris’in öğrettiği dil, bu derin okumanın dilidir. Insan aynalanmayı fark ettikçe şunu da anlamaya başlar: kimse aslında kimseyi reddetmez; herkes kendi içinde çözemediği bir şeyi reddeder. Biri seni görmezden geldiyse, kendi içine bakamaz hâlde olduğu içindir. Biri senden uzaklaştıysa, kendi korkusundan kaçıyordur. Biri seni suçladıysa, kendi suçunu taşımaktan yorulmuştur. Idris’in adı, bu kırılmanın altındaki gerçeği görenlerin adıdır. Insan bu gerçeği gördükçe başkalarının davranışlarına karşı daha yumuşak hâle gelir. Çünkü bilir ki herkes kendi gecesiyle uğraşmaktadır. Bazı insanların gecesi çok karanlıktır; bazı insanların gecesi yaralıdır; bazı insanların gecesi gürültülüdür; bazı insanların gecesi sessizdir ama ağırdır. Bu yüzden insanlar bazen yanlış konuşur, bazen kırıcı olur, bazen uzak durur, bazen fazla yakın gelir. Geceyi bilmeyen davranışı yanlış anlar. Geceyi bilen anlar.
İdris’in adı, bu anlayışın adıdır.
Aynalanmayı fark eden insan kendi karanlığını da daha net görür. Çünkü başkasında rahatsız olduğu her şey, kendi içinden ona seslenen bir gölgedir. Gölge inkâr edildiğinde acıtır, kabul edildiğinde çözülür. Insan gölgesini kabul ettiğinde, başkasının gölgesine de yer açar. Yer açmak, kabul etmektir; kabul etmek, dönüştürmektir; dönüştürmek, büyümektir.
İdris’in adı, gölgeleri büyüten değil, gölgeleri dönüştürenlerin adıdır.
İnsan bu aynalanmaları fark ettikten sonra, artık karşısındakinin niyetini değil, yarasını dinler. Çünkü niyet çoğu zaman yaradan yükselir. Yarayı duyan insan, karşısındakine kızmaz; kızsa bile saldırmaz; saldırsa bile kırmaz. Çünkü bilir ki herkes kendi yaranın içinden konuşmaktadır. Yara ile konuşanı suçlamak yerine yarayı görmek insanın bilgelik sınavıdır.
İdris’in adı, bu sınavdan geçenlerin adıdır.
İnsan bu bilgelikle ilişki kurmaya başladığında, artık kimseyi “kötü” diye damgalayamaz. Çünkü kötülüğün çoğu cehalettir, acıdır, korkudur, savunmadır. Elbette zarar vardır; ama zarar veren bile çoğu zaman kendine zarar veriyordur. Bu gerçeği gören insan, kendini korur ama nefret etmez; sınır koyar ama intikam peşinde koşmaz; uzaklaşır ama küçümsemez.
İdris’in öğrettiği incelik budur.
Aynalanmanın farkında olan insan bir başka şeyin farkına da varır: aslında karşılaştığı herkes öğretmenidir. Bazısı sabrı öğretir, bazısı sınırı, bazısı cesareti, bazısı affetmeyi, bazısı ayrılığı, bazısı derinliği, bazısı yüzleşmeyi. Hiçbiri boşuna değildir. Tesadüf yoktur; temas vardır. Bu yüzden insan, hayatına giren herkese teşekkür eder-bazen içinden, bazen sessizce, bazen yıllar sonra. Idris’in adı, temasların kutsiyetini gören bilgeliktir. Ve insan aynalanmanın bütün bu boyutlarını gördüğünde, bir gerçeğe daha varır: insan başkalarında kendini görür; kendini gördükçe kendine yaklaşır; kendine yaklaştıkça hakikate yaklaşır. Hakikat insandan uzak bir yerde değildir; hakikat insanın kendine en yakın olduğu yerdedir.
İdris’in yükselişi, bu yakınlığın fark edilmesidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan aynalanmayı fark ettikten sonra, ilişkilerde yaşanan her şeyin iki tarafın iç dünyalarının birbirine temas etmesinden ibaret olduğunu anlamaya başlar. Iki insan karşılaştığında aslında iki dünya karşılaşır; iki beden değil, iki hikâye, iki yara, iki geçmiş, iki yük, iki özlem, iki korku, iki umut. Bu yüzden ilişkiler hiçbir zaman yüzeyde gördüğün kadar basit değildir. Basit sandıkça hata çoğalır; derin gördükçe insan hem kendini hem karşısındakini anlar.
İdris’in adı, bu derinliğin adıdır.
İki dünya çarpıştığında bazen ışık çıkar, bazen gölge, bazen sessizlik, bazen fırtına. Ama hangisi çıkarsa çıksın, her biri insana bir şey öğretir. Öğretmeyen karşılaşma yoktur. Insan bunu fark ettiğinde artık acıdan da öğrenir, neşeden de. Çünkü her duygunun içi bir ders taşır. Ders duygudan değil, duygunun çağırdığı iç kapıdan gelir. Kapıyı duyan yürür; duyamayan tekrar yaşar.
İdris’in çağrısı, bu kapının çağrısıdır.
İnsan ilişkilerde karşısındakinin yarasını tanıdıkça, kendi sınırlarını da daha sağlıklı çizer. Çünkü sınır dediğin şey, bir başkasını dışlamak değil; kendini kaybetmemektir. Sınır koymak, kibir değildir; sınır koymak, kendini korumaktır. Korunmayan kendini tüketir, tüketen başkasını da tüketir. Insan kendi sınırını bilmediğinde başkasıyla birleşmez, başkasının içinde kaybolur. Kaybolan insan kendine dönemez; dönmeyen insan da sevemez.
İdris’in öğrettiği sınır, bu kaybolmanın durdurulmasıdır.
Sınırlarını tanıyan insan ilişkide daha berrak olur. Berraklık, duygusuzluk değildir; berraklık, duyguya yön tayin edebilme yeteneğidir. Bir insanın içinde çok duygu olabilir ama yön yoksa o duygular insanı sürükler. Yön varsa duygu insanı büyütür. Berrak olan, sevdiğinde de nettir, çekildiğinde de, konuştuğunda da, sustuğunda da. Idris’in adı, bu netliğin adıdır. Insan kendi sınırlarını korurken başkasının sınırına da saygı duymayı öğrenir. Çünkü herkesin taşıyabileceği duygunun ağırlığı farklıdır. Kimisi bir sözü kaldırır, kimisi o söze kırılır; kimisi bir eleştiriyi taşır, kimisi o eleştiriyle dağılır; kimisi bir yakınlaşmayı sever, kimisi o yakınlıktan korkar. Insanlar böyle farklı ağırlıklara sahiptir. Insan bu farklılığı anlamadığında karşısındakini kırar; anladığında ise yanına bile zorlamadan yaklaşır.
İdris’in adı, bu anlayışın adıdır.
Aynalama bilincine ulaşan insan, ilişkilerdeki çelişkileri de başka bir yerden çözmeye başlar. Çünkü çelişki çoğu zaman iki kişinin değil, iki yaralı tarafın çarpışmasıdır. Yara yara ile konuşur. Biri susar, diğeri bunu reddedilme sanır; biri konuşur, diğeri bunu suçlama zanneder; biri uzaklaşır, diğeri bunu terk edilme olarak hisseder. Bu yanlış anlamaların hepsi yaradan yükselir. Yarayı gören yanlış anlamaz. Idris’in adı, yanlış anlamanın çözüldüğü berraklığın adıdır. Insan kendi yarasını tanıdıkça, başkasının davranışlarını kişisel algılamayı bırakır. Bu “duygusuzlaşmak” değildir; tam tersine daha derin duymaktır. Çünkü birinin sana öfkeyle yaklaşması, çoğu zaman seninle ilgili değildir; kendi içinde çözmediği bir sesi sana yansıtmaktadır. Bu bilinince insan savunmayı bırakır. Savunmayı bırakan insan konuşur, konuşabildiği için de ilişkideki gerçek açığa çıkar.
İdris’in adı, bu açıklığın adıdır.
İnsan bir başkasına taşınamayacak bir anlam yüklediğinde ilişki çatırdar. Çünkü ilişki karşı tarafı değil, kendi iç ihtiyaçlarını taşımaya zorlar. Bu bir ağırlıktır, bir baskıdır, bir hemhal olamama halidir. Insan karşısındakini “beni tamamla”, “beni tamamla”, “beni iyileştir” diye zorladığında ilişki boğulur. Tamamlanma içeriden gelir; dışarıdan değil. Iyileşme içeriden gelir; dışarıdan değil. Idris’in çağrısı, bu iç kaynağa dönüştür. Insan ilişkide kendi ihtiyacını içten çözdüğünde, ilişki bir karşılıklı yük pazarlığı olmaktan çıkar. Karşılıklı özgürlüğe dönüşür. Özgürlük bağsızlık değildir; özgürlük zorlamasız bir yakınlıktır. Iki insan birbirini zorlamadan yakın durmayı başarabiliyorsa, o bağı hiçbir fırtına koparamaz. Çünkü bağ zorlama üzerine değil, iç genişlik üzerine kuruludur.
İdris’in adı, bu genişliğin adıdır.
Ve insan aynalanmayı, sınırı, yükü, yarayı gördükten sonra şunu fark eder: ilişkiler insanın kendisine tuttuğu aynalardan ibarettir. Insan kendi iç dünyasını tanıdığı ölçüde başka dünyalara temas edebilir. Temas edebilen insan yalnız değildir; yalnız kalan insan temas edemeyendir. Bu yüzden yalnızlığın ilacı kalabalıklar değil, insanın kendi iç derinliğidir.
İdris’in yükselişi, işte bu derinliğe yaklaşmanın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan ilişkilerin kendisine tuttuğu aynaları gördükten sonra, artık yalnızlık kavramına da başka bir gözle bakmaya başlar. Çünkü insan uzun zaman boyunca yalnızlığı bir eksiklik, bir kayıp, bir boşluk, bir terk edilme sandı. Oysa yalnızlık çoğu zaman insanın kendi kalbine çekilmesi için hayatın verdiği sessiz bir izin mektubudur. Yalnızlık, dışarıdan değil içeriden gelir; dışarıdaki insanların eksikliğinden değil, içerdeki hakikatin sesine yer açılmasından doğar. Idris’in adı, yalnızlığın cezadan ziyade çağrı olduğunu gösteren bilincin adıdır. Yalnızlık insanı önce ürkütür. Çünkü insan kalabalıklarda kendinden kaçmayı öğrenmiştir. Kalabalık insana sahte bir sıcaklık verir; ama bu sıcaklığın altında insan kendine soğuk kalır. Insan kendinden soğuduğunu fark etmez; çünkü dışarıdaki gürültü içerdeki sessizliği bastırır. Sessizlik duyulmadığında insan ruhu aç kalır. Idris’in çağrısı, sessizliğin duyulmasıdır. Yalnızlıkta insan içinden yükselen sesleri ilk kez net duyar: unutulmuş arzular, ertelenmiş yüzleşmeler, söylenmemiş sözler, bastırılmış acılar, saklanmış hayaller. Bu sesler bir anda yükselir ve insanı sarsar. Çünkü yalnızlığın en büyük gücü, insanın kendi gerçeğinden saklanacak bir yer bırakmamasıdır. Kaçacak yer kalmadığında, insan kendisiyle oturmak zorunda kalır.
İdris’in adı, bu oturuşun adıdır.
İnsan kendisiyle oturmayı öğrendikçe yalnızlığın aslında bir terk edilme değil, bir dönüş daveti olduğunu fark eder. Dönüş insanın kendisine geri dönüşüdür. Başkalarından duyduğu sözler değil, kendi içinden duyduğu sessizlik yön gösterir. Bu yön dışarıdan görünmez; ama insanın yürüyüşüne yansır. Yalnızlığın içinden geçen bir insan, artık kalabalıkların içinde bile kendini kaybetmez. Idris’in öğrettiği sadakat, önce insanın kendine olan sadakatidir. Yalnızlık insanın içinden bir odanın kapılarını açar. Bu oda önce karanlık görünür. Karanlık korkutucu değildir; karanlık henüz ışık yakılmamış bir odadır. Iç odaya giren insan ilk kez kendi gölgesini görür. Gölge insanı korkutur; çünkü gölge insanın yüzleşmek istemediği her şeydir. Insan gölgesini bastırdıkça gölge büyür; yüzleştikçe küçülür.
İdris’in yolu, gölgeden kaçmak değil, gölgeye ışık götürmektir.
İnsan gölgesini gördüğünde kendini suçlamaz; kendini tanır. Suçlamak iç enerjiyi tüketir; tanımak iç enerjiyi dönüştürür. Dönüştüren insan değişir. Değişen insan, yalnızlığın içinden güçle çıkar. Çünkü yalnızlığın içinden güçle çıkan insan, artık insanlardan güç beklemez. Dışarıdan gelen güç geçicidir; içeriden gelen güç kalıcıdır. Idris’in adı, bu kalıcı gücün adıdır. Yalnızlığı taşıyabilen insan artık ilişkilerde de daha özgür olur. Çünkü yalnızlığı taşıyamayan, ilişkide sarılır, yapışır, talep eder, çökertir. Yalnızlığı taşıyabilen ise ilişkide nefes olur, alan açar, tutmaz, zorlamaz. Yalnızlık gücü ilişkiye taşınır; ilişki böylece hafifler. Hafifleyen ilişki uzun sürer; ağırlığı başkasına bırakan ilişki ise çöker.
İdris’in adı, hafifliğin adıdır.
İnsan yalnızlığın içindeki sessizliği öğrendikçe dış dünyanın gürültüsü onu eskisi gibi rahatsız etmez. Çünkü insan artık dışarıdaki seslerle içteki sesin yerini karıştırmaz. Dışarıdaki sesler geçicidir, içteki ses kalıcı. Iç sesini duyan insan, kalabalıkların içinde bile yalnızlığın huzurunu korur. Yalnızlığı huzura dönüştürebilen insanın ruhu derinleşir.
İdris’in adı, bu derin ruhun adıdır.
Bazıları yalnızlığı cezalandırma gibi yaşar; bazıları yalnızlığı fırsata dönüştürür. Ceza olarak yaşayan birey kendinden kaçar; fırsat olarak yaşayan, kendini bulur. Çünkü yalnızlıkta insanın dışarıya oynadığı roller çözülür. Sahne kapanır, kostüm çıkar, ışık söner. Kalan şey gerçektir. Gerçeğe bakabilen insan, kendini değiştirmeye cesaret eder.
İdris’in çağrısı, bu cesaretin çağrısıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yalnızlık bir boşluk değil; içte doğan bir kapıdır. O kapıdan geçen, kendi hakikatine yaklaşır. Hakikatine yaklaşan insan, artık kimseyi kaybetmekten korkmaz. Çünkü kaybedeceği tek şey kendi değilse o kayıp kayıp değildir.
İdris’in yükselişi, bu korkusuzluğun yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan yalnızlığın bir cezalandırma değil, bir çağrı olduğunu fark ettikten sonra, artık sessizliğin de bir öğretmen olduğunu anlamaya başlar. Çünkü insan uzun zaman boyunca sessizliği bir boşluk, bir durgunluk, bir işe yaramazlık, bir geri çekiliş gibi gördü. Oysa sessizlik, insanın içindeki en derin odadır. Bu odanın kapısı dışarıdan açılmaz; dışarıdaki sesler bu kapıyı kapatmak için vardır zaten. Kapıyı açan, insanın kendi içindeki cesarettir.
İdris’in adı, bu cesaretin adıdır.
Sessizlik, insanın kendiyle baş başa kaldığı tek yerdir. Kalabalıkların arasındayken kendine yabancılaşan insan, sessizliğe girdiğinde kendiyle tanışır. Tanışma önce tuhaf gelir. Çünkü insan yıllarca kendini tanımıyormuş gibi yaşar. Kendini tanıyan değil, kendinden kaçan biri gibi. Sessizlik insanın elini tutar ve onu kendisine yaklaştırır. Bu yaklaşma bazen acı verir, bazen huzur verir, bazen sarsar, bazen sakinleştirir. Ama her seferinde dönüştürür. Sessizlikte insan kendi içindeki dağınıklığı duyar. Düşünceler bir ordu gibi yürür, duygular bir sel gibi akar, geçmiş bir gölge gibi yaklaşır, gelecek bir sis gibi çöker. Bütün bu hareketler insanı önce korkutur. “benim içim böyle miydi?” der insan. Evet, içi böyledir; sadece dış dünyadaki gürültü bu gerçeğin duyulmasını engellemiştir. Idris’in çağrısı, duyamadığın iç sesin duyulmasıdır. Insan sessizliği dinlemeyi öğrendikçe, içindeki kaos da anlamlı bir düzene dönüşmeye başlar. Çünkü sessizlik, kaosu susturmaz; kaosu ortaya çıkarır. Kaos ortaya çıktığında insan onun parçalarını ayırabilir hale gelir. Hangi düşünce hangi acıdan doğmuş, hangi duygu hangi korkuya bağlı, hangi istek hangi eksikliğin sesidir? insan ayırmayı öğrendikçe iç karmaşa çözülmeye başlar.
İdris’in adı, bu çözülüşün adıdır.
Sessizliğin en derin öğretisi, insanın kendine karşı dürüstlüğüdür. Çünkü sessizlikte hiçbir bahane çalışmaz. Bahaneler ses ister; sessizlik bahaneyi öldürür. Insan sessiz kaldığında kendi niyetlerini çıplak görür. O niyetlerin bir kısmı temizdir, bir kısmı kirli. Bir kısmı cesurdur, bir kısmı korkak. Bir kısmı sahicidir, bir kısmı savunmadır. Sessizlik hepsini yüzeye çıkarır. Insan kendine bu çıplaklıkla baktığında büyür. Idris’in öğrettiği büyüme böyledir: içini saklamayanın büyümesidir. Insan sessiz kaldıkça kalbinin sesini duymaya başlar. Kalbin sesi zihin sesi gibi bağırmaz; kalbin sesi fısıldar. Zihin sesini duymazdan gelirsin ama kalbin fısıltısından kaçamazsın. Kalbin fısıltısı, insanın gerçek yönünü gösterir. “buraya git”, “bunu bırak”, “şunu söyle”, “bundan uzak dur”, “buna sarıl”. Bu yönlendirmeler dışarıdan değil içeriden gelir. Dışarıdan gelen yönler insanı dağıtır; içeriden gelen yönler insanı toplar.
İdris’in adı, toplanmanın adıdır.
Sessizlikle temas eden insan artık içindeki hakikati dışarıdaki onaylardan ayırmayı öğrenir. Çünkü insan yıllarca doğruyu dışarıdaki tepkilere göre ölçer. “beni takdir ettilerse doğrudur”, “beni eleştirdilerse yanlıştır” sanır. Sessizlik bu ölçüyü kırar. Insan kendi içindeki gerçek hissi bulduğunda, dışarıdaki övgü de yıkılmaz, eleştiri de yakmaz. Insan artık dışın sesine değil, içinin ağırlığına göre karar verir. Idris’in yolu, bu ağırlığın yoludur. Sessizliğe alışan insan, artık içindeki kargaşayı dışarıya yansıtmadan taşımayı öğrenir. Bu saklamak değildir; bu olgunluktur. Olgun insan içindeki dalgayı dışarıya taşırıp başkalarının kıyılarını yıkmaz. Dalga içte akar, dışta sükûnet görünür. Sükûnet zayıflık değildir; sükûnet hâkimiyettir.
İdris’in adı, bu hâkimiyetin adıdır.
İnsan sessizlikte derinleştikçe bir başka şeyi daha fark eder: sessizlik yalnız değildir. Sessizlik insanı kendine yaklaştırdığı ölçüde, insana “bir şeyle bağlı olduğunu” da hissettirir. Bu bağ dışarıya değil, içteki o en eski merkeze uzanır. Insan bu bağı hissettiğinde artık tamamen kopuk hissetmez. Çünkü yalnızlık, insanın kendi özüne uzak olduğu yerde can yakar; özüne yaklaşan yalnızlıktan korkmaz. Idris’in yükselişi, bu yaklaşmanın yükselişidir. Ve insan en sonunda şunu fark eder: sessizlik insanı karanlığa götürmez; sessizlik insanı kendine götürür. Kendine yaklaşan, hakikate yaklaşır. Hakikate yaklaşan insan ise artık kaybolmaz.
İdris’in adı, kaybolmayanların adıdır.
Anlaşılması gereken budur. Insan sessizliğin öğretmenliğini kabul ettikten sonra, içte açılan alanın aslında bir tür iç iklim olduğunu fark etmeye başlar. Çünkü insanın içi de dış dünya gibi mevsimlere sahiptir: bazen içi bahar gibi açar, bazen bir kış gibi donar, bazen bir yaz sıcağı gibi yakar, bazen bir sonbahar rüzgârı gibi döker. Insan bu iç mevsimlerin farkında olmadığında kendi halini anlamaz; anlamadığında da kendi kendine yabancılaşır. Idris’in adı, iç mevsimlerin fark edilmesinin adıdır. Iç bahar, insanın içine bir ferahlık dolduğunda gelir. Sebepsiz bir huzur, sebepsiz bir neşe, sebepsiz bir genişlik… bu anlar insanın iç merkezine yaklaştığının işaretidir. Ama insan bu anları çoğu zaman hafife alır. “niye mutlu oldum ki?” diye sorar. Oysa bahar soruya cevap vermez; bahar sadece gelir. Baharı sorgulamak gerekmez; baharı yaşamak gerekir.
İdris’in çağrısı, bu yaşamanın çağrısıdır.
İç kış, insanın içinin sertleştiği dönemdir. Hiçbir şey içeriye sızmaz, hiçbir şey dışarıdan tesir etmez. Duygular donmuştur, düşünceler ağırlaşmıştır. Insan böyle zamanlarda kendini kaybolmuş sanır. Oysa kaybolmak değildir; bu, iç dünyanın kendini toparlamasıdır. Kış insanı içe çeker. Içe çekilmenin öğretisi, derinliktir. Idris’in adı, bu derinliğin adıdır. Iç yaz, insanın içindeki ateşin yükseldiği zamandır. Bu ateş bazen tutku olur, bazen öfke, bazen cesaret, bazen kararlılık. Ateş insanı hem yapar hem yıkar. Kontrol edilmezse yakar, anlaşılırsa dönüştürür. Yaz insanı kendine hareket alanı açtırır. Insan yazın enerjisiyle hayatında büyük adımlar atabilir. Ama ateş yönsüz olduğunda insanı perişan eder.
İdris’in öğrettiği şey, ateşin yönünü bulmaktır.
İç sonbahar, insanın içindeki bırakma zamanıdır. Artık tutulan şeylerin yoruculuğu hissedilir; eski yükler dökülür, eski niyetler çözülür, eskimiş bağlar kendiliğinden gevşer. Insan bu dönemde hüzünle karışık bir rahatlama yaşar. Çünkü sonbahar, iç dünyanın hafifleme dönemidir. Hafifleyen insan yeniliğe yer açar. Idris’in adı, bu hafiflemenin adıdır. Iç mevsimlerin farkına varan insan, kendi kendini zorlamayı bırakır. Çünkü insan çoğu zaman kendi iç mevsimiyle uyuşmayan bir davranışa girmeye çalışır: içi kışken bahar gibi davranmak ister, içi sonbaharken yaz gibi hareket etmek ister. Bu uyumsuzluk insanı tüketir. Insan kendi iç mevsimini kabul ettiğinde ise, artık kendi ritmini zorlamaz. Zorlamayan insanın hâli daha gerçek olur.
İdris’in adı, bu gerçekliğin adıdır.
İç mevsimleri tanıyan insan başkalarının da mevsimleri olduğunu fark eder. Herkesin içi farklı zamanlarda açar, kapanır, donar, yanar, döker. Bu yüzden insanlar arasında zaman zaman uyumsuzluklar olur. Uyumsuzluk bir sorun değildir; uyumsuzluk, farklı mevsimlerin karşılaşmasıdır. Insan bunu anladığında, artık başkalarını zorlamaz. “neden böyle davranıyorsun?” demez; “senin içinde hangi mevsim var?” diye duyar. Idris’in adı, bu duyuşun adıdır. Iç mevsimler kabul edildiğinde, insanın kendiyle savaşı biter. Savaş dışarıda sanılır, ama savaş içeridedir. Insan içini olduğu gibi göremediğinde içiyle savaşır; içiyle savaşan da dışarıyla savaşır. Savaşan insan yorulur. Savaş bitince insanın nefesi genişler. Genişleyen nefes insanı hayata bağlar. Idris’in çağrısı, bu bağlanışın çağrısıdır. Iç mevsimlerini bilen insan, kendi değişimlerine kızmaz. Çünkü değişim, iç dünyanın doğal akışıdır. Hiç kimse her gün aynı olamaz; aynı olma çabası insana zarar verir. Insan değiştikçe yenilenir; yenilendikçe derinleşir; derinleştikçe kendi içindeki hakikate yaklaşır. Hakikate yaklaşmak değişimle mümkündür, sabitlikle değil. Idris’in adı, bu değişimin adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: iç mevsimlerini tanımak, kendi iç kâinatını tanımaktır. Çünkü insanın içi küçücük bir oda değil; geniş bir evren gibidir. Bu evreni tanıyan, dış dünyanın kaosunda kaybolmaz. O kaosun üstünde bir merkez kurar. Merkez kuran insan, kâinatta bile yalnız kalmaz.
İdris’in yükselişi, bu merkezlenmenin yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç mevsimlerini tanıdıktan sonra, artık duygularının da bir süreklilik değil bir akış olduğunu anlamaya başlar. Çünkü insan zanneder ki bir duygu geldiğinde o duygu hep kalacaktır; zanneder ki bir kırılma bitmeyecek, bir sevinç kalıcı olacak, bir öfke sonlanmayacak, bir acı hiç dinmeyecek. Oysa duygu dediğin su gibidir; suyu tutamazsın, suyu durduramazsın, suyu dondurursan bozulur. Akmasına izin verdiğinde ise temizlenir.
İdris’in adı, duygunun akışına izin veren bilginin adıdır.
İnsan duygularını akış hâlinde görmeyi öğrendiğinde, artık duyguları bastırmaz. Bastırmak bir tür kendini inkârdır. Inkâr edilen duygu insanın içinde birikerek katılaşır. Katılaşan duygu insanı içten içe daraltır, ağırlaştırır, karartır. Bu kararma bir anda olmaz; yılların sessiz birikimiyle olur. Bu yüzden insan bir gün kendini “hiçbir şey hissetmiyorum” derken bulabilir. Oysa hissetmemek duygunun bitmesi değil, duygunun hapishaneye kapatılmasıdır.
İdris’in çağrısı, duygu hapishanesinin kapısının açılmasıdır.
Duyguları bastırmamak, duyguların seni yönetmesine izin vermek demek değildir. Duyguların seni yönetmesi, akıntıya kapılmak gibidir; bastırman ise akıntıya karşı yürümek gibidir. Ikisi de insanı yorar. Duyguyu görmek, akıntının üstünde kalmak gibidir. Akıntı seni taşır ama sürüklemez. Insan duygusuna yukarıdan bakabildiğinde, duygu bir öğretmen olur. Aşağıdan baktığında duygu bir efendi olur. Idris’in yolu, duygunun efendi değil öğretmen olduğu yoldur. Insan duygularını izlemeyi öğrendikçe, duygunun gelişini de, gidişini de daha net hisseder. Bir duygunun gelişindeki titreşimi yakalar: bir ağırlık, bir sıkışma, bir çarpıntı, bir hızlanma, bir genişleme… duygunun geldiğini duyabilen, duygunun gidişini de duyabilir. Çünkü duygu bedenin içinden bir rüzgâr gibi geçer. Rüzgâr estiğinde üşütür, ama geçip gidince hava durulur. Duyguyu tanıyan insan, rüzgârı suçlamaz; rüzgârın estiği yeri anlar.
İdris’in adı, bu anlama hâlinin adıdır.
Duygular akış hâlinde yaşandığında insan daha az yargılar. Çünkü yargı, insanın duygusunu bastırdığı yerde yükselir. Bastırılan duygu içeride biriken basınçtır; o basınç birilerini suçlayacak bir yer arar. Suçlama bulduğunda rahatlar gibi olur ama aslında daha çok sıkışır. Suçlamayı bırakan insan, sıkışmayı çözer. Çözen insan genişler. Genişleyen insan yargılamaz.
İdris’in çağrısı, bu genişliğin çağrısıdır.
İnsan duygularını akış hâlinde yaşadığında, kırılganlık ile zayıflık arasındaki farkı da öğrenir. Kırılganlık incinebilir olmaktır; zayıflık ise incindiğinde dağılan hâl. Kırılganlık insanı derinleştirir, zayıflık tüketir. Insan kırılganlığını kabul ettiğinde güçlenir; çünkü kırılganlık insanın insan olma hâlidir. Katı olan kırılgan değildir, ama katı olan kırıldığında paramparça olur. Esnek olan kırılgan olsa da dağılmaz. Idris’in adı, esnekliğin adıdır. Insan duygularını akışa bıraktıkça, artık acıyla da savaşıp durmaz. Acı savaşarak bitmez; acı ancak görülerek azalır. Insan acıyı görmediğinde acı bağırarak kendini hatırlatır; insan acıyı gördüğünde acı yumuşar. Acı yumuşayınca insanın kalbi genişler. Genişleyen kalp iyileşmeye başlar. Iyileşme sessizdir; gösterişli değildir. Ama insan fark etmese bile içinden bir şey hafifler.
İdris’in adı, bu hafiflemenin adıdır.
Duyguların akışını kabul eden insan bir başka şeyi daha öğrenir: hiçbir duygu insanı tanımlamaz. Çünkü insan bir öfke değildir, bir hüzün değildir, bir utanç değildir, bir sevinç değildir. Insan duyguların içinden geçer ama onlardan ibaret değildir. Duygu geçer, insan kalır. Duyguyu sahiplenmeyen, duygunun kölesi olmaz. Duyguyu gören, duygunun rehberliğini alır.
İdris’in adı, bu rehberliğin adıdır.
İnsan duygularının akışını tanıdıkça, durgun suyun da, hızlı akıntının da kendi içindeki dengeyi temsil ettiğini fark eder. Bazı günler insan yoğun hisseder, bazı günler eksik hisseder, bazı günler güçlü, bazı günler kırılgan. Bunların hiçbiri bir hatanın işareti değildir. Bunlar insan olmanın işaretleridir. Insan bu dalgalanmayı kabul ettiğinde kendisine eziyet etmeyi bırakır. Idris’in öğrettiği merhamet, insanın kendine duyduğu merhamettir. Ve insan en sonunda şunu fark eder: duygu sabit değildir; ama insanın duygularla kurduğu ilişki sabitlenirse acı doğar. Duygu akar; insan akması gerektiğini unuttuğunda acı başlar. Acı insana duyurmak için vardır; yok etmek için değil. Idris’in yükselişi, bu duyuruya uyanmanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan duygularının akışını tanımaya başladıktan sonra, bu kez düşüncelerinin de duygulardan ayrı bir varlık olmadığını daha derin bir biçimde fark eder. Çünkü insan yıllarca düşüncenin duygudan bağımsız bir güç olduğunu sandı, oysa düşünce duygunun gölgesidir; duygu titrediğinde düşünce çizilir, duygu karardığında düşünce bulanır, duygu açıldığında düşünce berraklaşır. Bu bağ fark edilmediğinde insan, düşüncesini “hakikat” zannederek duygusunun esiri olur.
İdris’in adı, bu derin bağı fark eden bilincin adıdır.
İnsan bir düşüncenin aslında hangi duygudan doğduğunu gördüğünde, düşüncenin ağırlığı değişir. Çünkü bazı düşünceler korkudan doğar; bu yüzden insanı karartır. Bazı düşünceler değersizlikten doğar; bu yüzden insanı küçültür. Bazı düşünceler öfkeden doğar; bu yüzden insanı sertleştirir. Bazı düşünceler umuttan doğar; insanı genişletir. Düşünceyi anlamanın yolu, düşüncenin altındaki duyguyu görmektir. Idris’in çağrısı, bu görmenin çağrısıdır. Insan kendi düşüncelerini sorgulamayı öğrendikçe, zihninin ne kadar uzun yıllar boyunca otomatik tepkiler ürettiğini fark eder. Çünkü zihin kendi kendine düşünmez; zihnin düşüncesi, insanın geçmişte geliştirdiği savunma mekanizmalarının tekrarıdır çoğu zaman. “bunu yapamam” diyen düşünce, eski bir korkunun tortusudur; “kimse beni anlamaz” diyen düşünce, eski bir yalnızlığın yankısıdır; “hep ben çabalıyorum” diyen düşünce, eski bir kırgınlığın iç sesidir. Insan bu bağları çözdükçe zihni de hafifler. Idris’in adı, bu hafifliğin adıdır. Insan zihnini izlemeye başladığında, artık düşüncenin hakikat olmadığını anlar. Düşünce bir ihtimaldir, bir yorumdur, bir bulut geçişidir. Buluta takılan gökyüzünü göremez; düşünceye takılan hakikati göremez. Düşünceler gelir, gider. Kalıcı olan düşüncedeki içerik değil, düşüncenin geldiği köktür. Kök temizlendiğinde düşünceler de temizlenir. Kök karanlıksa düşünceler de karanlık olur.
İdris’in yolu, kökü aydınlatma yoludur.
Zihniyle araya mesafe koyabilen insan, kendi düşüncelerini bile ciddiyetle değil dikkatle ele almaya başlar. Bu fark, insanın ruhsal olgunluğunun en belirgin işaretidir. Çünkü insan, kendi zihninin söylediği her sözü gerçek sanmayı bıraktığı anda özgürleşir. Özgürlük düşüncesiz olmak değil, düşünceyi yönetebilmektir. Idris’in öğrettiği ustalık budur: düşünceyi susturmak değil, düşünceyle arana derin bir mesafe koymak. Insan zihnini gözlemledikçe, düşüncenin çoğu zaman kendisini savunmak için kurguladığı hikâyelerle dolduğunu fark eder. Insan bir davranışını haklı çıkarmak için zihninde binlerce sebep bulur; ama davranışın ardındaki gerçek sebep çoğu zaman çok basittir: korku, ihtiyaç, alışkanlık, sahiplenme, terk edilme korkusu, kabul görme arzusu… hikâyeler karmaşık görünür; gerçek basittir.
İdris’in adı, bu sadeliğin adıdır.
Zihin bazen insanı korur; ama bazen de insanı hapishaneye çevirir. Çünkü zihnin savunma duvarları, insanın içindeki korkunun şekil almış hâlidir. Korku büyüdükçe duvar kalınlaşır; duvar kalınlaştıkça insan dış dünyaya kapanır; kapanan insan kendine yaklaşamaz. Insan duvarlarını fark edince, onları yıkmak zorunda olmadığını da anlar. Duvarlar yıkılmaz; duvarlar inceltilir. Incelen duvar insanı tehditlerden korur ama insanı hapsetmez.
İdris’in adı, bu inceltmenin adıdır.
İnsan zihnindeki savunmaları görmeye başladıkça, artık kendine karşı dürüst olmayı öğrenir. Dürüstlük, insanın kendisini eleştirmesi değildir; dürüstlük, insanın kendisiyle temasıdır. Temas eden insan kendini inkâr etmez; bu yüzden düşüncelerinin hangi yaradan geldiğini daha kolay anlar. Kendi yarasını anlamış bir zihnin düşünceleri de daha sakin olur. Sakinliğin düşüncesi keskin değildir; inceliklidir. Idris’in adı, bu inceliğin adıdır. Insan zihnini izledikçe, bir başka şeyi daha fark eder: zihin sürekli geçmiş ve gelecek arasında salınır. Bu salınım insanı an’dan koparır. Insan an’da olmadığında konuştuğu sözler bile kendi sesine ait değildir. Düşünce geçmişten gelen bir gölge ya da gelecekten gelen bir korkudur çoğu zaman. Insan zihnini izleyip an’a döndüğünde, düşünce kesilmez ama yön değiştirir. An’ın ağırlığı düşünceyi dengeler. Idris’in çağrısı, bu dengeye çağrıdır. An’da kalabilen insan, düşüncenin saldırganlığını da kaybettiğini görür. Çünkü düşünce saldırgan olduğunda insanı savunmaya zorlar. Savunma, insanın içindeki yarayı saklama çabasıdır. Yarasıyla barışmış bir zihin saldırmaz; saldırmayan zihin özgürdür. Özgür olan zihin ise insanın ruhunu daraltmaz, genişletir.
İdris’in adı, bu genişliğin adıdır.
Ve insan düşünceyi bu berraklıkla izlemeyi öğrendiğinde, düşüncenin bir engel değil bir rehber olduğunu fark eder. Düşünce doğru yerde durduğunda insanı ileri taşır, yanlış yerde durduğunda insanın yolunu kapatır. Düşünce insanın efendisi değil yardımcısı olmalıdır. Idris’in öğrettiği bilgelik budur: düşüncenin değil, hakikatin öncülüğünde yürümek. Anlaşılması gereken budur. Insan düşüncenin bir rehber değil, ancak bir araç olduğunu fark ettikten sonra, bu kez zihninin içinde sessizce çalışan ikinci bir mekanizmayı daha görmeye başlar: niyet. Çünkü düşünce ne kadar yüksek olursa olsun, niyet bozuksa o düşünce insanı ışığa değil karanlığa götürür. Insan bunu çoğu zaman anlamaz; çünkü düşünce görünürdür, niyet görünmez. Görünmeyen daha güçlüdür.
İdris’in adı, görünmeyenin fark edilmesidir.
Niyet insanın içindeki yönün ta kendisidir. Düşünce yolu tarif eder, niyet ise yolun nereye çıktığını belirler. Insan bunu fark etmediğinde, doğru kelimelerle yanlış yerlere gider. Güzel sözlerle çirkin niyetler örer. Yardım eder gibi görünürken sahiplenir, seviyor gibi görünürken kendini onaylatır, iyilik yapıyor gibi görünürken güç toplamaya çalışır.
İdris’in çağrısı, niyetin çıplak hâlini görmektir.
Niyetin çıplak hâlini görmek kolay değildir. Çünkü niyet çoğu zaman insanın kendini korumak için ördüğü savunmaların altına saklanır. Insan kendi niyetini fark etmeye başladığında, önce yüzünde bir sıcaklık hisseder. Çünkü bir şey açığa çıkmaktadır. Açığa çıkan şey kötü değildir; sadece saklanmıştır. Saklanmış olanın görünmesi, insanın içindeki yükün hafiflemesidir.
İdris’in adı, bu hafifliğin adıdır.
İnsan niyetini tanıdıkça, artık başkalarının davranışlarının arkasındaki görünmez yönü de daha kolay duyar. Birinin yaptığı iyiliğin içindeki gizli kibir, birinin söylediği övgünün ardındaki menfaat, birinin yaptığı eleştirinin ardındaki eksiklik korkusu, birinin sessizliğinin ardındaki suçluluk… niyetin kokusu vardır; kelimeden önce gelir.
İdris’in öğrettiği duyarlılık, niyetin kokusunu tanımaktır.
Niyet bozuksa düşünceyi düzeltmek işe yaramaz. Çünkü niyet yön verir, düşünce hareket ettirir. Yanlış yöne giden bir gemiyi hızlandırmak, gemiyi daha çabuk kayalıklara götürür. Niyet bozuksa hız zarar verir. Insan bu yüzden düşüncesinden çok niyetini düzeltmekle yükümlüdür. Niyet düzeldiğinde düşünce zaten saflaşır. Idris’in yolu, bu saflaşmanın yoludur. Insan niyetini temizlemeye başladığında, davranışları da sadeleşir. Karmaşık hareketler azalır, dolaylı mesajlar biter, içten olmayan gülümsemeler kaybolur, yapay yakınlıklar dağılır. Insan daha az konuşur, ama daha çok söyler; daha az gösterir, ama daha çok anlatır. Davranışlarının içindeki ağırlık azalır. Hafifleyen davranış insanı içten içe huzurlu kılar.
İdris’in adı, bu huzurun adıdır.
İnsan niyetini tanıdıkça, artık kendine karşı da dürüstleşir. “iyilik yapıyorum” dediği yerde aslında takdir aradığını görür; “yardım ediyorum” dediği yerde aslında minnet beklediğini anlar; “seviyorum” dediği yerde aslında korkuyu sakladığını duyumsar. Bu fark ediş insanı utandırır ama bu utanç büyütür. Utanç, niyetin kendini doğrulama anıdır.
İdris’in çağrısı, bu dönüşümün çağrısıdır.
Niyet temizlendiğinde insanın kalbi açılır. Kalp açıldığında insan başkasını manipüle etmeyi bırakır. Çünkü manipülasyon niyetin en karanlık biçimidir. Manipüle eden, kendi isteğini başkasının iradesine yüklemeye çalışır. Bu yük büyüktür. Bu yük altında her iki taraf da ezilir. Insan manipülasyonu bıraktığında, ilişkileri temizlenir. Temiz ilişki insanı büyütür.
İdris’in adı, bu temizliğin adıdır.
Niyetini bilen insan artık kendisini başkalarının gözünde temiz göstermeye çalışmaz. Çünkü gerçek temizlik dışarıdan görünmez; içeriden hissedilir. Bir niyet temizse sözün az olur ama etkisi büyüktür; bir niyet kirliyse sözün çok olur ama ağırlığı yoktur. Insan niyetini temizledikçe, kelimeleri azalır, ama sözü derinleşir. Idris’in adı, bu derinliğin adıdır. Insan niyetinin karanlık bölgelerini onardıkça, hayattaki yönü de değişir. Çünkü yön niyetle belirlenir. Niyet iyileşince yol açılır; yol açılınca insan yürümeye başlar. Yürüdükçe hayatla bir uyuşma hisseder. Bu uyuşma tesadüf değil, iç bütünlüğün sesidir. Iç bütünlüğü duyan insanın yürüyüşü durdurulamaz. Idris’in yükselişi, bu yürüyüşün yükselişidir. Ve en sonunda insan şunu fark eder: kelimelerin, davranışların, hayallerin, planların, adımların üstünde bir şey vardır: niyet. Niyet doğruysa yanlış adım bile insanı doğru yere götürür. Niyet yanlışsa doğru adım bile insanı yanlış yere çeker. Idris’in adı, doğru niyetle yürüyenlerin adıdır. Anlaşılması gereken budur. Insan niyetin davranıştan daha derin bir belirleyici olduğunu fark ettikten sonra, bu kez içindeki en sessiz ama en güçlü kuvveti keşfetmeye başlar: dikkat. Çünkü dikkat, insanın iç enerjisinin yönüdür. Nereye bakarsan orası büyür; neyi görmezden gelirsen orası kararır. Dikkat insanın iç pusulasıdır; ama çoğu insan bu pusulayı fark etmez. Zihin yorulduğunda dikkat dağılır; kalp sıkıştığında dikkat körleşir; ruh daraldığında dikkat küçülür.
İdris’in adı, dikkatin hakikatini fark eden bilincin adıdır.
Dikkat insanın iç dünyasının ışığıdır. Bu ışık nereye dönerse orada bir hareket başlar. Bu yüzden insan korkuya baktığında korku büyür; acıya baktığında acı genişler; umuda baktığında umut derinleşir; sevgiye baktığında bağ artar; hırsa baktığında hırs çoğalır. Insan bunu fark etmediğinde kendi kaderinin büyüme merkezini yanlış yere taşır. Idris’in çağrısı, dikkatin yönünü geri içeriye çevirmektir. Dikkat sabit bir şey değildir; dalgalanır, kayar, dağılır, toplanır. Insanın iç dünyası gibi dikkat de mevsimlere sahiptir. Bazı günler dikkat keskindir, bazı günler bulanık; bazı günler geniştir, bazı günler dar. Insan kendi dikkatini tanımadığında bu dalgalanmaları “hâlsizlik”, “keyifsizlik”, “konsantrasyon bozukluğu” zanneder. Oysa dikkat, iç dünyanın en hassas aynasıdır. Aynaya ne kadar dikkatle bakarsan o kadar net görürsün.
İdris’in adı, bu netliğin adıdır.
İnsan dikkatin gücünü fark ettiğinde, artık düşüncelerini bile dikkatle besler. Çünkü düşünce dikkatle sulanır. Hangi düşünceye su verirsen o büyür. Kötümserliğe su verirsen kötümserlik sarar; karanlığa su verirsen gölge çoğalır; şükrü suladığında gönül genişler; iyiliği suladığında kalp yumuşar; korkuyu suladığında zihnin daralır. Insan bunu öğrendiğinde artık “aklıma geleni düşünüyorum” demez. “benim düşündüğüm şey bana ne yapıyor?” diye sorar.
İdris’in öğretisi, bu sorunun öğretilmesidir.
İnsan dikkatin değerini kavradıkça, artık rastgele bakmaz. Bakışının neyi büyüteceğini bilir. Bakış sadece gözle değildir; kalple bakmak daha derindir, zihinle bakmak daha yönlendiricidir, ruhla bakmak daha dönüştürücüdür. Bir insan neyi hangi gözle görüyorsa, o şey onda o gözle canlanır. Öfkeyle baktığın şeyde kusur bulursun; sevgiyle baktığın şeyde güzellik görürsün; korkuyla baktığın şeyde tehdit algılarsın; bilgelikle baktığın şeyde ders bulursun.
İdris’in adı, bakışın doğasını bilenlerin adıdır.
Dikkat dağınıksa hayat dağınıktır. Çünkü insanın iç enerjisi dağınıklığa akar; dağınıklık insanı tüketir. Ama dikkat toplandığında insanın hayatı da toplanır. Toplanan dikkat, insanın iç gücünü bir noktaya çağırır. Iç gücün bir noktada toplanması, insanın iç merkezine yaklaşmasıdır. Merkezine yaklaşan insan artık dışarıdaki her sese savrulmaz.
İdris’in çağrısı, bu merkezlenişin çağrısıdır.
Dikkat insanın duygularını da yönetir. Çünkü duygu, dikkatin yön verdiği yerde büyür veya küçülür. Insan öfkesine dikkat verirse öfke alev alır; öfkenin içinden geçip kalbine dikkat verirse öfke söner. Insan kırgınlığına dikkat verirse kırgınlık keskinleşir; kırgınlığın altındaki yaraya dikkat verirse yara yumuşar. Insan neye bakıyorsa, onunla bağ kurar. Bağ kurduğu şey insanın iç ritmini belirler. Idris’in öğrettiği ritim, bu bağın ritmidir. Dikkat aynı zamanda insanın dua eden tarafıdır. Çünkü dua sadece sözle olmaz; dua insanın kendi içini nereye çevirdiğidir. Içini korkuya çeviren korkuya dua eder, içini öfkeye çeviren öfkeyi büyütür, içini umuda çeviren umudu çağırır. Insan dikkatini nereye koyduğunu bilmediğinde, kendi kaderine yanlış kapılar açar. Idris’in adı, doğru kapıya yönelen dikkatin adıdır. Dikkatin bir başka sırrı da şudur: dikkat verdiğin şey seni de sana geri verir. Iyiliğe baktığında içindeki iyiliği görürsün; bilgelikte durduğunda içindeki bilgeliği hissedersin; basit şeylere bile dikkat ettiğinde içindeki sakinlik ortaya çıkar. Dikkat insanın iç hazinesinin anahtarıdır. Anahtar sende olur ama kapıyı açtığını bilmezsin.
İdris’in çağrısı, kapının açıldığını fark ettiren çağrıdır.
İnsan dikkatini bilerek yönlendirmeye başladığında, hayatı da bilerek yaşamaya başlar. Çünkü hayatta tesadüf yoktur; sadece fark edilmeyen işaretler vardır. Dikkati olan insan işareti görür; dikkati olmayan işaretin üzerine basar ama onu anlamaz. Işareti görmeyen aynı dersi tekrar yaşar. Işareti gören yeni bir kapı açar. Idris’in adı, kapıların fark edilmesidir. Ve insan en sonunda şunu fark eder: dikkat insanın iç pusulasıdır; pusulası bozuk olan yön tayin edemez. Yön tayin edemeyen yolunu kaybeder. Ama dikkatini bilen insan hiçbir zaman kaybolmaz; çünkü içindeki pusula ona nerede duracağını, nerede ilerleyeceğini, nerede geri çekileceğini sessizce söyler. Idris’in yükselişi, bu pusulanın yeniden çalışmasının yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan dikkatin iç pusula olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatındaki seçimlerin aslında bir “yönlendirilmiş dikkat haritası” olduğunu anlamaya başlar. Çünkü insan her seçimini bilinçle yaptığını zanneder; oysa çoğu seçim, dikkatinin yıllardır fark etmeden yöneldiği bölgelerin sonucudur. Insan nereye uzun süre bakmışsa, oraya doğru yürür. Nereye yürümüşse, orada bir kader oluşur. Kader, insanın dikkatinin iz düşümüdür.
İdris’in adı, bu iz düşümünü görenlerin adıdır.
İnsan seçimlerinin dikkatine bağlı olduğunu fark ettiğinde, artık seçimlerinin sorumluluğunu başkasına atmaz. “beni buna zorladılar”, “şartlar beni buraya getirdi”, “imkânım yoktu” gibi cümlelerin ardında gizlenen gerçek, çoğu zaman dikkat yoksulluğudur. Dikkatini yönetemeyen insan koşulların kölesi olur; dikkatini yöneten insan, koşulları dönüştürmeye başlar.
İdris’in çağrısı, bu dönüşümün çağrısıdır.
Seçim dediğin şey çoğu zaman büyük bir karar değildir; küçük bir yön değiştirmedir. Bir bakış açısı, bir kelime, bir susuş, bir adım, bir geri çekilme, bir yaklaşma… hayat bu küçük seçimlerle şekillenir. Ama insan bu küçük seçimlerin değerini bilmez. Büyük kararların hayatı belirlediğini zanneder. Oysa büyük karar, içten gelen yüzlerce küçük seçimin son noktasıdır. Küçük seçimleri anlamayan büyük kararı anlayamaz. Idris’in öğrettiği görüş, bu inceliğin görüşüdür. Insan seçimlerinin kökenine baktığında, bir başka şeyi daha fark eder: seçimlerini en çok belirleyen şey duygularıdır, ama en çok gerekçelendiren şey düşünceleridir. Insan önce duygusuyla seçer, sonra bu duyguyu düşünceyle haklı çıkarır. “böyle olması gerekiyordu”, “doğrusu buydu”, “elimden gelen buydu”-bu sözlerin ardında çoğu zaman eski bir yara, eski bir korku, eski bir alışkanlık saklıdır. Idris’in adı, bu saklanmış kökleri açığa çıkaran berraklığın adıdır. Insan kendi seçimlerinin altında yatan duygu köklerini fark ettikçe, artık aynı döngüleri tekrar etmemeye başlar. Döngü dediğin şey, fark edilmemiş bir seçimin sürekli kendini tekrar ettirmesidir. Insan aynı kişilere rastlar, aynı kırılmaları yaşar, aynı hayal kırıklıklarına düşer, aynı insanlara gönlünü kaptırır, aynı insanlardan zarar görür. Döngü kırılmadıkça hayat değişmez. Döngüyü kıranın adı, fark etmektir. Idris’in yolu, bu fark edişin yoludur. Seçimlerin farkına varan insan bir anda değişmez; ama bir anda durur. Durmak, insanın kaderine yeniden bakmasıdır. “ben nereye gidiyorum?” sorusu insanın en büyük uyanış sorusudur. Bu soru zorlu bir sorudur; çünkü insan çoğu zaman sadece “bugünü” düşünerek yaşar. Oysa insan nereye baktığıyla yarınını belirler. Yanlış yere bakan, doğru yere gidemez.
İdris’in adı, doğru yönün adıdır.
İnsan seçimlerini bilerek yapmaya başladığında, artık başkalarının onun yerine karar vermesine izin vermez. Çünkü başkalarının onun kaderine müdahale edebilmesi, insanın kendi seçimlerini ciddiyetle sahiplenmediği yerlerde mümkün olur. Insan kendisi adına karar veremediğinde başkalarının sesi yükselir; insan kendi sesiyle yürüdüğünde başkalarının sesi yankı bile yapamaz. Idris’in çağrısı, kendi sesiyle yürüyenlerin çağrısıdır. Seçim bilinci geliştikçe, insan her seçimin bir bedeli olduğunu da öğrenir. Bedelsiz seçim yoktur. Hata yapmamak için seçim yapmamak, en ağır bedeli doğurur: kendi hayatını yaşamamak. Insan bazen yanlış seçer, bazen zor seçer, bazen erken seçer, bazen geç seçer. Ama her seçimin insanı büyüten bir yanı vardır. Insan hata yapmaktan korktuğu için seçmekten kaçınır; kaçınan büyümez.
İdris’in adı, büyümeyi tercih edenlerin adıdır.
İnsan seçimlerini sahiplenmeyi öğrendikçe, kendi gücünü de geri alır. Çünkü seçim, insanın kendi iradesinin görünür hâlidir. Iradesi zayıf olan seçim yapmaktan korkar; iradesi güçlü olan yanlış yapsa bile yürür. Yürüyen insan, doğru yolu eninde sonunda bulur. Duraklayan ise yıllarca aynı noktada döner. Idris’in adı, yürüyüşten korkmayanların adıdır. Ve en sonunda insan şunu fark eder: hayat seçimlerden ibaret değildir; ama seçimler insanın kim olduğunu açığa çıkarır. Insan neyi seçiyorsa odur. Seçtiği yön, seçtiği söz, seçtiği susuş, seçtiği insan, seçtiği yol… her biri insanın içinin bir parçasını dışarıya taşır. Içi temiz olanın seçimi temiz olur; içi karanlık olanın seçimi karanlık olur.
İdris’in yükselişi, bu iç dış uyumunun yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan seçimlerinin kendi iç dünyasının iz düşümü olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona sunduğu fırsatların da rastlantı olmadığını görmeye başlar. Çünkü fırsat sadece dışarıda açılan bir kapı değildir; fırsat, insanın içinde büyümeye hazır olan bir yerin dışarıdaki karşılığıdır. Içte büyümeye hazır bir hâl yoksa dışarıdaki kapı görünmez. Kapı görünür ama insan yine de içeri adım atamaz. Idris’in adı, bu iç-dış uyumunun fark edilmesidir. Fırsatın en sessiz özelliği şudur: kapı çalmaz. Kapı görünür ama ses çıkarmaz. Insan kendi olgunluğuna göre o kapıyı fark eder. Olgun olan kapıyı görür, ama acele etmez; olgun olmayan kapıyı ya görmez ya da görür ama korkudan kaçırır. Fırsat, insanın cesaretiyle birleştiğinde gerçeğe dönüşür. Cesaret yoksa fırsat bir hatıradır. Idris’in çağrısı, cesaretin çağrısıdır. Insan fırsatları anlamaya başladığında, artık dışarıdaki her şeyin ona “hazır olduğunda geleceğini” duymaya başlar. Hayat hiçbir şeyi erken vermez; hiçbir şeyi geç de vermez. Hayat tam zamanında konuşur. Fakat insan kendi içindeki zamanı duymadığı için dışarıdaki zamanın adaletini anlayamaz. Iç zaman ile dış zaman birleştiğinde, insanın kaderi de berraklaşır.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
Fırsat sadece iyi şeyler değildir. Bazen fırsat, zor bir yüzleşmenin kapısıdır; bazen bir kaybın ardındaki boşluktur; bazen insanı büyüten bir yalnızlık; bazen şifaya dönüşen bir sessizliktir. Dışarıdan “kötü” görünen şeylerin çoğu, içte bir fırsat taşır. Çünkü insan acıyla karşılaştığında derinleşir; derinleşen insan kendi özüne yaklaşır. Özüne yaklaşan insan hakikate yakındır.
İdris’in çağrısı, bu yaklaşmanın çağrısıdır.
İnsan fırsatları fark ettikçe, artık hayatın “bana karşı” değil, “benimle birlikte” aktığını anlar. Çünkü fırsat insanın düşmanı değildir; fırsat insanın yol arkadaşıdır. Ama yol arkadaşı, yola çıkana eşlik eder. Yola çıkmayan fırsatını kaybeder. Bu kayıp bir ceza değildir; bu kayıp bir gecikmedir. Insan ne zaman yürümeye hazır hale gelirse, hayat yeniden kapılarını açar.
İdris’in adı, yeniden açılan kapıların adıdır.
Fırsatın bir başka yönü de şudur: fırsat, insanın içindeki gücü görünür kılar. Insan kendini zayıf sanırken, bir fırsat gelir ve insan o fırsatı taşıdığını görünce şaşırır. Çünkü insan kendi gücünü ancak bir sınavla öğrenir. Sınav sadece zorlu değildir; sınav, insanın potansiyelinin ortaya çıktığı andır. Potansiyel açığa çıkınca insan kendini yeniden tanır.
İdris’in adı, bu yeniden tanımanın adıdır.
Fırsatlar insanların kapısını aynı yoğunlukla çalmaz. Kimine küçük kapılar açılır, kimine büyük. Ama kapının büyüklüğü insanın değerini belirlemez; insanın kapıyı hangi hâlle karşılayacağını belirler. Bazı insanlar küçük bir fırsatla büyük bir yol açar; bazı insanlar büyük bir fırsatı küçük bir korkuyla kapatır. Insanın büyüklüğü fırsatın büyüklüğünde değil, fırsatın karşılandığı bilinçtedir.
İdris’in öğrettiği bilinç budur.
İnsan fırsatları fark etmeye başladığında, artık “keşke” kelimesi azalır. “keşke” içte duyulmamış bir çağrının dışarıdaki yankısıdır. Fark edilmemiş seçim, kullanılmamış fırsat, yüzleşilmemiş hakikat “keşke” olarak geri döner. Insan iç kapılarını açmayı öğrendiğinde, “keşke” susar. Susan “keşke”, yerini “iyi ki”ye bırakır. Iyi ki cesaret ettim, iyi ki yüzleştim, iyi ki bekledim, iyi ki bıraktım, iyi ki yürüdüm… idris’in adı, bu dönüşümün adıdır. Fırsatlarla ilişki kurmayı öğrenen insan, bir şeyi daha fark eder: bazen fırsat, bir kapı değil bir kapanıştır. Bir şeyin bitmesi, yeni bir şeyin başlaması için yer açar. Ama insan bitişten korktuğu için yeni başlangıcı göremez. Oysa “bitti” dediği yer, çoğu zaman “başlıyor”un ilk cümlesidir.
İdris’in adı, başlangıcı bitişte görenlerin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: fırsatlar hayatın armağanları değil, insanın iç olgunluğunun dışarıdaki karşılıklarıdır. Iç olgunlaşırsa dış açılır; iç kapanırsa dış da kapanır. Insan içindeki kapıları açtıkça dış dünya da açılır. Idris’in yükselişi, bu açılışların yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan fırsatların iç olgunluğunun bir dış yansıması olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona verdiği engellerin de bir tür fırsat olduğunu anlamaya başlar. Çünkü insan engeli düşman sanır; oysa engel insanı durdurmak için değil, insanın yönünü daha derin görmesini sağlamak için vardır. Engel, insanın içindeki dağınıklığı toparlayan görünmez bir düzenleyicidir. Insan bu düzeni fark etmediğinde engelle savaşır; fark ettiğinde engelle konuşur.
İdris’in adı, bu konuşmanın adıdır.
Engel insanın iç hızını keser. Iç hız kesildiğinde insan kendi iç sesini daha derinden duyar. Çünkü çok hızlı yürüyen duyamaz, çok hızlı konuşan anlamaz, çok hızlı karar veren fark edemez. Engel, insanın kendi iç ritmine geri dönmesi için hayatın koyduğu sessiz bir dur işaretidir. Bu dur işareti çoğu insana ceza gibi görünür; oysa bu işarette büyük bir merhamet vardır.
İdris’in çağrısı, bu merhametin fark edilişidir.
Engeller sadece dışarıda değildir; enkaz çoğu zaman insanın içindedir. Iç engeller dış engellerden daha ağırdır: korkular, öfke kalıntıları, bastırılmış arzular, kırık özgüven, yarım kalmış hayaller, zamansız yüzleşmeler… insan içindeki bu engelleri görmezse dışarıdaki en küçük engel bile onu devirmeye yeter. Fakat iç engelleri tanıyan insan, dış engeller karşısında yıkılmaz; sadece durur, bakar, anlar. Idris’in adı, bu duruşun adıdır. Engelin derin bir öğretisi daha vardır: engel insanı kendine gösterir. Insan engellenmediği sürece gerçek kapasitesini bilmez. Çünkü insan ancak sınırlandığında sınırının nereden geçtiğini görür. Engelsiz insan dağınıktır; engelli insan derindir. Çünkü engel, insanı içindeki gücü uyandırmaya zorlar. Idris’in öğretisinde engel, iç kudretin kapısını açan bir anahtardır. Insan engellerle karşılaştıkça, artık her engelin altında saklanan yönlendirici işareti okumaya başlar. Bazen engel “yavaşla” der, bazen “yeniden düşün”, bazen “buradan geçme”, bazen “buraya dön”, bazen “bunu bırak”, bazen “buna sarıl”. Engel çıplak gözle bakıldığında rastgele görünür; kalple bakıldığında düzenli görünür. Düzeni gören insanın öfkesi azalır; öfke azaldıkça idrak artar.
İdris’in adı, bu idrak yoğunluğunun adıdır.
İnsan engeli kabul ettiğinde, engelin ağırlığı da azalır. Çünkü insanın en büyük acısı engelden değil, engelle savaştığı için doğar. Savaş bırakıldığında acı küçülür. Küçülen acı insanı yormaz; yönlendirir. Engelin altında ezilen, direnendir; engelin üzerinden yürüyen, anlayandır.
İdris’in adı, engeli anlayarak geçenlerin adıdır.
İnsan engelin ardında yatan gerçeği gördükçe, artık engelin büyüklüğünden korkmaz. Çünkü engel büyük görünür ama amacı büyütmektir. Engelin büyüklüğü insanın iç gücünün aynasıdır. Büyük engel büyük güç ister; insana da büyük güç kazandırır. Küçük engel küçük güç ister; küçük bir uyanış getirir. Insan engelin büyüklüğüne bakıp korkmamalıdır; engelin büyüklüğüne bakıp kendi gücünün büyüklüğünü hatırlamalıdır. Idris’in çağrısı, bu hatırlayıştır. Insan engellere karşı takındığı tavrı değiştirdikçe, hayatla kurduğu ilişki de dönüşür. Daha önce engel gördüğü yerde şimdi bir yön görür; daha önce “neden ben?” dediği yerde şimdi “bunun için hazırım” der; daha önce şikâyet ettiği yerde şimdi dikkat kesilir. Bu dönüşüm tesadüf değildir; bu dönüşüm, insanın içindeki uyanışın dışa temas şeklidir.
İdris’in adı, bu temasın adıdır.
Engellerin en ağır olanı ise beklemedir. Beklemek, insanın zamanla savaşıdır. Zaman yavaşladığında insan sabrının ağırlığını taşımakta zorlanır. Ama sabrın içinde büyük bir güç vardır: sabır, insanın kendi iç devinimini fark etmesini sağlar. Bekleyen insan içini duyar, içini duyan insan yönünü görür. Idris’in öğretisinde sabır, iç gözün açıldığı dönemdir. Ve insan en sonunda şunu fark eder: engeller yolun düşmanı değildir; engeller yolun şekillendiricisidir. Insan engellerle büyür, engellerle güçlenir, engellerle kendini tanır. Engeli yok sayan yolunu kaybeder; engeli anlayan yolunu bulur. Idris’in yükselişi, bu buluşun yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan engellerin kendisini durdurmak için değil, yönlendirmek için var olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona öğrettiği en ince ama en belirleyici gerçeğe yaklaşır: teslimiyet. Çünkü teslimiyet, insanın çoğu zaman yanlış anladığı bir kelimedir. Insanlar teslimiyeti yenilgi sanır, güçsüzlük sanır, vazgeçmek sanır. Oysa teslimiyet, insanın kendini bırakması değil; kendini taşıyamadığı ağırlığı hayatın akışına emanet etmesi demektir.
İdris’in adı, bu ince ayarın adıdır.
Teslimiyet, insanın kontrolü bırakması değildir; yanlış kontrolü bırakmasıdır. Insan hayatı yönetebileceğini sandıkça yaşam sıkışır; çünkü insan kendi gücünü hayatın gücünün önüne koyar. Insanın gücü sınırlıdır; hayatın gücü sınırsız. Sınırlı güç sınırsıza karşı direnince acı doğar. Teslimiyet, bu acının bitişidir. Insan kendi sınırlarını gördüğünde teslim olur; teslim olduğunda genişler.
İdris’in çağrısı, bu genişliğin çağrısıdır.
Teslimiyet insanı pasif yapmaz; aksine insanı doğru eyleme hazırlar. Çünkü teslim olan kişi çöker gibi görünse de aslında yeniden toparlanıyordur. Insan fazla yükün altında ezildiğini fark ettiğinde, o yükü taşımak için değil, yükün neden orada olduğunu anlamak için durur. Duruş teslimiyettir. Durmayı bilmeyen insan yorulur, yorulan insan savaşır, savaşan insan körleşir. Teslim olan insan ise görmeye başlar. Idris’in adı, bu görmenin adıdır. Insan teslimiyeti öğrendikçe, artık hayatın ona getirdiği gecikmelere kızmaz. Çünkü bilmeye başlar ki gecikme bir yokluk değil, bir olgunlaşma zamanıdır. Bazı kapılar erken açılırsa insanın içi dağılır; bazı kapılar geç açılırsa insanın sabrı derinleşir. Sabrı derinleşen insanın kalbi ağır ama dağılmaz bir güce dönüşür. Bu güç, teslimiyetin çiçeğidir.
İdris’in öğrettiği sabır, işte bu çiçeğin köküdür.
Teslimiyetin bir diğer sırrı şudur: teslimiyet insanı sorumluluktan kaçırmaz; bilakis sorumluluğu doğru yere taşır. Çünkü insan bazen kendisine ait olmayan sorumlulukları da taşır. Başkalarının iyileşmesini, başkalarının seçimlerini, başkalarının doğrularını, başkalarının yüklerini taşımaya çalışır. Teslimiyet, “bu benim değil” diyebilmektir. Bu cümle zayıflık değil, öz farkındalıktır.
İdris’in adı, bu farkındalığın adıdır.
İnsan teslim olmayı öğrenince, artık dirençlerinin de köklerini daha net görmeye başlar. Direnç, insanın içindeki korkunun bir savunmasıdır. Insan korktuğunda sıkışır; sıkıştığında sertleşir; sertleştiğinde hayatın akışıyla kavga eder. Teslimiyet, insanın bu sertliğini çözmesidir. Çözülmek dağıtmaz; çözülmek insanı esnek kılar. Esnek olan kırılmaz.
İdris’in yolu, kırılmadan değişmenin yoludur.
Teslimiyet insanı edilgen yapmaz; bilakis insanın enerjisini doğru yere yönlendirir. Kabul edilen şey, insana güç verir; reddedilen şey, insandan güç çeker. Insan başına geleni reddettikçe iç gücü tükenir; başına geleni kabul ettiğinde iç gücü toplanır. Kabul edilen acı küçülür, kabul edilen yük hafifler, kabul edilen karanlık aydınlanır. Idris’in adı, bu aydınlanmanın adıdır. Insan teslimiyeti derinleştirdikçe, artık hayatın ona karşı değil, onunla birlikte işlediğini duymaya başlar. Çünkü teslim olan hayatla kavga etmez. Kavga etmeyen insan içindeki çelişkileri görmeye başlar. Çelişkilerini gören onları çözmeye başlar. Çözmeye başlayan dönüşür. Dönüşen uyumlanır. Uyumlanan akışa katılır. Akışa katılan güçlenir. Güçlenen insan sonunda özgürleşir. Idris’in öğrettiği özgürlük, akışa direnmeden yürüdüğün özgürlüktür. Teslimiyetin en ince boyutu ise şudur: teslim olmak, içteki benliği silmek değil; benliği berraklaştırmaktır. Benliği silen kaybolur; benliği berraklaşan ise yükselir. Insan ne istediğini, neye gücünün yettiğini, neyi taşıyıp neyi bırakamadığını teslimiyet hâlinde daha net görür. Teslimiyet insanı yok etmez; insanı olduğuna en yakın hâline getirir.
İdris’in adı, bu yakınlığın adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: teslimiyet bir son değildir; teslimiyet bir başlangıçtır. Çünkü insan teslim olduğunda hayatın taşıdığı bir yük değil, hayatın akıttığı bir nehir hâline gelir. Nehir kendi yolunu bulur; çünkü suyu yönlendiren güç suyun kendisi değil, eğimdir. Insanın eğimi neyse yolu da odur. Idris’in yükselişi, doğru eğimle akanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan teslimiyetin bir yenilgi değil bir dönüş olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona öğrettiği en gizli gücün içine girer: bırakma. Çünkü insan çoğu zaman tutmayı bilir, ama bırakmayı bilmez. Sevdiğini tutmak ister, acısını tutmak ister, öfkesini tutmak ister, gururunu tutmak ister, korkusunu tutmak ister, geçmişini tutmak ister. Tutmak insanın kontrol çabasıdır. Ama bazen güç, tutmakta değil; bırakmaktadır. Idris’in adı, bu bırakmanın adıdır. Bırakmak, insanın vazgeçmesi değildir. Bırakmak, insanın kendi içindeki direncin neyi tıkadığını fark ederek o düğümü çözmesidir. Çözülmeyen düğüm insanı yorar; çözülen düğüm insanı genişletir. Genişleyen insan büyür. Büyüyen insanın elleri artık sıkı değil, açıktır. Açık el almak içindir ama aynı anda bırakmak içindir. Idris’in öğrettiği el, bu açıklığın elidir. Insan bırakmayı öğrenmeye başladığında ilk karşılaştığı şey korkudur. Çünkü insan bırakınca boşluğa düşeceğini zanneder. Boşluk, insanın en çok kaçtığı yerdir. Ama boşluk düşüş değildir; boşluk yeni bir alanın hazırlığıdır. Eski olan bırakılmadıkça yeni olan doğmaz. Insan bırakmayı bilmediği için yeniyi çağırsa bile eskiyle doludur. Idris’in çağrısı, boşluğun korku değil, doğum olduğunu söyleyen çağrıdır. Insan bıraktıkça içindeki ağırlıkların aslında birer zincir olduğunu fark eder. Tutundukça özgürlüğünü kaybettiğini, bıraktıkça özgürleştiğini görür. Tutulan şey insana güç vermiyorsa, o şey insanı zayıflatıyordur. Ama insan zayıflatana “güç” adını verdiği için onu bırakamaz. Bırakamadığı için büyüyemez. Idris’in adı, bu yanılsamayı kıran bilincin adıdır. Bırakmanın en derin boyutu, insanın kendi hikâyesini bırakmasıdır. Çünkü insan yıllarca kendine bir hikâye anlatır: “ben iyiyim”, “ben kötüyüm”, “ben kurbanım”, “ben şanssızım”, “ben doğruyum”, “ben yalnızım”. Bu hikâyeler insanın içini daraltır. Hikâye değişmedikçe kader değişmez. Insan kendi hikâyesini bıraktığında, ilk kez hakikate yer açar. Idris’in adı, o hakikate açılan yerin adıdır. Insan bırakmayı öğrendikçe ilişkilerindeki bağlılıkların da niteliği değişir. Bağlılık artık zorlayan bir bağ değil, özgür bir temas olur. Insan “beni bırakma” demek yerine “yanımda kalmayı seçersen sevinirim” demeye başlar. Bu fark küçücük görünür, ama insanın iç dünyasının değiştiğini gösterir. Çünkü bırakmayı bilen, sahip olmaya ihtiyaç duymaz. Sahip olmayana hayat sahiplik verir.
İdris’in yolu, bu hafifliğin yoludur.
Bırakmak, bazen bir insanı bırakmaktır; bazen bir alışkanlığı, bazen bir inancı, bazen bir korkuyu, bazen bir beklentiyi, bazen bir acıyı. Ama en zor bırakma, insanın kendine dair taşıdığı eski görüntüdür. Eski görüntü, insanın kendini yanlış tanıdığı bir gölge gibidir. Gölgeyi bırakmak, yeniden doğmaktır. Yeniden doğmak sancılıdır ama gereklidir.
İdris’in adı, bu yeniden doğuşun adıdır.
Bırakma, insanın “artık burası bana dar geliyor” dediği yerde başlar. Daralan bir yerde genişlemeye çalışmak insanı boğar. Genişlemesi gereken insanın bırakması gerekir. Çünkü insan “dar yerde kalırsam güvende olurum” sanır. Oysa güvenlik, genişliğin içindedir; darlığın değil. Darlık insanı saklar, ama geliştirip özgürleştirmez. Idris’in çağrısı, genişliğe açılmanın çağrısıdır. Insan bırakmayı derinleştirdikçe, artık hayatın kendi akışını bozmadan onunla birlikte hareket etmeyi öğrenir. Suyun önüne set koyan suyun akışını keser; ama suyun akışı kesildiğinde su durur, durduğun yerde bozulur. Suya yön veren akıntı değildir; suyun önündeki engellerdir. Insan kendi engellerini kaldırdığında akış kendiliğinden olur. Bırakmak, engeli kaldırmaktır.
İdris’in adı, akışın yeniden kurulduğu ânın adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: bırakmak kaybetmek değildir; bırakmak, kendine bir alan açmaktır. Alan açıldığı anda yeni bir nefes gelir, yeni bir yön belirir, yeni bir ışık düşer. Bu ışık insanın kendi içinden doğar. Idris’in yükselişi, bu ışığın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan bırakmanın bir kayıp değil, bir açılış olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en derin derslerinden biriyle karşılaşır: dönüşüm. Çünkü insan sandığı kadar sabit değildir; insan sürekli dönüşen, sürekli şekil değiştiren, sürekli başka hâllere evrilen bir varlıktır. Ama insan bu dönüşümün çoğunu fark etmez. Fark etmediği için de değişmeden yaşadığını zanneder. Oysa değişim insanın en temel gerçeğidir. Idris’in adı, bu gerçeğin adıdır. Dönüşüm bazen bir acıyla başlar, bazen bir kayıpla, bazen bir yüzleşmeyle, bazen bir sessizlikle, bazen bir cesaretle, bazen bir çöküşe benzeyen ama aslında yükseliş hazırlığı olan bir kırılmayla. Insan bu kırılmaları anlamlandırmadığında “neden böyleyim?” diye sorar. Ama idris’in öğretisinde soru şudur: “ben neye dönüşüyorum?” bu soru insanın iç yönünü değiştirir. Çünkü kişi acıya değil, acının içindeki çağrıya bakmaya başlar. Dönüşümün ilk işareti, insanın eski hâline sığamamasıdır. Düşünceleri sığmaz, duyguları sığmaz, alışkanlıkları sığmaz. Sığamadığı hâlde eski hâline dönmeye çalışır. Bu geri dönüş çabası insanı en çok yoran şeydir. Çünkü dönüşmek isteyen ruhun karşısında duran tek engel, insanın eski benliğine bağlılığıdır. Idris’in çağrısı, eskiyi bırakma cesaretini işaret eder. Dönüşüm insanın derisinden değil, insanın özünden başlar. Öz değişmeden dış kabuk değişmez. Kabuk değiştiğinde de, altında yeni bir öz doğar sanılır. Fakat öz, en başından beri oradaydı; kabuk sadece onun görülmesini engelliyordu. Dönüşüm kabuğun soyulmasıdır. Soyulmak acı verir ama insanı hafifletir.
İdris’in adı, bu hafifliğin adıdır.
İnsan dönüşümün ortasına geldiğinde çoğu zaman korkar. Çünkü dönüşüm bir belirsizliktir; belirsizlik bir boşluk gibidir. Boşluk büyütür ama önce ürkütür. Insan belirsizliğe bakınca “ya düşersem?” diye sorar. Oysa soru yanlış değildir; sadece eksiktir. Eksik soru insanı durdurur; tam soru insanı yürütür. Tam soru şudur: “düşersem ne olacağım?” dönüşüm, bu soruya verilen cevaptır. Idris’in öğrettiği cevap, insanın kendine verdiği en dürüst cevaptır. Dönüşüm, insanın kendine dair taşıdığı yanlış görüntüleri kırar. Insan bu görüntülere tutunduğu için acı çeker. “ben güçlü biriyim”, “ben zayıf değilim”, “ben hata yapmam”, “ben böyle biri değilim”-bu görüntüler insana bir gurur sağlar ama aynı zamanda onu hapishaneye çevirir. Dönüşüm, bu görüntülerin çöktüğü andır. Görüntüler çökünce insan kendine yaklaşır. Kendine yaklaşan insan hakikate yaklaşır. Idris’in adı, bu yaklaşmanın adıdır. Insan dönüşümün içinden geçerken ilişkileri de değişmeye başlar. Çünkü insanlar eski hâline göre onun etrafında konumlanmıştır. Insan değişince düzen de değişir. Kimisi bu değişimi taşıyamaz, kendini geri çeker; kimisi bu değişimi görür, daha çok yaklaşır; kimisi şaşırır, kimisi korkar, kimisi ilham alır. Ama hepsi dönüşümün bir parçasıdır. Dönüşüm insanın sadece kendi kaderini değil, temas ettiği herkesin kaderini de hareket ettirir.
İdris’in adı, bu harekettir.
Dönüşüm sürecinde insanın en çok zorlandığı şey, eski alışkanlıklarının çığlığıdır. Çünkü eski benlik bırakılmak istemez. Eski sözler, eski duygular, eski tepkiler, eski korkular insana “geri dön” diye fısıldar. Geri dönmek kolaydır, ama büyümeyi engeller. Ileri gitmek zorlayıcıdır ama insanı hakikatine taşır.
İdris’in yolu, ileri gitmenin yoludur.
Dönüşümün en büyük göstergesi, insanın artık eski acılara eski tepkilerle cevap vermemesidir. Aynı söz canını acıtmaz, aynı insan yarasını deşmez, aynı olay onu dağıtmaz. Çünkü dönüşen insan artık eski yaralarıyla konuşmaz; yeni bilinciyle bakar. Bilinç değişince yara da değişir. Yara kapanmaz belki ama insanın içinde yerini değiştirir. O yara artık bir kesik değil, bir öğretmendir. Idris’in öğrettiği yara, öğreten yaradır. Insan dönüşümle birlikte kendi iç huzurunu dış olaylardan bağımsız bir düzeye taşır. Artık dışarıdaki fırtına, insanın kendi içinde fırtına yaratmaz. Dışarıdaki sertlik, içerde sertlik oluşturmaz. Dışarıdaki kaos, içerde kaos üretmez. Çünkü dönüşmüş insan kendi içinde bir liman kurmuştur. O liman sağlamdır, derindir, sessizdir. Idris’in adı, bu limanın adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: dönüşüm bir kez başlamaz; dönüşüm her gün yeniden başlar. Insan sabah uyandığında yeni bir bilinç taşır, akşam yattığında başka bir bilinçle kapanır. Dönüşüm sürekli bir akıştır, bir devinimdir, bir iç yolculuktur. Bu yolculuğu durdurmak mümkün değildir; ama bilinçli yaşamak mümkündür. Idris’in yükselişi, bu bilinçle yaşamanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan dönüşümün bir devamlılık olduğunu anladıktan sonra, bu kez kendi içindeki en büyük potansiyeli harekete geçiren unsurlardan biriyle yüzleşir: cesaret. Çünkü dönüşümün her aşamasında cesaret gereklidir; ama cesaret çoğu insanın sandığı gibi bağıran, saldıran, meydan okuyan bir güç değildir. Gerçek cesaret, sessizdir. Sessizliğiyle ağırdır. Ağır olduğu için sarsıcıdır.
İdris’in adı, bu sessiz cesaretin adıdır.
Cesaret, insanın korkusuz olması değildir; cesaret, insanın korkusunun içinden yürüyebilmesidir. Korku varsa cesaret vardır; korkusu olmayanın cesareti de yoktur. Korkuyu inkâr eden cesur değildir; korkuyu tanıyan cesurdur. Insan “korkuyorum ama yürüyorum” diyebildiği anda gerçek cesaret başlar. Idris’in çağrısı, bu adımın çağrısıdır. Insan cesaretin köküne indiğinde, cesaretin dışarıya gösteriş yapmaktan ibaret olmadığını, tam tersine içte derin bir sükûnet gerektirdiğini görür. Çünkü dışarıya bağıran aslında korkudur; sakin duran ise cesarettir. Insan kendi içinde sessizleştiğinde, dışarıdaki fırtınaya rağmen adım atabilir hâle gelir. Çünkü cesaret, insanın iç merkezine bağlılığından doğar. Merkezde duran korkar ama dağılmaz. Idris’in adı, bu dağılmamanın adıdır. Cesaretin en büyük sınavı, insanın kendine söylediği yalanları bırakmasıdır. Çünkü yalan güvenlik sağlar gibi görünür ama insanı içten içe çürütür. “ben iyiyim”, “ben güçlüyüm”, “ben incinmem”, “ben doğruyum”-bunlar insanı bir yerde tutar ama büyütmez. Cesaret, insanın kendi karanlığını kabul etmesidir. Karanlık kabul edildiğinde ışık kendiliğinden yayılır.
İdris’in öğrettiği cesaret, bu kabulleniş cesaretidir.
İnsan cesareti geliştirdikçe, ilişkilerde de daha gerçek bir bağ kurmaya başlar. Çünkü cesur insan maskeyle yaklaşmaz. Maskesiz yüz, kırılgan bir yüzdür; ama o kırılganlık, karşı tarafın da maskesini düşürür. Bir insanın gerçek hâli görünür olduğunda, karşısındaki de gerçek hâline yaklaşır. Cesaret bulaşıcıdır. Idris’in adı, bu bulaşıcılığın adıdır. Cesaret, insanın seçimlerini de değiştirir. Korkudan yapılan seçimler insanı küçültür; cesaretten yapılan seçimler insanı büyütür. Korkudan “hayır” demek kolaydır; cesaretten “hayır” demek bir devrimdir. Korkudan “evet” demek teslimiyetsizliktir; cesaretten “evet” demek bir doğuştur. Insan cesaret ettikçe hayatın kapıları da cesaret edenlere göre açılır.
İdris’in yolu, bu açılışların yoludur.
Cesaretin en büyük iç kapısı, insanın bilinmeyene adım atmasıdır. Bilinmeyen karanlık değildir; bilinmeyen, ışığın henüz ulaşmadığı alandır. Insan bilinmeyenin içine girdiğinde önce titrer, sonra alışır, sonra derinleşir. Çünkü bilinmeyen insanı büyütür. Bilinen ise insanı korur ama küçültür. Hayatın büyük alanı bilinmeyenin içindedir.
İdris’in çağrısı, bilinmeyene açılmanın çağrısıdır.
İnsan cesareti geliştirdikçe, artık geçmişin üzerinde kurduğu baskı da çözülmeye başlar. Çünkü korkunun en büyük kardeşi pişmanlıktır. Pişmanlık insanı geçmişe bağlar; cesaret insanı geleceğe taşır. Pişmanlık enerji çeker; cesaret enerji üretir. Insan geçmişi ne kadar büyük görürse, geleceği o kadar küçük hisseder. Ama cesaret, geleceği büyütür.
İdris’in öğrettiği zaman bilinci budur.
Cesaretle yürüyen insan, artık başkalarının niyetlerinden, sözlerinden, yargılarından kolay kolay etkilenmez. Çünkü cesaret insanın merkezini dış otoritelerden iç sese taşır. Dış sesler bağırdığında bile iç ses fısıldar: “yürü.” bu fısıltı çok küçüktür ama insanın yönünü belirleyen en güçlü sestir. Iç ses duyulduğunda dış ses susturulmuş olmaz, sadece etkisizleşir.
İdris’in adı, bu iç sesin adıdır.
İnsan cesareti geliştirdikçe bir başka şeyi daha fark eder: cesaret yalnız hissettirir ama yalnız bırakmaz. Yalnız hissettirmesinin nedeni, insanın kalabalıkların beklentisinin dışına çıkmasıdır. Kalabalıkların beklediğinden çıkan yalnız görünür; ama kendi yoluna giren yalnız değildir. Cesaret insanı hakikatle yan yana getirir. Hakikatle yan yana duran, kalabalıklarla yürüyenlerden daha güçlüdür.
İdris’in adı, bu gücün adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: cesaret, insanın göstereceği bir güç değildir; cesaret, insanın içinin zaten taşıdığı gücü dışarıya çıkarmasıdır. Güç içtedir; cesaret onu görünür kılar. Cesaret var olanı açığa çıkarır. Idris’in yükselişi, içte saklı olan gücün yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan cesaretin içerde saklı duran bir güç olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona sunduğu en sessiz ama en keskin sınavla karşılaşır: sabitlik. Çünkü insan çokça hareket eder, çokça düşünür, çokça konuşur ama sabit kalmayı bilmez. Sabitlik, bir ağacın kök salması gibidir; kök derinleştikçe gövde güçlenir. Insanın iç kökü de budur: sabitlik.
İdris’in adı, bu sabitliğin adıdır.
Sabitlik, durağanlık değildir. Sabitlik, insanın iç odağını kaybetmemesidir. Dıştan bakıldığında sessiz bir duruş gibi görünür; ama içten bakıldığında büyük bir enerji, büyük bir yön, büyük bir kararlılık taşır. Çünkü sabit duran, iç otoritesini dış gürültüden çekmiştir. Dış sesler karışır, iç merkez susmaz. Iç merkez sustuğunda, insan kendini kaybeder; iç merkez konuştuğunda ise insan dünyayı aşar. Idris’in çağrısı, iç merkeze dönüşün çağrısıdır. Sabitlik insanın fırtınanın ortasında bile kendi ekseninde kalabilmesidir. Fırtına bazen bir söz olur, bazen bir kayıp, bazen bir reddedilme, bazen bir haksızlık, bazen bir değişim. Insan bu fırtınalarda savrulur; çünkü kökü zayıftır. Kökü zayıf olan, en küçük rüzgârda kırılır. Ama kökü derin olan, büyük fırtınalarda bile eğilir ama kopmaz.
İdris’in öğrettiği sabitlik, bu kopmamanın sabitliğidir.
Sabitliğin bir başka sırrı da şudur: sabit kalan insan, değişimi daha iyi taşır. Çünkü değişim insanı savurmaz; insan değişimin içinden geçer. Değişimin içinden geçmek, insanın duygularını bastırması değil; duyguların taşkınlığında kendi merkezini korumasıdır. merkezini koruyan zayıf değildir; merkezini koruyan bilinçlidir. Idris’in adı, bu bilincin adıdır. Insan sabitliğini buldukça, artık paniğin etkisine girmez. Panik insanı düşüncesiz yapar; sabitlik insanı berrak yapar. Paniğin altında korku vardır, sabitliğin içinde farkındalık. Insan panikteyken kendi sesini duymaz; sabitken duyduğu sessizlik, en derin rehberidir. Sabitlik, içteki en keskin aynadır. O aynaya bakan insan kendini tanır; tanıyan insan yönünü kaybetmez.
İdris’in çağrısı, bu aynanın çağrısıdır.
Sabitlik insanın ilişkilerini de değiştirir. Sabit olan bağırmaz, zorlamaz, ispat etmez, acele etmez. Sabit olan sadece durur. Durmak, güçsüzlük değildir; durmak, insanın kendini tanıdığı yerdir. Kimse sabit bir insanı manipüle edemez; çünkü sabit olan kişi, dışarıdaki duyguların içinde kaybolmaz. Sabit olan insan, kendi iç ağırlığını bilir.
İdris’in adı, bu ağırlığın adıdır.
Sabitlik yalnızca zor günlerde değil, iyi günlerde de sınanır. Insan iyi günlerde dağılabilir, uçabilir, rehavete kapılabilir. Iyi günün sarhoşluğu, kötü günün çöküşü kadar tehlikelidir. Çünkü insan en çok rahatladığında kendinden uzaklaşır. Sabit olan, rahatlığın içinde de farkındadır. Sevinci yaşar ama kontrolü kaybetmez. Başarıyı hisseder ama kibir doğurmaz.
İdris’in yolunda sabitlik, inişle çıkışı aynı gözle okuyabilmektir.
Sabitliğin en büyük ölçüsü, insanın kendi niyetine sadakatidir. Değişken duygulara değil, değişmeyen merkeze sadakat. Duygular değişir, niyet sabit kalırsa insan yolunu kaybetmez. Niyet değişir, duygu sabit kalsa bile insan yoldan çıkar. Bu yüzden sabitlik duyguda değil; yön dedikleri şeydedir. Yön bozuldu mu insan savrulur; yön sabitse savrulan duygu bile insanı yıkamaz.
İdris’in adı, bu sabit yönün adıdır.
İnsan sabitliğini buldukça geçmişin yaraları da hafifler. Çünkü yaralar en çok insan dağınıkken konuşur; sabit olanın yarası bile sessizdir. Sessiz yara iyileşmeye başlar. Yaraya ağıt yakmak değil, yaraya yer açmak iyileştirir. Yer açmak için sabit olmak gerekir. Sabit olan insan, kendi iç acısının bile etrafında sükûnetle bekler. Bu bekleyiş iyileştirir.
İdris’in adı, bu iyileşmenin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: sabitlik hareketin düşmanı değildir; sabitlik hareketin merkezidir. Merkez olmadan hareket dağılır. Merkez olmadan güç savrulur. Merkez olmadan insan kendinden uzaklaşır. Merkezini bulan insan, yolları çok daha derin görür, seçimleri çok daha temiz duyar, kaderi çok daha sakin taşır. Idris’in yükselişi, merkezlenen insanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan sabitliğin hareketin düşmanı olmadığını, bilakis hareketin gizli merkezi olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en ince ama en belirleyici unsurlarından biriyle yüzleşir: farkındalık. Çünkü farkındalık, insanın kendi varlığını nasıl taşıdığını belirleyen asıl zeminidir. Farkındalık yoksa, insan yaptığı hiçbir şeyi kendisi yapmaz; alışkanlıkları, tepkileri, duygularının gölgesi, geçmişin itişi, başkalarının sesi onu yönetir.
İdris’in adı, bütün bunların sustuğu yerde doğan iç gözün adıdır.
Farkındalık, gözün bakması değil; bakışın içe çökmesidir. Insan çoğu zaman dışarıya bakar ama kendini görmez. Kendini görmediği için de yaşadığı her şey dışarıda çözülmesi gereken bir sorun gibi görünür. Oysa dışarıdaki her sorun, içteki bir hareketin yankısıdır. Insan iç hareketi görmediği sürece dışarıdaki yankıyı durduramaz. Farkındalık, bu iç hareketi çıplak hâliyle tanımaktır. Farkındalık bazen acıtır. Çünkü insan fark ettikçe kendisiyle yüzleşir; kendisiyle yüzleştikçe sakladığı şeyler açığa çıkar. Saklanan her şey görünmek ister; görünmek isteyen şey ilk anda insanda rahatsızlık yaratır. Rahatsızlık kötü değildir; rahatsızlık, bir kapının aralandığını gösterir. Aralanan kapıdan içeri bakabilen, kendisini dönüştürmeye başlar.
İdris’in çağrısı, bu bakışın çağrısıdır.
İnsan farkındalık geliştirdikçe, tepkilerinin otomatikleştiğini de görmeye başlar. Bazı insanlar aynı kelimeyle öfkelenir, aynı davranışla kırılır, aynı yüzle güvenir, aynı jestle korkar. Bu otomatiklik, insanın içindeki eski kayıtların tekrar tekrar sahnelenmesidir. Farkındalık, sahnenin ışığını açar ve insan o eski kayıtlarının izini görür. “ben niye hep böyle tepki veriyorum?” sorusu farkındalığın başlangıcıdır. Idris’in adı, bu başlangıcın adıdır. Farkındalık insanı ağırlaştırmaz; aksine hafifletir. Çünkü farkındalık, insanın taşıdığı yüklerin bir kısmının kendi olmadığı düşüncesiyle başlar. Insan önce yükü görür, sonra yükün kökenini, sonra yükü taşıyan eski hâlini, sonra da yükün kendisine ait olup olmadığını. Fark eden insan, yükün yarısını bırakmış olur. Bırakmayı bilmeyen insan ise yükü gerçek zanneder.
İdris’in öğrettiği güç, bu ayrımı yapabilen gücüdür.
Farkındalık, insanın kendi sesini başkasının sesinden ayırmasını sağlar. Çünkü insan uzun yıllar boyunca kendi iç sesini, dışarıdaki taleplerin, beklentilerin, korkuların, öğretilerin, rollerin içinden duymaya çalışmıştır. Bu ses karışıklığı içinde insan yönünü kaybeder. Farkındalık geldiğinde bu karışıklık çözülmeye başlar. Artık hangi sesin içten geldiği, hangisinin dıştan dayatıldığı ayırt edilir. Ayırt edilen ses, insanın gerçek rehberidir.
İdris’in adı, bu rehberliğin adıdır.
İnsan farkındalığı derinleştirdikçe, artık kendi hareketlerinin niyetini de görmeye başlar. Çünkü insan sadece ne yaptığını değil, neden yaptığını da bilmeye başlar. Bir davranışın sebebi görüldüğünde davranış değişir. Içi değişmeyen davranış sahte olur; içi değişen davranış dönüşür. Dönüşen davranış insanı ileri taşır. Idris’in yolu, bu içten dışa değişimin yoludur. Farkındalık, insanın kendi karanlığıyla savaşmasını değil, karanlığını anlamasını sağlar. Çünkü karanlık savaşla dağılmaz; karanlık ancak görülerek çözülür. Insan karanlığını gördüğünde, karanlığı artık büyümez. Büyümeyen karanlık ışığa yer açar. Işık çoğaldığında insan artık kendine yabancı hissetmez. Çünkü kendi karanlığından utanmayanın içi genişler. Genişlik insanın büyüme alanıdır.
İdris’in adı, bu genişliğin adıdır.
İnsan farkındalığın içinde kaldıkça, artık hayatın küçük detaylarını bile başka bir derinlikle okumaya başlar. Bir eşyanın yer değişimi, bir insanın susması, bir rüzgârın yönü, bir kelimenin titreşimi, bir bakışın ağırlığı… farkındalık bu küçük hareketlerin içindeki anlamı açığa çıkarır. Anlamı gören insanın hayatı sıradanlıktan kurtulur. Sıradanlık, farkındalığın yokluğudur; derinlik, farkındalığın varlığıdır. Idris’in adı, bu derin hayatın adıdır. Farkındalık insanı çok iyi bir dinleyici yapar. Çünkü insan farkındalıkla dinlediğinde sadece kelimeleri değil, kelimenin ardındaki niyeti, hâli, yarayı, korkuyu, ışığı, sesi duyar. Bu derin dinleyiş insanın hem kendine hem başkasına karşı merhametli olmasını sağlar. Merhamet, yumuşaklık değildir; merhamet, gerçeği sertlik olmadan göstermektir.
İdris’in çağrısı, bu merhametin çağrısıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: farkındalık insanın gözünü açmaz; gözün baktığı yeri derinleştirir. Göz zaten bakıyordur; derinlik yoktur. Farkındalık gelince, bakış derinleşir. Derinleşen bakış, insanı hem kendine hem hayata başka bir yerden bağlar.
İdris’in yükselişi, bu derin bağın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan farkındalığın aslında iç gözün açılması olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona sunduğu en gizemli gerçeğe yaklaşır: iç rehberlik. Çünkü insan çoğu zaman dış rehberler peşinde koşar; sözlere, kitaplara, öğütlere, topluluklara, kişilere… bir yol göstericisi olsun ister. Oysa idris’in kadim öğretisinde en büyük rehber, dışarıdan gelen değil, içeriden yükselendir. Iç rehberlik, insanın kendi iç titreşiminin konuşmasıdır. Iç rehberlik kelimelerle konuşmaz; iç rehberlik bir hâl ile konuşur. Bir huzur gelir, bir sıkışma belirir, bir genişlik hissedilir, bir ağırlık çöreklenir, bir yön kendiliğinden belirginleşir. Insan bunlara kulak verdiğinde, kendi iç rotasının dışarıdaki bütün gürültülerden daha güvenilir olduğunu anlar. Çünkü iç rehber, insana yalan söylemez; iç rehberi yanlış okuyan ise çoğu zaman insanın kendisidir. Idris’in adı, bu iç rehberliği ayırt etmenin adıdır. Insan iç rehberliği duyabilmek için önce kendi içindeki karmaşayı susturmayı öğrenmelidir. Çünkü rehberlik sessizlikte duyulur; karmaşada kaybolur. Insanın duyguları bağırıyorsa, zihin çarpışıyorsa, geçmiş konuşuyorsa, korku fısıldıyorsa rehberlik duyulmaz. Rehberlik duyulmadığında insan dışarıdan bir işaret aramaya başlar. O işaret gece yarıları uyku kaçırır, sabahlara kadar düşünceyi meşgul eder, ama yine de yön vermez. Yön içeriden gelir.
İdris’in çağrısı, bu iç yönün çağrısıdır.
İç rehberlik insanı zora sürüklemez; ama kolay olanı da seçmez. Çünkü rehberliğin amacı insanı rahatlatmak değil, insanı yetiştirmektir. Çocuk da yürümeyi öğrenirken rahatlamaz; düşe kalka büyür. Iç rehber, insanın düşe kalka büyümesini gözeten sessiz bir anne gibidir. Ne şımartır ne terk eder; ne zorlar ne bırakır. Dengesi kusursuzdur. Idris’in adı, bu dengenin adıdır. Insan iç rehberliğini dinlemeye başladığında, artık dışarıdaki onay ihtiyacı azalır. Çünkü rehberlik içerden gelince, dışarıdaki seslerin önemi küçülür. Başkaları “yapma” dese bile iç rehber “yürü” diyorsa insan yürür; başkaları “kal” dese bile iç rehber “bırak” diyorsa insan bırakır. Dış dünya bunu anlamaz, ama iç rehberliği duyan insan kendini açıklamak zorunda kalmaz. Açıklama ihtiyacı azalır; çünkü iç açıklık artar. Iç rehberlik insanın kendi merkezini korumasını sağlar. Çünkü insan kararsız kaldığında savrulur; savrulan insan yanlış yerlerden güç toplamaya çalışır. Iç rehber, savrulanın omzundan tutar ve der: “önce burada dur.” bu durma hâli insanı karardan uzaklaştırmaz; bilakis kararın kökünü temizler. Kök temizlendiğinde karar kendiliğinden belirir.
İdris’in yolu, bu kendiliğinden belirmenin yoludur.
İç rehberlik aynı zamanda insanın kendi ahengini bulmasıdır. Herkese göre değişen yollar vardır; ama iç rehberlik insana kendi ritmini fısıldar. Kimisi sessiz yürür, kimisi hızlı; kimisi içe kapanarak, kimisi açılarak; kimisi bekleyerek, kimisi sıçrayarak. Rehberlik, başkasının ritmine göre değil, insanın kendi öz ritmine göre konuşur. Öz ritmine uyan insan, başkalarının akışına uyma zorunluluğundan kurtulur. Idris’in adı, bu kurtuluşun adıdır. Insan iç rehberliği duymaya başladığında, kendi hayatındaki döngüleri de daha net çözmeye başlar. Çünkü rehberlik insanın “hazır olmadığını” da söyler. Insan çoğu zaman “istiyorum” der ama hazır değildir; rehberlik hazır olmayana kapı açmaz. Bu kapalı kapı insanı üzmez; bilakis insanı hazırlığa çağırır. Hazırlık, dönüşümün sessiz karanlığıdır.
İdris’in adı, bu karanlıkta duyulan fısıltının adıdır.
İç rehberliğin en ince tarafı şudur: iç rehber sadece “yap” demez, bazen “yapma” da der. Bazen “gitme”, bazen “konuşma”, bazen “dur”, bazen “dokunma”, bazen “sabret”, bazen “bırak”. Insan buna uymayı öğrendiğinde kendi acılarını azaltır. Çünkü iç rehber insanın gelecekte yaşayacağı bazı yaraları erken uyarır. Çok bağlananı çeker, çok zorlananı durdurur, çok hırslananı yumuşatır, çok korkanı cesaretlendirir. Idris’in öğrettiği rehberlik böyledir: insanın iç gücünü dış yaralardan koruyan bir bilinç. Iç rehberi duyan insanın hayatına sessiz bir düzen gelir. Düzen dışarıdaki olayların dengelenmesi değil, içerideki niyetlerin temizlenmesidir. Niyetler temizlendiğinde hayatın ritmi de temiz görünür. Insan artık “neden böyle oluyor?” diye değil, “bu bana ne demek istiyor?” diye sorar. Bu soru, insanın hakikate en yakın olduğu sorudur. Idris’in adı, bu soruyu soranların adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: iç rehber, iç gerçekliğin sesidir. Dış dünya değişir, yollar değişir, insanlar değişir; ama iç gerçeklik değişmez. Rehberlik o gerçekliğin sessiz yankısıdır. Bu yankı insanı hakikate çağırır. Hakikate çağrılan insan artık kaybolmaz.
İdris’in yükselişi, bu iç çağrının yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç rehberliğin kendi iç gerçekliğinin sesi olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en derin ve en az anlaşılan alanına adım atar: iç çatışma. Çünkü insanın en büyük savaşı dışarıdaki insanlarla, olaylarla, sistemlerle değildir; insanın en büyük savaşı kendi içindedir. Sessizce, kimseye görünmeden, geceleri karanlık bir odamızda başlayan, gündüzleri kalabalıkların arasında devam eden, insanın yüzünü dışarıya göstermediği, ama içini bazen paramparça eden o derin savaş… idris’in adı, bu savaşın göründüğü değil çözüldüğü yerin adıdır. Iç çatışma, insanın iki farklı hâlinin aynı bedende birbirini çekiştirmesidir. Bir yan “kal” der, bir yan “git”; bir yan “sus” der, bir yan “konuş”; bir yan “sabret” der, bir yan “bırak”; bir yan “korkuyorum” der, bir yan “cesaret et”. Bu iki ses insanın içinde savaşır. Savaşın nedeni yanlışlık değildir; savaşın nedeni insanın iki farklı yönünün aynı anda var olmasıdır. Idris’in çağrısı, bu iki yönü birbirine düşman değil, birbirinin tamamlayıcısı olarak görmektir. Iç çatışmayı yaşayan insan, kendisini zayıf sanır. Oysa çatışma güçsüzlük değil, güç birikiminin başlangıcıdır. Çünkü iç çatışma, insanın içindeki eski hâl ile yeni hâlin karşılaşmasıdır. Eski hâl gitmek istemez; yeni hâl doğmak ister. Doğum acılıdır; doğum sancılıdır; doğum karanlık bir geçittir. Insan çatışmanın ortasında kendini kaybettiğini zanneder; oysa kaybetmiyordur, dönüşüyordur.
İdris’in adı, bu dönüşümün adıdır.
İç çatışma insanı ikiye böler gibi görünür, ama aslında insanı bütünlüğe çağırır. Çünkü çatışma, insanın içindeki seslerden birinin bastırılmış olmasından doğar. Bastırılan ses geri dönmek ister, duyulmak ister, görülmek ister. Insanlar iç çatışma yaşadığında çoğu zaman yanlış sesi susturmaya çalışır. Oysa idris’in öğretisinde çözüm, sesi susturmak değil, sesi anlamaktır. Hangi ses hangi yaradan geliyor, hangi ses hangi korkudan doğuyor, hangi ses hangi ilhamdan fısıldıyor… bunları duyan insan, çatışmayı çözmeye başlar. Iç çatışmayı çözmek için insanın kendine sorması gereken sorular ağırdır: “ben gerçekten ne istiyorum?”, “ben gerçekten kimim?”, “ben neden böyle tepki veriyorum?”, “bu his bana ne anlatıyor?” bu sorular insana acı verir; çünkü insan bu soruların cevabını yıllarca saklamıştır. Saklanan cevap, çatışmanın köküdür. Kök görülmeden çatışma bitmez. Idris’in öğrettiği sakinlik, bu kökü görmeye cesaret etmektir. Iç çatışmanın en zor anı, insanın iki farklı gerçeği aynı anda taşımasıdır. Bir taraf “bunu yapmalısın” derken diğer taraf “buna hazır değilsin” der; bir taraf “sev” derken bir taraf “kork” der; bir taraf “çık” derken bir taraf “kal” der. Iki gerçeği aynı anda taşımak insanı yorar. Fakat bu yorgunluk, insanın daralan kabuğunu kırmak için gereklidir. Kabuk kırılmadan yeni hâl doğmaz.
İdris’in adı, bu kırılmanın adıdır.
İç çatışma kimi zaman sessizlikle büyür. Insan susar ama içinde fırtına devam eder. Susar çünkü ne diyeceğini bilmez, susar çünkü yanlış anlaşılmak istemez, susar çünkü kendine bile söylemeye korktuğu cümleler vardır. Bu iç susuş, dış susuştan daha ağırdır. Ama bu sessizlik aynı zamanda bir çağrıdır. Çünkü insan kendi iç çatışmasının ortasında sessizleştiğinde, iç rehberi yüksek sesle konuşur. Idris’in çağrısı, o sesi duyan insanadır. Iç çatışmayı çözmenin yolu taraf tutmak değildir; tarafları aynı masaya oturtmaktır. Çünkü insanın bir yanı korkuyorsa, o yanın bir sebebi vardır. Insanın bir yanı atılmak istiyorsa, o yanın bir gerçeği vardır. Insanın bir yanı geride duruyorsa, o yanın bir hikâyesi vardır. Iç çatışma, bu hikâyelerin buluşmasıdır. Buluşma gerçekleştiğinde çatışma güç üretir.
İdris’in adı, bu güçlenmenin adıdır.
İç çatışmayı fark eden insan, artık kendi iç otoritesini dış dünyaya devretmez. Çünkü dış dünya çatışmayı çözmez; dış dünya sadece çatışmayı tetikler. Tetiklenen çatışma insanın içindeki yaraları görünür kılar. Bu görünürlük insanı önce rahatsız eder, sonra uyandırır, en sonunda özgürleştirir. Özgürlüğün kapısı çatışmanın arkasındadır. Idris’in yolu, bu kapıyı açmanın yoludur. Ve insan en sonunda şunu fark eder: iç çatışma bitmesi gereken bir sorun değil, insanın gelişiminde geçmesi gereken bir eşiğin adıdır. Bu eşik aşılmadan insan, ne kendini bilir ne kaderini anlar. Iç çatışmayı aşan insan, artık iki farklı hâl arasında bölünmez; iki hâl birleşir, tek bir yön olur.
İdris’in yükselişi, bu birleşmenin yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç çatışmanın bir eşik olduğunu fark ettikten sonra, bu kez o eşiğin ardında duran daha derin bir gerçeğe yaklaşır: bütünlük. Çünkü insan uzun bir ömür boyunca kendisini parça parça yaşamaya alışmıştır; bir parçası geçmişte kalır, bir parçası geleceğe kaçar, bir parçası utançta saklanır, bir parçası öfkede kilitlenir, bir parçası kayıplarına tutunur, bir parçası hayallerine sığınır. Bu parçalanmışlık insanın ruhunu tam bir bütün olarak deneyimlemesini engeller. Idris’in adı, bu parçaların aynı masada birleştiği yerin adıdır. Bütünlük insanın kendisini bir tek nefes gibi duyduğu andır. O anda geçmiş, gelecek, pişmanlık, umut, kayıp, acı, sevinç aynı gövdede birbirine temas eder. Temas eder ama çatışmaz. Çünkü bütünlükte çatışma yoktur; bütünlükte kabul vardır. Kabul, pes etmek değildir; kabul, parçayı reddetmeden parça ile birlikte var olabilmektir. Insan parçalarıyla kavga ettiği sürece büyümez; parçalarını tanıdığı sürece genişler. Idris’in çağrısı, bu genişliğin çağrısıdır. Bütünlük bir hedef değildir; bütünlük bir hâl’dir. Insan bütünlüğe yürürken önce eksik yanlarını fark eder, sonra fazla yanlarını, sonra kendisine benzemeyen yanlarını, sonra kendisinden kaçan yanlarını, sonra da herkesin taşıdığı o evrensel acıyı. Bütünlük, insanın kendisini yalnız bir birey değil, daha büyük bir varlığın küçük bir aynası gibi hissettiği noktadır. Aynanın küçüklüğü önemsizdir; yansıttığı şeyin büyüklüğü önemlidir.
İdris’in adı, bu yansımanın adıdır.
Bütünlük, insanın kendi içindeki çelişkileri aynı potada eritmesinden doğar. Çünkü insan hem güçsüzdür hem güçlü; hem cesurdur hem ürkek; hem bilgedir hem akılsızlığın içine düşer; hem şefkatlidir hem zaman zaman acımasız olur; hem sever hem korkar; hem yaklaşır hem uzaklaşır. Insanın bu çift yönlülüğü utanç verici değildir; hakiki bir var oluşun işaretidir. Çelişkilerini reddeden insan kendine yalan söyler; çelişkilerini kabul eden insan kendine yaklaşır.
İdris’in adı, bu yaklaşmanın adıdır.
Bütünlük, insanın kendisiyle kavgalı olmaktan vazgeçtiği yerdir. Çünkü iç savaş dış barışı engeller. Insan içte savaştıkça dışta huzur arar; dışta huzur bulamayınca içteki savaşı daha da büyütür. Bu döngü insanı yıllarca tüketebilir. Bütünlük ise döngünün kırılmasıdır. Insan içindeki tarafları aynı masaya oturttuğunda, savaşın bittiği o derin sessizlikte ilk kez huzur duyar.
İdris’in öğrettiği huzur, savaşsız bir huzurdur.
Bütünlük, insanın kendisini affetmesiyle de başlar. Çünkü kendisini affedemeyen, başkasını da affedemez. Kendisine kızgın olan, başkasına da kızar. Kendisinden nefret eden, başkasına da sert davranır. Kendisiyle barışan ise başkasına da yumuşak olur. Ama bu yumuşaklık zayıflık değildir; tam tersine en güçlü hâlidir. Insan kendisini affettiğinde yükün yarısını bırakmış olur.
İdris’in adı, bu bırakmanın adıdır.
İnsan bütünlüğe yaklaştıkça, artık kendi karanlığıyla savaşmayı değil, karanlığını anlamayı öğrenir. Çünkü karanlık da insanın bir parçasıdır. Karanlığı reddettiğinde karanlık büyür; karanlığı aydınlatmak istediğinde karanlık çözülür. Insan kendi karanlığına ışık tuttuğu anda, o karanlık aslında bir çağrıya dönüşür: “beni dönüştür.” dönüşmeyen karanlık gölge olur, dönüşen karanlık bilgelik. Idris’in adı, gölgenin bilgelik olduğu andır. Bütünlük insanın kendisine daha derin bir şefkatle bakabilmesini sağlar. Şefkat, insanın kendi yaralarını sevmesi değildir; yaralarının neden orada olduğunu anlamasıdır. Anladığında yük hafifler, hafiflediğinde kalp genişler, genişlediğinde insan artık dış tehditlerle savaşma ihtiyacı hissetmez. Çünkü bütün insan kendine güvenir. Kendine güvenmek kibir değildir; kendine güvenmek özünün sağlam olduğunu bilmektir. Idris’in adı, bu sağlamlığın adıdır. Bütünlük, insanın başkalarıyla kurduğu ilişkiyi de kökten değiştirir. Çünkü parçalanmış insan parçalanmış ilişkiler kurar; bütün insan bütün ilişkiler yaratır. Bütünlük ilişkide bağımlılığı azaltır, baskıyı çözer, zorlamayı bitirir. Çünkü bütün bir insan başkasını kendisinin eksikliğini tamamlasın diye değil, kendi genişliğini paylaşsın diye hayatına alır. Genişlik paylaşılır; eksiklik talep eder. Idris’in öğrettiği ilişki, genişliğin ilişkisidir. Bütünlük aynı zamanda insanın kendi iç merkezinin gücünü hissetmesidir. Merkezine yerleşen insan artık kolay kolay savrulmaz. Savrulmadığı için hayatın değişimlerine daha büyük bir esneklikle uyum sağlar. Uyum sağladığı için acıdan korkmaz. Acıdan korkmadığı için hareket eder. Hareket ettiği için gelişir. Geliştiği için yükselir. Yükseldiği için derinleşir.
İdris’in adı, bu döngünün adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: bütünlük, insanın en sessiz zaferidir. Dışarıdan görünmez ama insanın içini tamamen değiştirir. Dışarıdan duyulmaz ama insanın hayatındaki her şeye dokunur. Bütünlük, yaradılışın insana bıraktığı en büyük emanettir. Bu emanet alındığında, insanın adı değişir: artık parça değil, bütündür. Idris’in yükselişi, bu bütünlüğün yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan bütünlüğün bir zafer değil, bir hâl olduğunu fark ettikten sonra, artık kendi iç gerçekliğinin daha büyük bir alanla temas ettiğini hissetmeye başlar: anlam. Çünkü anlam, insanın yaşamındaki en sessiz ama en belirleyici dinamiktir. Anlam yoksa insan yaşar ama yaşamaz; adım atar ama ilerlemez; konuşur ama dokunmaz; sever ama bağlanamaz; kaybeder ama ders almaz; kazanır ama doyamaz. Idris’in adı, anlamın kapısında duran bilincin adıdır. Anlam insanın dışarıdan aldığı bir şey değildir; anlam içeriden doğar. Dışarıdaki olaylar sadece anlamı uyandırır. Bir kayıp, bir karşılaşma, bir kırılma, bir sevinç, bir rastlantı… her biri insanın içindeki anlam ateşine dokunur. Ama ateşi yakan dışarıdan gelen olay değildir; içteki kıvılcımdır. Kıvılcım olmadan ateş yanmaz. Idris’in öğrettiği şey tam da budur: anlam içeride başlar, dışarıda görünür. Insan anlam ararken aslında kendi özünün yankısını arar. Öz sessizdir ama insan o sessizliğin titreşimini fark ettiğinde “burada bir şey var” der. Bazen bir kitapta, bazen bir yüz ifadede, bazen bir müzikte, bazen bir sözde, bazen bir yalnızlık gecesinde, bazen bir sabah sessizliğinde insan içindeki anlamın uyanışını hisseder. Bu uyanış küçük görünür ama insanın yönünü değiştirir.
İdris’in adı, bu uyanışın adıdır.
Anlam kendini çoğu zaman acının içinden gösterir. Çünkü acı, insanda açıklık yaratır. Açıklık geldiğinde insan yüzeysel olan şeylerden sıyrılır. Yüzeysel olandan sıyrılınca derin olan görünür. Derin olan görünür hâle gelince anlam belirir. Acının amacı cezalandırmak değildir; acının amacı uyandırmaktır. Idris’in çağrısı, bu uyanışın çağrısıdır. Anlam bazen de sevinçten doğar. Sevinç insanı genişletir; genişleyen insan hayatın kendisine sunduğu güzelliği daha yoğun duyar. Bu güzellik bir nimettir ama hediyeden büyük olan, o hediyeyi duyan bilinçtir. Sevinç anlamı açığa çıkarır; çünkü sevinç insanın özüyle temas ettiği kısa anlardan biridir. O anda insan kendisini “doğru yerdeyim” diye hisseder.
İdris’in adı, bu hissedişin adıdır.
Anlam insanın hayatındaki yönünü belirleyen en derin pusuladır. Çünkü anlamın olduğu yerde zorluk dayanılır hâle gelir; anlamın olmadığı yerde kolaylık bile insanı tüketir. Insan neden yorgun olduğunu bilmediğinde anlam kaybolmuştur; insan neden güçlü olduğunu bilmediğinde anlam içten doğmuştur. Anlam, insanın içindeki görünmez enerjidir. Bu enerji kaynağını hakikatten alır.
İdris’in adı, bu kaynağa bağlananların adıdır.
İnsan anlamın peşine düştükçe, artık hayatındaki her şeyin ona bir şey söylediğini fark eder. Hiçbir olay boş değildir, hiçbir insan sebepsiz değildir, hiçbir yol rastlantı değildir, hiçbir kayıp anlamsız değildir. Her biri insanın içindeki bir soruya cevap taşır. Ama bu cevap dışarıdan değil, içeriden okunur. Insan okudukça anlam büyür; anlam büyüdükçe insan derinleşir.
İdris’in çağrısı, bu derinliğin çağrısıdır.
Anlam, insanın içindeki en büyük şifayı taşır. Çünkü insan anlam bulduğunda acı küçülür, yalnızlık yumuşar, korku çözülür, öfke dağılır, nefret buharlaşır. Bütün bu duygular kendi yerini bulur. Insan anlamı kaybettiğinde ise bu duygular birbirine karışır, iç dünya karanlıklaşır, yön kaybolur. Anlam, insanın ruhunun ışığıdır. Idris’in adı, bu ışığın adıdır. Insan anlamı bulduğunda, artık dışarıdan gelen hiçbir ses onu yönlendiremez. Çünkü içte duyulan “bu doğru” ya da “bu yanlış” hissi bütün dış gürültüden daha belirleyici hâle gelir. Insan kendi içindeki yönü duymaya başladığında, bir adımın bile hayatını değiştirecek kadar değerli olduğunu anlar. Adım küçüktür ama içindeki anlam büyüktür.
İdris’in öğretisi, büyük anlamı küçük adımlarda görmektir.
Anlamın bir başka boyutu da şöyledir: anlamı bulan insan her şeyi anlatmak zorunda hissetmez. Çünkü anlam dışarıya dökülünce sıradanlaşabilir; anlam içte taşınınca derinleşir. Bazı hakikatler başkalarına söylenmek için değil, insanın içinde büyümesi için vardır. Içte büyüyen hakikat insanın gözlerine yerleşir, sesine yansır, yürüyüşüne siner.
İdris’in adı, bu iç aktarımın adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: anlam, insanın yolunun asıl merkezidir. Para, başarı, güç, onay bunların hepsi geçer; anlam kalır. Anlam yoksa insan dünyayı elde etse bile kendini kaybeder; anlam varsa insan kaybetse bile kendini bulur. Idris’in yükselişi, anlamın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan anlamın kendi içindeki merkez olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en sessiz ama en belirleyici yasasıyla karşılaşır: uyum. Çünkü insan çoğu zaman kendi iç uyumunu dış koşullara göre kurmaya çalışır; oysa iç uyum dışarıdan değil, içeriden başlar. Iç uyumu olmayan insan dışarıda huzur aramaya mahkûm olur; dış uyumu olan ama içi karanlık olan insan, en huzurlu mekânda bile daralır.
İdris’in adı, iç uyumun adıdır.
Uyum insanın kendisiyle savaşmaktan vazgeçtiği andır. Çünkü iç savaşın sürdüğü yerde uyum doğmaz; uyumsuzluk insanı parçalar. Parçalanmış insan dış dünyayı suçlar, dış koşulları suçlar, kaderi suçlar. Oysa uyum insanın kendisiyle barışmasını gerektirir. Iç barış, insanın kendisini reddetmeden, kendisini büyütmeye niyet etmesidir. Idris’in çağrısı, bu barışın çağrısıdır. Uyum insanın iç ritmini bulmasıyla başlar. Her insanın ritmi farklıdır: kimi ağır adım atar, kimi hızlı; kimi uzun susar, kimi kısa konuşur; kimi yalnızlıkla büyür, kimi kalabalıkla; kimi gece derinleşir, kimi sabah. Insan ritmine aykırı yaşadığında iç huzur kaybolur. Huzur, ritimle doğar. Idris’in öğrettiği, ritim ile varoluş arasındaki görünmez bağdır. Iç ritmini bulan insan, artık dış dünyanın ritmine yetişmeye çalışmaz. Başkalarının hızına koşmaz, başkalarının duruşuna göre adım atmaz, başkalarının korkusuna göre şekil almaz. Çünkü başkasının ritmine göre yaşamak, insanın kendi ruhunu unutturur. Insan ruhunu unuttuğunda, kendi yolunu yürüyemez. Idris’in adı, kendi ritmini duyarak yürüyenlerin adıdır. Uyum, insanın içindeki “zaman” duygusunu da değiştirir. Çünkü iç uyum bozulduğunda zaman hızlanır, ağırlaşır, dağılır. Insan “geçmiyor” dediği anlarda içi sıkışıktır; “yetmiyor” dediği anlarda içi dağınıktır; “çok hızlı aktı” dediği anlarda içi kopuktur. Zaman dışarıda değil, içeride akar. Içeride genişleyen zaman dışarıda da geniş görünür.
İdris’in adı, bu iç zamanın adıdır.
İç uyumu yakalayan insan, kararlarını da başka bir yerden verir. Çünkü uyumun olduğu yerde kararsızlık azalır. Kararsızlık, insanın iki farklı sesinin aynı anda konuşmasıdır; uyum, seslerin aynı yöne bakmasıdır. Uyum geldiğinde insan “ne yapmalıyım?” diye değil, “benim yolum hangisi?” diye sorar. Bu soru insanı merkezine döndürür. Merkezine dönen şaşırmaz.
İdris’in yolu, şaşırmamayı değil, şaşırsa bile merkezine dönmeyi öğretir.
Uyum insanın ilişkilerini de değiştirir. Çünkü uyumsuz iki insan birbirine zarar verir; uyumlu iki insan birbirini taşır. Uyum sadece romantik bir ahenk değildir; uyum, iki insanın iç dünyalarının çarpışmak yerine birbirini büyütmesidir. Büyüten ilişki insanı iyileştirir; tüketen ilişki insanı bozar.
İdris’in adı, büyüten ilişkinin adıdır.
İç uyumun bir başka boyutu da, insanın kendi duygularıyla kavga etmemesiyle ilgilidir. Insan öfkelendiğinde öfkeye karşı savaşır, korktuğunda korkuya saldırır, hüzün geldiğinde hüzne direnmeye çalışır. Direnç uyumu bozar; duyguya yer açmak uyumu kurar. Çünkü duygu bir misafirdir; misafire kapıyı kapatırsan evin daralır, kapıyı açarsan ev genişler. Genişleyen iç ev, insanı güçlendirir.
İdris’in öğrettiği ev, bu iç evi işaret eder.
Uyum, insanın kendi eksikliğiyle barışmasıdır aynı zamanda. Çünkü eksikliğini reddeden insan mükemmellik arayışına girer; mükemmelliği arayan insan kendini mahveder. Insan eksikliğini kabul ettiğinde tamamlanır. Çünkü eksiklik insanın doğasının bir parçasıdır. Kusursuzluk ise insanın kendi kendini kandırmasıdır.
İdris’in adı, bu yalınlığın adıdır.
İç uyumun en derin boyutu ise insanın kendi varlığını “olduğu gibi” taşımasıdır. Olduğu gibi taşıyan insan ne saklanır ne abartır; ne küçülür ne büyür; ne kendini yalanlar ne kendini yüceltir. Bu hâl dışarıdan bakılınca sıradan görünür ama içte bir dağın sükûnetine sahiptir. Bu dağ, insanın kendi iç gücünün metaforudur. Idris’in adı, bu gücün adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: uyum, dış dünyayı düzeltmekle değil, iç dünyayı düzenlemekle başlar. Iç düzen sağlandığında dış dünya da insana başka bir ışıkla görünür. Işık dışarıdan gelmez; içeriden doğar.
İdris’in yükselişi, bu iç ışığın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç uyumun kendi varlığının merkezini oluşturduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona öğrettiği en yıpratıcı ve en dönüştürücü alana yaklaşır: sabır. Çünkü sabır, insanların en yanlış anladığı kavramlardan biridir. Çoğu insan sabrı beklemek zanneder; susmak, katlanmak, dayanmak, içini bastırmak zanneder. Oysa sabır, edilgen bir bekleyiş değil; içsel bir hazırlık hâlidir.
İdris’in adı, bu hazırlığın adıdır.
Sabır, hiçbir şey yapmamak değildir. Sabır, doğru şey için doğru zamanın oluşmasına izin vermektir. Insan erken davrandığında kırılır, geç davrandığında kaçar, zamanında davrandığında ise kendi kaderiyle buluşur. Sabrın özü, insana zamanın içte işleyen bir öğretmen olduğunu hatırlatır. Içte işleyen zaman, dıştaki karmaşayı dengeler. Idris’in çağrısı, bu dengeye çağrıdır. Sabır, insanın içindeki aceleci yanı sakinleştirmesidir. Acele eden, korkandır. Çünkü insan korktuğu için erken davranır; “kaybederim”, “kaçar”, “biter”, “gecikir”, “gelmez” korkularıyla atılır. Oysa sabır korkuya teslim olmak değil; korkunun içinden güçlü şekilde geçmektir. Sabreden, korkusunu inkâr eden değil, korkusunun karşısında durabilen kişidir.
İdris’in adı, bu duruşun adıdır.
İnsan sabır hâlinde beklerken boş durmaz; içini hazırlar. Çünkü sabır, iç hazırlığın sessiz çalışmasıdır. Dışarıdan görünmez, ama içeriden yoğun biçimde sürer. Sabırla bekleyen insan, beklediği şeye dönüşür. Bir kapı açılacaksa, sabreden kendi içinde o kapıdan geçecek hâle gelir. Bir insan gelecekse, sabreden kendi içinde o insana uyumlanır. Sabır geleceği çağırmaz; sabır geleceğe uyumlanır. Idris’in öğrettiği sabır, beklemek değil, uyumlanmaktır. Sabır aynı zamanda bir teslimiyet hâlidir. Ama bu teslimiyet güçsüzlüğün teslimiyeti değil; iç gücün olgunluğunun teslimiyetidir. Insan “elimden geleni yaptım” dediğinde değil, “elinden gelenle elinden gelmeyeni ayırabildiği anda” sabreder. Sabır, insanın kendi sınırını görmesiyle başlar. Sınırını gören insan, hem kendini yormayı bırakır hem de kendi gücünün gerçek kaynağına ulaşır.
İdris’in adı, bu kaynağın adıdır.
Sabır, insanın zihnini de temizler. Çünkü acelenin olduğu yerde düşünce bulanır; sabrın olduğu yerde düşünce berraklaşır. Insan acele ettiğinde “ne yapıyorum?” sorusunun cevabını kaybeder. Sabır geldiğinde bu soru geri döner. Geri dönen soru insanın yönünü yeniden belirler. Sabır, zihnin kökünü güçlendirir.
İdris’in adı, bu kökün adıdır.
Sabır insanın ilişkilerinde de büyük bir dönüşüm yaratır. Çünkü aceleci insan karşısındakini de acele ettirir, zorlar, çeker, iter, biçimlendirmeye çalışır. Sabırlı insan ise karşısındakine alan açar. Alan açmak sevgidir. Sevgi acele etmez. Acele eden sevdiğini değil, kendi korkusunu taşır. Sabreden, sevdiği kişinin kendi zamanında olgunlaşmasına izin verir.
İdris’in ilişkisi, bu izin ilişkisidir.
Sabır aynı zamanda acıya duyulan bir saygıdır. Çünkü acı bir öğretmendir. Insan acının dersini almadan acı bitmez. Acıdan kaçan, acının gölgesinde yaşamaya devam eder. Acıya sabrederek yaklaşan ise acıyı aşar. Acıyı aşmak acıyı yok etmek değildir; acının içindeki ışığı bulmaktır.
İdris’in çağrısı, bu ışığı görebilenlerin çağrısıdır.
Sabır insanı olgunlaştırır, fakat olgunluğun en zor aşaması sabrın sessizlik tarafıdır. Sabır sessizdir; sessiz olduğu için çoğu insan bunu zayıflık sanır. Oysa en büyük güç, sessizliğin içinde saklıdır. Bağıran öfke güç değildir; susan bilgelik güçtür. Idris’in adı, bu bilgelik gücünün adıdır. Sabır insanın iç enerjisini korur. Çünkü aceleyle yapılan her hareket enerji kaybettirir; doğru zamanda yapılan her hareket enerji kazandırır. Insan sabrettiğinde, enerjisini kıymetli olan şeylere ayırmaya başlar. Sabrın akıttığı enerji, insanın yoluna bereket olarak döner.
İdris’in yolu, bu bereketli enerjinin yoludur.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: sabır bir bekleyiş değil, bir yürüyüştür. Bekleyen durur; sabreden içten yürür. Içten yürüyen, dışta da en sonunda kendi yoluna kavuşur.
İdris’in yükselişi, sabreden yürüyüşün yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan sabrın bir bekleyiş değil, bir iç yürüyüş olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona öğrettiği en ağır ama en arındırıcı gerçeklerden biriyle yüzleşir: yüzleşme. Çünkü insanın kendisinden kaçtığı şeyler vardır; bazen bir hatası, bazen bir arzusu, bazen bir korkusu, bazen bir kırgınlığı, bazen bir utancı… insan bunlardan kaçtığı sürece yaşar, ama tamamlanamaz. Yüzleşme ise insanın kendi gölgesine ilk kez korkmadan bakmasıdır.
İdris’in adı, bu bakışın adıdır.
Yüzleşme, insanın kendine savaş açması değildir; yüzleşme, insanın içindeki gerçeği nihayet kabul etmesidir. Kabul etmek yenilmek değildir; kabul etmek, yükü taşımaya hazır olduğunu söylemektir. Yük kabul edilmediği sürece insanı ezer; yük kabul edildiğinde insanı eğitir. Yüzleşmenin içindeki acı, insanın içindeki büyümenin habercisidir.
İdris’in çağrısı, bu acıya sabredenlerin çağrısıdır.
İnsan yüzleştiğinde önce incinir. Çünkü yüzleşmenin ilk dokunuşu serttir. Insan kendi hatasını gördüğünde kırılır, kendi bencilliğini gördüğünde utanır, kendi kıskançlığını gördüğünde sıkışır, kendi korkaklığını gördüğünde nefesi daralır. Fakat bu incinme aslında bir arınmanın başlangıcıdır. Incinmenin ardından gelen açıklık, insanın iç dünyasının yeniden düzenlendiği andır.
İdris’in öğrettiği düzen, bu iç düzenin düzenidir.
Yüzleşme insanın kendi kendine söylediği yalanları fark etmesidir. Çünkü insan çoğu zaman kendini korumak için kendine hikâyeler üretir: “Ben mecburdum”, “Ben haklıydım”, “O beni anlamadı”, “Ben elimden geleni yaptım”, “Ben böyle bir insan değilim.” Bu cümlelerin bazıları doğrudur ama çoğu savunmadır. Savunma, gerçeğin üzerini örter. Gerçek örtüldükçe içte bir karanlık oluşur. Karanlığı dağıtan tek ışık yüzleşmedir. Idris’in adı, bu ışığın adıdır. Yüzleşme, insanın geçmişi doğru yere koyması demektir. Çünkü insan geçmişi ya romantikleştirir ya şeytanlaştırır; ya büyütür ya küçültür. Oysa geçmiş ne mükemmeldir ne de tamamen kötüdür. Geçmiş, insanın bugünkü hâlinin toprağıdır. Toprağı inkâr eden meyve vermez; toprağını tanıyan ise kök salar.
İdris’in öğretisi, bu köklenmenin öğretisidir.
Yüzleşmenin en derin tarafı, insanın kendi karanlık arzularıyla yüzleşmesidir. Çünkü insanın içinde sadece iyi olan yoktur; insanın içinde saldırganlık da vardır, kıskançlık da, ego da, öfke de, hırs da. Bu yönleri reddeden insan kendi bütünlüğünü reddeder. Reddeden insan bölünür. Bölünmeler acıya dönüşür. Yüzleşme, insanın karanlığını öldürmesi değil, karanlığını dönüştürmesidir.
İdris’in adı, bu dönüşümün adıdır.
Yüzleşme insanın ilişkilerini de iyileştirir. Çünkü insan kendi kusurunu gördüğünde başkasının kusuruna karşı daha merhametli olur. Merhamet, acımak değildir; merhamet, anlamaktır. Anlamak ise yumuşatır. Yumuşayan insan kırmaz; kırmayan insan bağ kurar. Bağ kurabilen insan derinleşir.
İdris’in adı, bu derin bağın adıdır.
Yüzleşme, insanın içindeki suçluluk gölgesini de aydınlatır. Çünkü suçluluk, içte bir yara gibidir; her fırsatta sızlar. Insan yüzleşmeden suçluluktan kurtulamaz. Suçluluk kaçtıkça büyür; üzerine gidildikçe çözülür. Suçluluk çözüldüğünde insan hafifler. Hafifleyen insan özgürleşir. Özgür olan insan, gelişir. Gelişen insan yükselir. Idris’in adı, bu yükselişin adıdır. Yüzleşme insanı hem yorar hem güçlendirir. Çünkü yüzleşmek, insanın bütün maskelerini tek tek indirmesidir. Maskesiz kalan yüz kırılgan görünür; ama işte o kırılganlık, insanın gerçek gücüdür. Güç sertlikte değil, açıklıktadır. Açıklığı taşıyabilen insan, hakikatin ağırlığını da taşıyabilir.
İdris’in çağrısı, bu açıklığın çağrısıdır.
Yüzleşmenin son kapısı, insanın kendisini affetmesidir. Çünkü insan kendisini affetmeden başkalarını affetemez; kendisini affetmeyen insan içte barışamaz; barışamayan insan huzur bulamaz. Huzur, yüzleşmenin meyvesidir. Yüzleşmeyen insan huzuru dışarıda arar; yüzleşen insan huzuru içinde bulur. Içte bulunan huzur, dışarıda hiçbir fırtınayla sarsılmaz.
İdris’in adı, bu sarsılmazlığın adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yüzleşme bir acı değil, bir kapıdır. Bu kapıdan geçen insan kendisine yaklaşır; kendisine yaklaşan hakikate yaklaşır; hakikate yaklaşan ise artık korkmaz.
İdris’in yükselişi, bu korkusuzluğun yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan yüzleşmenin bir kapı olduğunu, o kapının ardında da daha büyük bir özgürlük bulunduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en karmaşık görünen fakat en sade yasasına doğru yaklaşmaya başlar: bırakma yoluyla dönüşme. Çünkü yüzleşmek insanın kendisini görmesini sağlar; bırakmak ise gördüğü şeyi dönüştürmesini. Bırakılmayan her şey insanı geçmişe bağlar; bırakılan her şey geleceğe yer açar. Idris’in adı, bu iki adımın birleşiminin adıdır. Insan yüzleştiği şeyleri bırakamadığında içte bir düğüm oluşur. Düğümün adı pişmanlıktır, öfkedir, utançtır, kırgınlıktır, haksızlıktır, gururdur, özlemdir. Insan bu duyguları kendine yük gibi taşır. Taşımak istemediği hâlde taşır; taşımayı bırakamadığı için de içi ağırlaşır. Bırakmanın en zor hâli, insanın kendi acısını kutsamasıyla oluşur. Acı kutsallaştırıldığında bırakılmaz. Oysa idris’in yolunda acı kutsal değildir; acı öğretmendir. Acının öğretmenliği bittiğinde acı gitmek ister. Acı gidemiyorsa, gitmesine izin verilmemiştir. Izin vermek, insanın ilk büyük olgunluğudur. Çünkü insan acıdan öğrendiği şeyi anladığında artık acının kendisine değil, acının taşıdığı hikmete tutunur. Hikmet hafiftir; acı ağır. Ağır olan bırakılır, hafif olan insanda kalır. Idris’in adı, hafifliğin adıdır. Bırakma sadece duygularla ilgili değildir; insan bazen bir insanı bırakması gerektiğini bilir ama bırakamaz. Çünkü bıraktığı kişide kendisinin bir parçası olduğunu sanır. O parça gitmesin diye ilişkiyi tutar. Ama insan şunu fark ettiğinde büyür: bir insanda tuttuğu şey aslında kendisidir. Kendi gücünü başkasının üzerinden toplamak isteyen, o kişiyi bırakamaz. Oysa insan kendi gücünü kendi içinden aldığında, bırakmak incitmez.
İdris’in öğrettiği güç, bağımsızlığın gücüdür.
Bırakmak, insanın geçmişi doğru yerine koymasıdır. Bazı insanlar geçmişi önüne koyar ve yürüyemez; bazıları arkasına saklar ve körleşir. Bırakmak demek, geçmişi yanına koymak demektir. Yanına konan geçmiş, insana rehber olur; önüne konan geçmiş, insana engel olur; yok sayılan geçmiş ise insana gizli bir yük olur. Idris’in adı, geçmişi doğru yerine koyanların adıdır. Bırakmak bazen bir kimliği de bırakmaktır. Insan kendini yıllar boyunca bir rolün içinde tanımlar: güçlü, fedakâr, mağdur, yalnız, suskun, savaşçı, masum, koruyan, haklı… ama bu roller insanın özünü daraltır. Öz, role sığmaz. Rol bırakılmadığı sürece öz görünmez. Insan rolünü bıraktığında içinden yepyeni bir ses yükselir: kendi sesi. Bu ses tanıdık değildir ama gerçektir.
İdris’in adı, bu gerçeğin adıdır.
Bırakmanın en sessiz hali, insanın beklentilerini bırakmasıdır. Çünkü beklenti, insanın gizli savaş alanıdır. “bana böyle davranmalıydı”, “beni anlamalıydı”, “yanımda durmalıydı”, “beni seçmeliydi”… Bu cümlelerin her biri gerçekliği değil, arzuyu anlatır. Arzunun kabul görmediği yerde acı doğar. Fakat insan beklentiyi bıraktığında, ilişkiyi olduğu gibi görür; insanı olduğu gibi görür; kendini olduğu gibi görür. Idris’in yolu, bu çıplak görmenin yoludur. Bırakmak aynı zamanda insanın kendi zamanına teslim olmasıdır. Çünkü insan çoğu zaman kendi aceleciliğiyle kendini tüketir. “şimdi olmalı”, “hemen olmalı”, “niçin olmadı?”, “niçin gecikti?” diye sorarken aslında kendi iç uyumunu bozar. Bırakmak, zamanın iç işleyişine güvenmektir. Çünkü zaman dışarıdan işlemiyor; zaman insanın içinde işliyor. Içte hazır olmayan, dışta görünmez.
İdris’in öğrettiği zaman anlayışı budur.
İnsan bırakmayı öğrendikçe, hayatın ona sürekli yeni şeyler getirdiğini fark eder. Çünkü hayat boşluğa verilir, dolu olana değil. Içi sıkı sıkıya tutan doludur; içi bırakan boşalır; boşalan alan yeni olanı karşılayacak genişliği bulur. Insan bıraktıkça yeni gelir. Bırakamadıkça yeni yaklaşamaz.
İdris’in adı, yeninin gelişine alan açmanın adıdır.
Bırakmanın en büyük hediyesi, insanın kendi iç köküne dönmesidir. Kök, insanın içindeki en sağlam noktadır. Kökü olmayan yaşar ama tutunamaz; kökü olan sallanır ama düşmez. Bırakmak kökü güçlendirir; tutmak kökü zayıflatır. Çünkü insan kendisine ait olmayanı tuttuğunda kök karmaşası yaşar. Kök karmaşası iç dünyayı çökertir. Idris’in adı, kökü sağlamlaştıran bilincin adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: bırakmak bir kayıp değil, bir dönem kapatmadır. Dönem kapanınca yenisi açılır. Yenisi açılınca insan nefes alır. Nefes almak sadece hava almak değildir; nefes almak insana verilen yeni bir yaşama alanıdır. Idris’in yükselişi, bu yeni alanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan bırakmanın bir dönem kapatmak olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın en gizli ama en belirleyici alanına yönelir: iç huzurun gerçek kaynağı. Çünkü huzur, insanların çoğu zaman yanlış yerde aradığı bir şeydir. Huzuru dış dünyanın sessizliğinde, insanlardan uzaklaşmakta, sorunlardan kaçmakta arar; oysa huzur dışarıdan gelen bir armağan değil, içeriden doğan bir hâlidir.
İdris’in adı, bu hâlin adıdır.
İç huzur insanın kendi içindeki bütün seslerin aynı anda susması değildir; iç huzur, seslerin birbirine düşman olmaktan vazgeçmesidir. Çünkü insanın içinde çok ses vardır: geçmişin sesi, geleceğin sesi, korkunun sesi, arzunun sesi, vicdanın sesi, öfkenin sesi, sevginin sesi… huzur, bu seslerden hiçbirinin yokluğu değildir; hepsinin aynı kökün etrafında sakinleşmesidir.
İdris’in çağrısı, bu sakinliğe çağrıdır.
Huzur insanın kendine karşı dürüst olduğu anda gelir. Kendine dürüst olmayan insan kendi içinde sürekli kaçak yaşar: duygularını saklar, niyetini gizler, acısını örtbas eder, arzularını inkâr eder, hatalarını bahanelerle kapatır. Içte saklanan her şey iç huzuru bozar. Huzur kaçınan değil, kabul eden insana gelir. Kabul kapıyı açar; huzur içeri girer.
İdris’in adı, bu kabulün adıdır.
İç huzur insanın kendi değerini dışarıdan değil içinden aldığı anda başlar. Çünkü dışarıdan alınan değer, dışarıyla birlikte gider. Bugün övülürsün yarın eleştirilirsin; bugün beğenilir, yarın unutulursun; bugün kabul edilirsin, yarın reddedilirsin. Dış değer dalgalıdır; iç değer sabittir. Iç değeri bulan insan, dış dünyanın rüzgârıyla savrulmaz. Savrulmayan insan huzura yaklaşır.
İdris’in öğrettiği değer, bu iç değerdir.
Huzur insanın kendi gölgesinden korkmamasıyla da ilgilidir. Gölge reddedildikçe büyür; kabul ettikçe küçülür. Gölgesine düşman olan insan kendisine düşman olur; gölgesine ışık tutan insan kendisine yaklaşır. Gölgesiyle barışan insan artık kendi içinde suçlu aramaz. Suçlu aramamak insanı hafifletir. Hafifleyen insan huzuru daha derin duyar. Idris’in adı, bu derin duyunun adıdır. Iç huzurun bir diğer sırrı, insanın olanı olduğu gibi görmesidir. Çünkü huzursuzluğun büyük kısmı, insanın gerçeği değiştirmeye çalışmasından doğar. “böyle olmamalıydı”, “bu niye böyle oldu?”, “neden ben?” diye sorarken insan gerçeği değil, kendi isteğini savunur. Gerçek ise savunulmaz; gerçek görülür. Görülen şey insanı terk etmez; ama görülmeyen şey insanı sürekli ürkütür. Idris’in yolu, gerçeği çıplak hâliyle görebilmektir. Iç huzur aynı zamanda insanın kendine yüklenen duygularla savaşmayı bırakmasıdır. Insan öfkesini bastırır, korkusunu saklar, hüzünle dalga geçer, kıskançlığı görmezden gelir. Oysa duygu düşman değildir; duygu bir bilgidir. Bilgi reddedilince acı verir; kabul edilince öğretir. Öğreten duygu huzura hizmet eder.
İdris’in adı, bu hizmetin adıdır.
İnsan iç huzura yaklaştıkça ilişkileri de değişir. Çünkü huzurlu insan kimseyi kendine tehdit olarak görmez; kimsenin sevgisini zorla istemez; kimsenin davranışını kendi değerinin aynası yapmaz. Huzurlu insan beklemez; olur. Ilişki olur. Sevgi olur. Yakınlık olur. Huzur, “olma hâli”dir; zorlama hâli değil. Idris’in öğrettiği sevgi, huzurun içinden doğan sevgidir. Iç huzur aynı zamanda insanın kendi iç ritmini kaybetmemesiyle ilgilidir. Dış dünya hızla akar, insanlar koşar, olaylar değişir, zaman daralır… fakat iç huzur, insanın kendi ritminde kalma kudretidir. Ritim kaybolduğunda huzur kaybolur. Ritim bulunduğunda huzur geri döner. Ritmini bulan insanın adımları hem sessiz hem kararlı olur. Kararlı olmak sert olmak değildir; kararlı olmak ne yaptığını bilmektir. Idris’in adı, bu bilmenin adıdır. Iç huzurun en derin boyutu ise şudur: huzur, insanın kendisiyle aynı tarafı seçmesidir. Insan kendisiyle kavgalıyken huzur gelmez; insan kendisinin yanında durduğunda huzur gelir. Bu yanında duruş, benmerkezcilik değil; kendini reddetmemektir. Kendini reddetmeyen insan, hayata sadece varlığıyla bile katkıda bulunur. Çünkü huzurlu bir insan, varlığının kendisiyle bile iyileştiricidir. Idris’in adı, bu iyileştiriciliğin adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: huzur dışarıdan bulunan değil, içeriden çıkarılan bir ışıktır. Insan içindeki karanlığı ne kadar anlamaya çalışırsa, iç ışığı da o kadar parlar. Işığı parlayan insan, kendi yolunu da aydınlatır, dokunduğu insanların yolunu da.
İdris’in yükselişi, bu ışığın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan iç huzurun dışarıdan gelmediğini, içeriden doğduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona fısıldadığı daha geniş bir gerçeğe yaklaşır: bağ. Çünkü insan sandığından daha çok bağlarla yaşar; ama bu bağların çoğunu hiç tanımaz. Bazı bağlar görünmezdir, bazıları incelikle örülmüştür, bazıları bir anda oluşur, bazıları bütün bir ömür insanı taşır.
İdris’in adı, insanın iç dünyasındaki görünmez bağların fark edilmesidir.
Bağ, sadece iki insanın birbirine olan ilgisi değildir. Bağ, insanın kendi içindeki parçaları birbirine bağlama yeteneğidir. Içte bağ olmayan, dışta bağ kuramaz. Çünkü insan önce kendiyle bağ kurar: kendi geçmişiyle, kendi arzusuyle, kendi korkusuyla, kendi iç sesiyle, kendi gölgesiyle. Bu bağlar kurulmadığında insan parçalanır; parçalanan insan başkalarıyla kurduğu bağda da tutunamaz. Idris’in çağrısı, insanın içte bağlanmasına çağrıdır. Bağ içte kurulduğunda, dışarıdaki bağlar da daha sağlam olur. Çünkü dış bağların kırılganlığı, iç bağların eksikliğindendir. Içte derinlik yoksa dışta güven oluşmaz; içte korku varsa dışta yapışma olur; içte yetersizlik varsa dışta bağımlılık doğar. Bağımlılık bağ değildir; bağımlılık insanın kendi içinde eksik bıraktığı bir boşluğu doldurmaya çalışmasıdır. Idris’in öğretisi, bağımlılıkla bağ arasındaki farkı fark ettiren öğretidir. Gerçek bağ, sınırların kaybolduğu değil, sınırların saygıyla tanındığı yerdir. Çünkü güçlü bağ, iki insanı birleştirmez; iki insanı aynı yöne çevirir. Aynı yönde yürüyenler birbirini çekmek zorunda kalmaz; kimse kimsenin ağırlığı olmaz. Bu yüzden gerçek bağ hafiftir. Hafif bağ kopmaz; ağır bağ sürükler ve sonunda yırtılır. Idris’in adı, bu hafifliğin adıdır. Insan hayatında birçok bağ kurar ama bu bağların neye yaslandığını bilmez. Bazı bağlar korkuya dayanır, bazıları ihtiyaca, bazıları alışkanlığa, bazıları yalnızlık korkusuna. Bu bağlar sürer; ama büyütmez. Büyütmeyen bağ insanı tüketir. Büyüten bağ ise insana nefes verir. Nefes veren bağ, insanın özüne saygı duyan bağdır. Idris’in çağrısı, bu saygının çağrısıdır. Bağ insanın inşa ettiği bir şey değildir; bağ bir akıştır. Iki insanın içindeki benzer titreşimler birbirine temas ettiğinde bağ oluşur. Bu temas zorlamayla olmaz; kendiliğinden olur. Zorlanan bağ sürmez; kendiliğinden olan bağ yaşar. Idris’in öğrettiği sevgide zorunluluk yoktur. Sevgi, zorla büyümez; kendi kendine büyür. Bağ, insanın kendi iç derinliğiyle doğrusal ilerler. Içi sığ olanın bağı da sığ olur; içi karışık olanın bağı da karışık; içi geniş olanın bağı da geniş olur. Bu yüzden insan bir bağın derinliğini sorgulamadan önce kendi derinliğini görmelidir. Çünkü bağ, bir ayna gibidir: sana seni gösterir.
İdris’in adı, bu aynanın adıdır.
Bağ aynı zamanda insanın kendi kaderiyle kurduğu ilişkidir. Kader dışarıdan gelen bir çizgi değildir; insanın içindeki yönün dış hayata yansımasıdır. Yön içte dağınıksa kader de dağınıktır; yön içte temizse kader de berraktır. Insan kendi iç yönüyle bağ kurduğunda, kader bir baskı değil, bir yolculuk olur. Yolculuk zorlar ama taşır. Idris’in adı, bu taşırılmanın adıdır. Gerçek bağ, ayrılıktan korkmaz. Çünkü ayrılığın olduğu yerde bağ kopmaz; bağ sadece biçim değiştirir. Bazen iki insan birlikte yürür, bazen aynı duanın içinde buluşur, bazen birbirinden uzaklaşır ama birbirini içten taşır. Bağ, mekâna bağlı değildir; bağ, yönün ortaklığına bağlıdır. Iki insan aynı yöne bakıyorsa bağ vardır. Idris’in öğrettiği bağ, mekânsız bağdır. Insan bağın kıymetini iç huzuruyla kavrar. Huzurlu insan bağa tutunmaz; huzursuz insan bağa sarılır. Sarılmak bağ değildir; sarılmak korkudur. Gerçek bağ, korkunun ötesinde kurulur. Korku çözülüp huzur geldiğinde bağ kendiliğinden şekillenir. Idris’in adı, korku sonrası gelen yakınlığın adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: bağ, insanın en büyük sorumluluğudur. Çünkü insan bağ kurduğunda artık iki kişilik düşünür, iki kişilik hisseder, iki kişilik yürür. Ama bu yürüyüş yük değildir; gerçek bağda yük yoktur. Gerçek bağda karşılıklı taşıyıcılık vardır.
İdris’in yükselişi, bu taşıyıcılığın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan bağın bir zorunluluk değil, bir akış olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği en derin hakikate yaklaşır: yalnızlık ve birlik arasındaki görünmez ilişki. Çünkü insan yalnızlığı kayıp sanır, birliği de kendi varlığını teslim etmek zanneder. Oysa hakikat, bu iki hâlin birbirini tamamladığı yerdedir. Yalnızlık içte derinleşmektir; birlik dışta genişlemektir. Derinleşme olmadan genişleme, genişleme olmadan derinleşme olmaz.
İdris’in adı, bu iki kutbun birleşmesidir.
İnsan yalnızken kendine döner; birlik içindeyken kendini dünyaya açar. Yalnızlıkta insan kendi iç sesini duyar, birlik içinde kendi dış sesini. Yalnızlık insanı çeker, birlik insanı taşır. Insan bu iki hâli birbirine zıt zannettiği için iç yolculuğunu yarıda bırakır. Oysa yalnızlık ve birlik birbirine karşı değildir; birbirini var eder. Insan yalnızlığını reddederek birliğini bozar, birliğini reddederek yalnızlığını karartır.
İdris’in çağrısı, bu iki hâli barıştırmanın çağrısıdır.
Yalnızlık içteki karanlık odanın kapısını aralar. O odada insan kendi yüzünü görür; acısıyla, arzusuyla, kederiyle, utancıyla, yarım kalmış istekleriyle. Iç odaya girmeyen insan yüzünü tanımaz. Tanımayan insan da başkalarıyla kurduğu ilişkiyi görüntü üzerine kurar. Görüntü, bağ kurmaz. Bağ, derinlik ister. Derinlik yalnızlıkta doğar. Idris’in adı, bu derinliğin adıdır. Birlik ise insanın kendi iç derinliğini dış dünyaya taşımayı öğrendiği andır. Birlik, insanın kalabalıkta kaybolması değil; kalabalığın içinde bile kendi merkezinden kopmamasıdır. Birlik, insanın kendini paylaşmasıdır; vermek, açmak, dokunmak, etkilemek, etkilenmek… birliğin özü, karşılıklı bir akıştır. Akışı taşıyan insan tükenmez; akışı zorlayan tükenir.
İdris’in öğrettiği birlik, zorlamasız akıştır.
Yalnızlık ve birlik arasındaki denge, insanın olgunluğunun en büyük işaretidir. Zira olgun insan ne yalnızlıktan kaçar ne birlikten korkar. Yalnızlık ona ağır gelmez, birlik ona dar gelmez. Yalnızken boğulmaz, birlikteyken kaybolmaz. Yalnızlığı derinleşmek için, birliği genişlemek için kullanır. Derinleşen genişler; genişleyen derinleşir. Idris’in adı, bu çift yönlü gelişimin adıdır. Insan yalnızlıktan kaçtıkça kendinden kaçar; birliğe aşırı sarıldıkça kendini kaybeder. Çünkü yalnızlık insanı kendine çekerken, birlik insanı başkalarına taşır. Iki yön arasındaki denge bozulduğunda insanın iç terazisi şaşar: ya kaybolur ya kabuğuna çekilir. Kabuk, insanı korur gibi görünür ama insanın büyümesini engeller. Kaybolmak ise insanın kendi özünü yitirerek başkalarının gölgesinde yaşamaya dönüşür. Idris’in yolu, kabuğu kırıp gölgeyi aydınlatmanın yoludur. Yalnızlık insanın kendi sesiyle konuşmasını sağlar; birlik insanın kendi sesini başkasında duyabilmesini. Yalnızlık içe açılan kapıdır; birlik dışa açılan pencere. Kapı kapalıysa pencere işe yaramaz; pencere yoksa kapı nefes vermez. Insan bu mimariyi anlamadığında, iç dünyası ya karanlık bir odaya ya da savrulan bir kalabalığa dönüşür.
İdris’in adı, bu mimarinin adıdır.
Yalnızlıkta insan duyar; birlikte insan konuşur. Yalnızlıkta insan büyür; birlikte insan gelişir. Yalnızlıkta insan kendine dokunur; birlikte insan başka ruhlara. Yalnızlık insanın içini temizler; birlik insanın dışını. Dış temizliği olmayan iç temizlik eksiktir; iç temizliği olmayan dış temizlik yüzeyseldir. Insanın gerçek bütünlüğü, yalnızlık ile birliğin aynı gövdede buluşmasıyla oluşur. Idris’in adı, bu bütünlüğün adıdır. Insan bu dengeyi bulduğunda, artık ilişkilere bağımlı olmaz; ama ilişkilerden de kaçmaz. Çünkü bağımlılık da kaçış da iç uyumsuzluğun iki farklı biçimidir. Bağımlı olan içindeki boşluğu dışarıda doldurmaya çalışır; kaçan içindeki yarayı dışarıya göstermemeye. Oysa sağlıklı bağ, bu iki uçtan doğmaz; kendine yeterli olan iki insanın aynı doğrultuda yol yürüyebilmesinden doğar.
İdris’in öğretisi, bu yürüyüşün öğretisidir.
Yalnızlık insanın kendiyle olan ilişkisidir; birlik insanın dünyayla kurduğu bağdır. Ikisi birlikte insanı tamamlar. Insan sadece kendisiyle yaşarsa katılaşır; sadece başkalarıyla yaşarsa dağılır. Katılaşmak dağılmaktan tehlikelidir; dağılmak katılaşmaktan. Çünkü katı insan kırıldığında tamamen çöker; dağılan insan toparlanabilir. Bu yüzden dengeli insan hem kırılmaz hem dağılmaz.
İdris’in adı, bu denge hâlinin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yalnızlık iç köktür, birlik dış dallar. Kök olmazsa dal kurur; dal olmazsa kök nefessiz kalır. Kökü derin olan dalları taşır; dalları güçlü olan kökü besler. Insan hem içe hem dışa aynı anda canlı kaldığında, ruhu kendi gövdesinde yer bulur.
İdris’in yükselişi, bu gövdenin yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan yalnızlık ile birliğin aynı gövdede birbirini tamamlayan iki damar olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona en sessiz biçimde fısıldadığı hakikate yaklaşır: yön. Çünkü insan nereye gittiğini bilmediğinde, ne yaşadığı da anlamını yitirir. Yön, insanın adımının nereye döndüğünü söyleyen gizli bir pusuladır. Dış pusulalar şaşabilir; dış işaretler kayabilir; dış yollar karışabilir. Ama iç yön bozulmadıkça insan kaybolmaz.
İdris’in adı, bu yönün adıdır.
İnsan yönünü kaybettiğinde önce hızlanır. Hızlanmak çoğu zaman kayboluşun ilk işaretidir. Çünkü insan nereye gittiğini bilmediğinde hızlı yürür; “belki hız beni kurtarır” diye. Oysa hız insanı kurtarmaz; hız insanı bitirir. Yanlış yön hızla gidilirse sadece yanlış daha çabuk yaşanır. Yön yanlışsa hız zehirdir. Idris’in çağrısı, hızın değil yönün önemini hatırlatır. Yön, insanın iç sesinin hangi cümlelerde yoğunlaştığını gösterir. “orada değil, burada”, “şimdi değil, sonra”, “bunu değil, şunu”, “yaklaş”, “çekil”, “dinle”, “sus”… Bu iç fısıltılar yönün kendisidir. Ancak çoğu insan bu fısıltıları karmaşa sanır. Karmaşa değildir; karanlıkta belirginleşen işaretlerdir. Sesi azaltan duyar; gürültüde yaşayan duyamaz.
İdris’in adı, bu sesi duyan insanadır.
İnsan iç yönünü bulduğunda, önce bir rahatlama sonra bir korku yaşar. Rahatlama, doğru yöne yaklaştığının sezgisidir. Korku ise, o yönün gerektirdiği değişimin ağırlığıdır. Çünkü yön, insanı yerinde tutmaz. Yön, götürür. Götürüldüğü yer insanın beklediği bir yer olmayabilir. Ama insan yönü seçtiğinde, yolun kendisi ona dönüşür. Dönüşmeden yürümek mümkün değildir.
İdris’in öğretisi, bu dönüşüme izin vermektir.
Yön, insanın içindeki sızıdan da okunur. Bazen bir sızı kendini tekrar eder: aynı konu, aynı kişi, aynı olay, aynı alışkanlık, aynı duygu… Bu tekrar boşuna değildir. Sızı tekrar ediyorsa yön oradan geçmektedir. Insan kaçtığı şeyi dönüştüremez; yüzleştiği şeyi ise aşar. Sızı insanın yolunu gösteren işarettir. Idris’in adı, bu işareti okuyanların adıdır. Yön çoğu zaman insanın korktuğu yerde belirir. Çünkü korkunun olduğu yerde potansiyel vardır. Korku bir duvar değildir; korku bir kapıdır. Ama kapının görüntüsü bir duvarı andırdığı için insan geri döner. Geri döndükçe yön kaybolur. Oysa korkunun içinden geçmek, kapıyı geçmektir. Insan korkusuyla yüzleştiği anda kapı açılır. Idris’in yolu, korkunun kapıya dönüştüğü yoldur. Yön, dışarıdan gelen tesadüflerle değil, içeriden gelen tutarlılıkla belirlenir. Insan ne kadar tutarlıysa yönü o kadar açıktır. Tutarsızlık, yönü bozan en büyük iç gürültüdür. Bir gün ilerlemek, bir gün kaçmak; bir gün sevmek, bir gün reddetmek; bir gün yaklaşmak, bir gün uzaklaşmak… Bu dalgalanmalar insanın içindeki iki farklı benliğin kavgasıdır. Yön, bu benliklerin barıştığı anda netleşir.
İdris’in adı, bu barışın adıdır.
Yön aynı zamanda insanın iç gerçeğine sadakatidir. Sadakat sadece bir davranış değil, bir hâl’dir. Insan kendi gerçeğine sadık olduğunda adım atması kolaylaşır. Çünkü adımı atarken kendisiyle çelişmez. Çelişki yürüyüşü bozar; sadakat yürüyüşü düzeltir. Sadakat, insanın içindeki pusulanın ibresidir.
İdris’in çağrısı, pusulanın doğrulduğu andır.
Yön dürüstlük ister. Çünkü yönü olmayan insan yalanla yaşar: kendine yalan, başkasına yalan, hayata yalan. “Ben iyiyim” der ama değildir; “Ben hazırım” der ama değildir; “Ben bıraktım” der ama bırakamamıştır. Dürüstlük gelince yön açılır; çünkü dürüstlük iç enerjiyi tek çizgide toplar. Enerji toplandığında, insanın attığı adım daha keskin, daha canlı, daha gerçek olur.
İdris’in adı, bu gerçekliğin adıdır.
Yön, insanın kalbinin sessizce işaret ettiği yerdir. Kalp işaret eder, zihin gerekçelendirir, beden yürür. Ama kalbin işareti karartıldığında, zihin karışır, beden yorulur. Iç yön karanlıkta kalır. Insanın iç yönünü açığa çıkaran şey, gerçeğe dönme cesaretidir. Gerçeğe dönen, yönünü bulur. Yönünü bulan, yolunu görür. Yolunu gören, yürümenin huzurunu duyar.
İdris’in adı, bu yürüyüşün adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yön, bir harita değil; bir çağrıdır. Harita gözle okunur; çağrı kalple. Harita yanlış olabilir; çağrı yanılmaz. Çağrı yanlış yola götürmez; insan çağrıya karşı direndiği için yol uzar. Çağrıya uyulduğunda yol açılır, hızlanır, genişler, temizlenir. Idris’in yükselişi, bu çağrıya boyun eğmeyenlerin değil; bu çağrıya boyun eğebilenlerin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan yönün bir harita değil, bir çağrı olduğunu anladıktan sonra, bu kez hayatın ona yönün ardında sakladığı daha derin bir sırrı fısıldadığını fark eder: idrak. Çünkü insan birçok şeyi görür, birçok şeyi duyar, birçok şeyi yaşar ama çok az şeyi idrak eder. Idrak, bilginin içte ete kemiğe büründüğü andır; duyduğunu anlamak değil, anladığını olmak hâlidir.
İdris’in adı, idrak edenlerin adıdır.
İdrak, insanın fark ettiğini sindirmesidir. Sindirilmemiş farkındalık insanda sadece gürültü yapar; hafif bir bilme üretir ama kökten bir dönüşüm yaratmaz. Idrak ise bilginin kana karışmasıdır; kalbin hafızasına işlenmesidir. Insan idrak ettiğinde düşüncesi değişir, duygusu değişir, davranışı değişir, enerjisi değişir. Idrak, değişimin sessiz başlangıcıdır. Insan idrak anını çoğu zaman “bir şey oldu” diye tarif eder. O şey nedir? bir kelime, bir yüzleşme, bir sessizlik, bir acı, bir cümle, bir kayıp, bir bakış… ama gerçekte olan, insanın içindeki bir düğümün çözülmesidir. Düğüm çözülünce insanın içi genişler, genişleyince anlar. Idrak, genişleyen iç mekânın adıdır. Idris’in çağrısı, bu genişliğin iç sesiyle duyulmasıdır. Idrak, insanın geçmişi yeniden okumasını sağlar. Çünkü insan yaşadıklarını anlamadığında, geçmişi sadece yara olarak taşır. Idrak eden insan geçmişi bir harf gibi okur; cümleleşir, anlamlaşır, hafifler. Geçmiş hafiflemeden insan gelecek kuramaz. Idrak, geçmişin içindeki ağırlığı berraklaştırır. Berraklık gelince insan geçmişinden utanmaz; geçmişiyle büyür.
İdris’in öğrettiği idrak, büyüten idraktır.
İdrak aynı zamanda insanın kendi sorumluluğunu nihayet gördüğü andır. Çünkü insan çoğu zaman kendisini hayatın kurbanı gibi hisseder; olayları suçlar, insanları suçlar, şartları suçlar. Idrak geldiğinde insan ilk defa “bu benim payım” diyebilir. Bu cümle ağırdır ama özgürleştiricidir. Sorumluluğunu görebilen insan, kaderini de görebilir hâle gelir.
İdris’in adı, bu özgürleşmenin adıdır.
İdrak, insanın kendi karanlığına ışık tutmasıdır. Çünkü insan karanlığını fark ettiğinde kendi iç labirentinden çıkmaya başlar. Karanlık büyüdüğü için değil, görülmediği için korkutucudur. Idrak karanlığı görünür kılar. Karanlık görünür olduğunda düşman olmaktan çıkar; öğretmen olur. Insan karanlığını idrak ettiğinde, artık başkasını suçlamayı bırakır. Bu bırakış iyileşmenin ilk adımıdır.
İdris’in adı, bu adımın adıdır.
İdrak, insanın içindeki tekrar eden döngüleri çözmesini sağlar. Çünkü döngü, idrak edilmeyen bir dersin geri dönen hâlidir. Aynı kişi, aynı acı, aynı davranış, aynı hata… döngü, insanın idrakini bekler. Idrak geldiğinde döngü kırılır. Döngü kırıldığında insan yol değiştirir. Yol değişince kader açılır. Idris’in yolu, kaderin buradan değiştiği yoldur. Idrak, insanın iç huzurunu da büyütür. Çünkü idrak eden insan artık hayatın ona karşı olmadığını anlar. “neden ben?” yerine, “bununla ne öğreniyorum?” sorusu gelir. Bu soru insanın iç merkezini değiştirir. Merkez değişince tepkiler değişir. Tepkiler değişince hayatın dış yüzündeki karmaşa bile içte sükûnete dönüşür. Idris’in adı, bu sükûnetin adıdır. Idrak, insanın ilişkilerini de başka bir yere taşır. Idrak eden insan artık karşısındaki kişiyi kendi yarasının aynası olarak değil, kendi gelişiminin ortağı olarak görür. Karşısındaki insan ona ne yapmış olursa olsun, idrak eden biri artık kendisine ne olduğunu sorar. Bu soru insanı güçlendirir; güçlenen insan intikam değil, içsel düzen arar. Düzen bulan insan, yıkıcı değil, yapıcı olur. Idris’in öğrettiği ilişki, yapıcı ilişkidir. Idrak, insanın kendi iç sesine daha çok yaklaşmasını sağlar. Çünkü idrak edenin zihni susar; kalbi konuşur. Kalbin konuşması sessizdir ama yönlendiricidir. Idrak eden insan artık dışarıdaki seslere bağımlı kalmaz; içindeki sesi önemser. Iç ses berraklaştıkça insanın adımları da berraklaşır. Berrak adım insanı yanlış yola sürüklemez; sürüklüyorsa bile geri getirir.
İdris’in adı, bu geri dönüşün adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: idrak etmek, öğrenmekten daha büyüktür. Öğrenmek, bilginin zihne girmesidir; idrak etmek, bilginin insana dönüşmesidir. Insan dönüştüğü şeydir; söylediği değil, yaptığı değil, öğrendiği değil. Idrak ettiği şeydir. Idris’in yükselişi, idrak eden insanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan idrakin bir bilgi değil, bir dönüşüm olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona daha sessiz ama daha keskin bir hakikat sunduğunu da anlamaya başlar: sezi. Çünkü sezgi, insanın aklıyla değil, ruhuyla hareket ettiği en derin rehberliktir. Akıl hesap yapar, kalp ağırır, beden titreşir ama sezgi, bütün bunların ardındaki görünmez yönü gösterir.
İdris’in adı, sezginin hakiki doğasını işaret eden addır.
Sezgi, insanın içindeki en eski bilgidir. Doğarken getirdiği, unutunca kaybettiğini sandığı, hatırlayınca şaşırdığı bilgidir. Sezgi öğrenilmez; hatırlanır. Fakat sezgi, iç karmaşa içinde duyulmaz. Çünkü sezginin sesi ince bir fısıltıdır; gürültüde kaybolur. Insan zihnini susturmayı, duygularını anlamayı, korkularını çözmeyi, gölgesini tanımayı öğrendiğinde sezgi yükselir.
İdris’in çağrısı, sezginin duyulduğu o sessizliğe çağrıdır.
İnsan sezgiyi çoğu zaman rastlantı sanır. “İçime doğdu”, “Hissettim”, “Nedensizce bildim” dediği şey, aslında sezginin kendisidir. Sezgi nedensiz değildir; sezgi görünmez nedenlerin ürünü olduğu için insana görünmez gelir. Insan sezgiyi dikkate aldığında çoğu hata başlamadan biter; sezgiyi susturduğunda ise çoğu yara büyür. Idris’in yolu, sezgiyle yürüyenlerin yoludur. Sezgi insanı zora sürüklemez; bilakis insanın yarasını korur. Çünkü sezgi, insanın içindeki kırılgan yerleri bir pusula gibi işaret eder. “Buradan uzak dur”, “Bu söz seni ezer”, “Bu insan sana iyi gelmez”, “Bu seçim seni küçültür”, “Bu yol seni tüketir.” Bu fısıltılar zihinle açıklanamaz ama içte tartışılmaz bir gerçeklik taşır. Idris’in adı, bu içsel gerçekliğin adıdır. Sezgi sadece tehlikeyi değil, iyiliği de gösterir. Insan bazen bir insanı görür ve içi açılır; bazen bir yere girer ve sükûnet duyar; bazen bir cümle okur ve içi genişler. Bu genişleme sezginin ışığıdır. Sezgi karanlığın kapılarını kapattığı gibi, ışığın kapılarını da açar.
İdris’in öğretisi, bu açılışın öğretisidir.
Sezgi, insanın kendi özüne ne kadar yakın olduğunu da gösterir. Özünden uzaklaşan insan sezgisini kaybeder; özüne yaklaşan sezgisini güçlendirir. Çünkü sezgi, insanın içindeki en saf kaynaktan çıkar. Bu kaynak bulanırsa ses de bulanır; kaynak temizse ses de nettir.
İdris’in adı, bu kaynakla temasın adıdır.
İnsan sezgisine güvenmeyi öğrendiğinde, kendi hayatındaki döngülerin çok daha berrak olduğunu görmeye başlar. Çünkü sezgi, görünen nedenlerden önce görünmeyen yönleri gösterir. Zihin geçmişten konuşur, sezgi geleceğin ihtimalinden. Zihin hesap yapar, sezgi yön gösterir. Zihin korkar, sezgi cesaret verir. Insan sezgiyi reddettiğinde yol sertleşir; sezgiyi takip ettiğinde yol açılır.
İdris’in yolu, açılan yolun yoludur.
Sezgi insanı sadece ileriye değil, içeriye de götürür. Çünkü sezgi, insanın kendi duygularıyla ilgili de bir fenerdir. “Bu duygu sana ait değil”, “Bu öfke geçmişten kalma”, “Bu kırılganlık başka bir yerden yükseliyor”, “Bu istek özünden değil egondan geliyor.” Sezgi duyguları ayırır, düzenler, yatıştırır. Duygular sakinleşince insanın içi de sakinleşir.
İdris’in adı, bu düzenleyen gücün adıdır.
Sezgi insanın ilişkilerini de iyileştirir. Çünkü sezgi, karşısındaki insanın söylemediği şeyleri duyar; kaçırdığı ışığı, sakladığı korkuyu, taşımakta zorlandığı yükü hisseder. Bu his insana bir tür merhamet verir. Merhamet ise ilişkiyi yumuşatır. Yumuşak ilişki köprü kurar; sert ilişki duvar örer.
İdris’in öğrettiği bağ, köprü kuran bağdır.
Sezgi insanın kendi sınırını korumasını da sağlar. Çünkü sezgi, “burada dur” der. Zihin bunu anlamaz ama beden duyar. Bedenin bir titremesi, kalbin bir sıkışması, insanın ayaklarının geri çekilmesi… bunlar sezginin beden diliyle konuşmasıdır. Bu dili bilen insan, zarar görmeden sınır çizer. Zarar görmeyen sınır, sağlıklı bağın temelidir.
İdris’in çağrısı, sınırın bu berrak çizimidir.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: sezgi, insanın en eski kitabıdır. O kitap ne yazıyla yazılmıştır ne kelimeyle; insanın iç gövdesine oyulmuştur. Bu kitabı okuyan, dışarıdaki hiçbir haritaya ihtiyaç duymaz. Sezgisi güçlü olan, yönünü kaybetmez. Idris’in yükselişi, sezgiyi iç pusula hâline getirenlerin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan sezginin iç pusulanın en eski sesi olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği daha geniş bir gerçekliğe yönelir: kırılganlık ve güç arasındaki ilişki. Çünkü insan kırılganlığı zayıflık, gücü sertlik zanneder; oysa hakikat bunun tam tersini söyler. Gerçek güç, kırılganlığıyla barışmış olandadır; gerçek zayıflık, sert görünmeye çalışan olandır.
İdris’in adı, bu paradoksun çözüldüğü yerdir.
Kırılganlık insanın çıplak hâlidir. Bu hâl utandırır, korkutur, savunmaya iter. Çünkü insan içindeki en zayıf yerin görünmesinden korkar. “ya incitilirsem?”, “ya kullanılırsam?”, “ya reddedilirsem?”… Bu sorular kırılganlığın etrafına duvarlar örer. Duvarlar insanı korur gibi görünür ama insanın içini karartır. Çünkü duvar güven değil, kabuktur.
İdris’in çağrısı, kabuğun incelmesi çağrısıdır.
Kırılganlık insanın hakiki tarafıdır. Maske değildir, rol değildir, savunma değildir. Kırılganlık insanın özüne en yakın hâlidir. Çünkü insan en kırılgan anında en dürüst hâline yaklaşır. Acı, sızı, korku, hassasiyet-bunlar yalan söylemez; bunlar insanı çıplak hâliyle gösterir.
İdris’in öğrettiği hakikat, bu çıplaklığın hakikatidir.
Kırılganlığı reddeden insan ikiye bölünür: görünen yüzü güçlüdür, görünmeyen yüzü titrek. Görünen yüzü kararlı görünür, iç yüzü korkuyla dolar. Dışarıya emin adımlar atar, içte sürekli kontrol etmeye çalışır. Bu içten dışa uyumsuzluk huzursuzluk üretir. Huzursuz insan bağ kuramaz. Bağ kuramayan insan sevgiyi taşıyamaz. Sevgi taşıyamayan, güç kazanamaz.
İdris’in adı, bu uyumu kuranların adıdır.
İnsan kırılganlığını kabul ettiğinde kendini bırakmaz; bilakis merkezine döner. Çünkü kabul eden insan kendine döner; inkâr eden insan kendinden kaçar. Kendi kırılganlığıyla temas eden insan, artık başkalarının kırılganlığına karşı da duyarlı olur. Duyarlılık ise merhametin kapısıdır. Merhamet, insanı hem yumuşak hem güçlü kılar. Idris’in adı, merhametin gücüdür. Güç ise insanın sandığı gibi dışarıya karşı gösterdiği bir kabalık değildir. Gerçek güç, insanın içindeki en hassas noktayı koruyabilmesidir. Hassas olmak, zayıf olmak değildir. Sert olan kırılır; esnek olan dayanır. Duygularını saklayan, hissettiklerini inkâr eden, acısını reddeden sert insan bir darbede kırılır. Kırılganlığını kabul eden ise darbeyi emer, şekil alır, ama dağılmaz.
İdris’in öğrettiği güç, işte bu dayanma gücüdür.
Kırılganlık, insanın sınırını da öğretir. Insan sınırlarını kırılganlığında tanır. Neyi kaldıramayacağını, neyi taşıyabileceğini, nerede durması gerektiğini, neye yaklaşmaması gerektiğini kırılganlığın sızısı söyler. Sızı bilgidir. Ama insan sızıyı susturmak için kendini zorlar. Zorladıkça iç sesini kaybeder. Iç ses kaybolunca yön de kaybolur.
İdris’in adı, bu içsel sızının dilini bilenlerin adıdır.
Kırılganlık insanı açar. Açılan insan başkasına da yer açar. Çünkü kapalı insan kapalıdır; kimseyi içeri almaz, dışarıyı tehdit görür. Açık insan hem kendini hem karşısındakini görür. Görmek bağ kurmaktır; bağ kurmak iyileştirmektir. Iyileşen insan güçlenir. Güçlenen insan başkasına zarar vermez. Zarar vermemek, insanın en büyük içsel kudretidir.
İdris’in çağrısı, bu kudretin çağrısıdır.
Kırılganlık, insanın ruhunu yumuşatır. Yumuşak ruh keskin değildir ama kararlı olabilir; güçlüdür ama gürültülü değildir; etkili olur ama sertlik kullanmaz. Yumuşak ruh tek bir bakışıyla, tek bir varlığıyla bile çevresini sakinleştirir. Bu sakinlik, insanın iç gücünün dışa sızmasıdır.
İdris’in adı, bu sızıntının adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: kırılganlığını kabul eden güçlenir; kırılganlığını reddeden zayıflar. Çünkü güç, insanın kendisiyle barışmasından doğar. Kendisiyle barışan insan savaşmayı bırakır; savaşmayan insan kendi hakikatine yaklaşır. Hakikatine yaklaşan insan artık ikiye bölünmez; tek bir hat üzerinde yürür. Idris’in yükselişi, bu yeklik hâlinin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan kırılganlığın güçle çelişmediğini, bilakis gücün temel şartı olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği başka bir derinlik katına girer: teslimiyet ile irade arasındaki ince çizgi. Çünkü insan çoğu zaman teslimiyeti iradesizliğe, iradeyi de kör bir zorlamaya dönüştürür. Oysa hakikat iki uç arasında sessizce duran o ince denge çizgisindedir.
İdris’in adı, bu çizgiyi görenlerin adıdır.
İnsan iradeyi kendini sıkmak zanneder; sürekli çabalamak, sürekli zorlamak, sürekli kendini aşındırmak… ama bu aşınma insanı tüketir. Çünkü irade, insanın kendini zorlaması değil, kendinin yanında durmasıdır. Irade, insanın kendi niyetine sadakati; teslimiyet ise insanın kendi sınırını bilmesidir. Iki hâl birleştiğinde güç doğar. Idris’in çağrısı, bu birleşmeye çağrıdır. Teslimiyet tek başına bıraksa insanı gevşetir, dağınık hâle getirir; irade tek başına dursa insanı katılaştırır, zorlayıcı yapar. Dağınıklık bir çöküş üretir; katılık bir kırılma. Ikisi de insanı kendi özünden uzaklaştırır. Oysa irade ve teslimiyet birbirinin zıttı değil, birbirinin ihtiyacıdır. Irade yön verir; teslimiyet nefes olur. Irade “yürü” der; teslimiyet “doğru zamanda” der. Idris’in adı, bu iki sesin aynı anda duyulabildiği bilinç hâlidir. Insan iradesini anlamak için önce arzularını bilmelidir. Çünkü irade, arzunun körleşmiş hâli değildir; irade, arzunun temizlenmiş biçimidir. Kirli arzu insanı kendi içinden uzağa çeker; temiz arzu insanı özüne doğru iter. Insan kendi içsel arzusunu tanıdığında, irade kendiliğinden güçlenir. Irade zorlanmaz; irade doğar. Idris’in öğretisi, bu doğuşun öğretisidir. Teslimiyeti anlamak içinse insanın kendi sınırlılığını kabul etmesi gerekir. Insan her şeyi bilemez, her şeyi yapamaz, her şeye yetişemez, herkesi kurtaramaz. Bu eksikliğini kabul eden, teslim olur; teslim olan genişler; genişleyen güçlenir. Güçlenen ise artık kendi sınırının içinde sıkışıp kalmaz. Insanın sınırını bilmesi, sınırın daralması değil; sınırın berraklaşmasıdır.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
İrade insanın dik duruşudur; teslimiyet insanın eğilen tarafıdır. Ve insan hem dik durmayı hem eğilmeyi bilmediği sürece hakikate yaklaşamaz. Sürekli dik duran kibirlenir; sürekli eğilen ezilir. Insanın hem eğilip hem dik durabilmesi, iç dünyasının olgunluğudur.
İdris’in adı, bu olgunluğun adıdır.
İrade ve teslimiyetin dans ettiği yer, insanın karar yapısında görünür. Çünkü karar, bu iki kuvvetin arasındaki dengedir. Insan ne zaman zorladığını, ne zaman bıraktığını, ne zaman yürüdüğünü, ne zaman durduğunu bu dengede öğrenir. Karar vermek çoğu zaman “ne yapacağım?” sorusu değildir; “hangi hâlle yürüyeceğim?” sorusudur. Idris’in çağrısı, bu sorunun kendisidir. Irade ve teslimiyetin dengesi insanı hem sabit hem akışkan yapar. Sabitlik yönü korur; akışkanlık insanı hayatın ritmine uydurur. Sabit olmayan savrulur; akışkan olmayan kırılır. Savrulmak da kırılmak da iç dünyanın dengesizliğidir. Insan dengede durduğu anda, dış dünyanın fırtınaları onu deviremez.
İdris’in adı, bu sağlamlığın adıdır.
İnsan iradeyi bir ağırlık gibi taşımayı bıraktığında, irade hafif bir güç hâline gelir. Çünkü gerçek irade baskıdan değil, iç netlikten doğar. Net olan yürür; bulanık olan bekler. Beklemek kötü değildir ama bulanıklığın bekleyişi insanı çürütür; netliğin bekleyişi insanı olgunlaştırır.
İdris’in öğrettiği sabır, netliğin sabrıdır.
Teslimiyet de insanın iç huzurunu büyütür. Çünkü teslim olan, kendi kontrol alanının dışında kalan şeyleri zorlamayı bırakır. Zorlamanın bıraktığı boşluk, insanın iç dünyasında bir genişlik yaratır. Genişlik enerji üretir; enerji bilgelik getirir. Bilgelik de hayatın yükünü hafifletir.
İdris’in adı, bu hafifliğin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: irade ve teslimiyet, iki ayrı yol değil, aynı yolun iki adımıdır. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Iradesiz teslimiyet dağılmaktır; teslimiyetsiz irade körleşmektir. Insan her ikisini de bir arada taşıyabildiğinde yürüyüşünde bir güvenlik, bir sükûnet, bir kararlılık oluşur. Idris’in yükselişi, bu yürüyüşün yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan irade ile teslimiyet arasındaki dengeyi hissetmeye başladıktan sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği daha sessiz bir alana yaklaşır: sadelik. Çünkü insan karmaşayı bilgelik, ağırlığı derinlik, çokluğu güç zanneder. Oysa hakikatin en derin halleri sade olanda saklıdır. Karmaşa insanı büyütmez; sadeleşme büyütür. Idris’in adı, bu sadeleşmenin adıdır. Sadelik, eksiltmek değildir; sadelik, fazlalığı bırakmaktır. Insanın içindeki fazlalıklar genelde korkularından, kontrol isteğinden, başkalarını etkileme çabasından, geçmişin tortularından, geleceğin telaşından oluşur. Bunlar insanın içini doldurur ama ruhunu sıkıştırır. Ruh sıkışınca insan düşünemez, hissedemez, duyamaz. Sadelik ruhun genişlemesidir.
İdris’in öğrettiği genişlik buradadır.
Sadelik, insanın kendi hakikatine yaklaşma biçimidir. Çünkü hakikat gösterişli değildir; sessizdir, derindir, nettir. Insan sadelikle temas ettiğinde fazla söze, fazla role, fazla ispat çabasına ihtiyaç duymaz. Sade insanın bakışı güçlüdür; çünkü bakışı parçalanmamıştır. Sade insanın sözü etkilidir; çünkü sözü baskı taşımaz. Idris’in adı, bu etkisiz gösterinin içindeki etki gücüdür. Insan sadeleştikçe duyguları da berraklaşır. Çünkü duyguların karışıklığı çoğu zaman içteki gereksiz yüklerden oluşur. Duygu tek başına temizdir; onu bulanıklaştıran, insanın ona eklediği hikâyelerdir. Hikâyeler kaldırıldığında duygunun özü kalır. Öz, insanın en sahici yeridir. Sadelik bu özü ortaya çıkarır.
İdris’in yolu, bu özün yoludur.
Sadelik insanın ilişkilerine de yansır. Gereksiz beklentiler azalır, zorlamalar çözülür, dramatik tepkiler küçülür. Sade insan başkasını yormaz; çünkü kendi iç gürültüsünü başkasının omzuna yüklemez. Sade insan bağırmaz; çünkü iç sesi güçlüdür. Sade insan talep etmez; çünkü ihtiyacı kendini zorlayarak değil, kendiliğinden ifade eder. Idris’in adı, bu kendiliğindeliğin adıdır. Sadelik insanın düşüncesini de düzenler. Karmaşık zihin sürekli soru sorar: “doğru mu, yanlış mı, olur mu, olmaz mı, ne derler, ne düşünürler?” Bu sorular zihni tüketir. Sade zihin ise sadece şu soruyu sorar: “Benim için gerçek olan ne?” Bu soru insanı merkezine döndürür. Merkezine dönen insanın düşüncesi ağır ama berraktır. Idris’in öğretisi, bu berrak düşüncenin öğretisidir. Sadelik insanın yürüyüşünü de değiştirir. Gereksiz adımlar atılmaz; gereksiz kavgalara girilmez; gereksiz hedefler kovalanmaz; gereksiz insanlarla gereksiz bağlar sürdürülmez. Yürüyüş hızlanır ama yorulmaz; çünkü yoran yürüyüşün kendisi değil, yürüyüşün içindeki fazlalıklardır. Fazlalık düştükçe yürüyüş hafifler. Idris’in adı, bu hafif yürüyüşün adıdır. Sadelik aynı zamanda insanın kendi özünü korumasıdır. Çünkü karmaşanın olduğu yerde öz kaybolur. Dışarıdan gelen fikirler, sesler, baskılar, kalıplar insanın iç mekânını doldurur. Iç mekân doldukça insanın kendi sesi duyulmaz hâle gelir. Sadelik bu sesleri susturmak değil, sesler arasındaki gereksiz fısıltıları ayıklamaktır. Iç ses duyulduğunda insan kendine döner.
İdris’in adı, bu dönüşün adıdır.
Sadelik insanın hayatındaki seçimleri kolaylaştırır. Çünkü sade insan “her şeyi” istemez; kendi yoluna uygun olanı ister. Arzuladıkları azalır ama derinleşir. Hedefleri azalır ama netleşir. Ilişkileri azalır ama sağlamlaşır. Sadelik azlık değil, yoğunluktur. Bir damlada bir okyanus gizli olabilir. Idris’in öğrettiği sadelik, bu yoğunluğun sadeliğidir. Sadelik insanın benliğiyle ilişkisini de iyileştirir. Çünkü benlik çoğu zaman karmaşanın içinde kendini büyütmeye çalışır. Sadelik benliği küçültmez; benliği doğru yere taşır. Benlik merkez değildir; merkez, benliği taşıyandır. Benlik merkez olduğunda insan kibirlenir; benlik merkeze yaslandığında insan tevazu bulur. Tevazu insanın öz büyüklüğüdür.
İdris’in adı, bu öz büyüklüğün adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: sadelik bir kayıp değil, bir kazanımdır. Çünkü insan sadeleştikçe hakikat kendini daha çok gösterir. Hakikat çoklukta gizlenir; sadelikte görünür. Sadelik insanı küçültmez; sadelik insanı netleştirir. Netleşen insan, hem kendine hem hayata daha açık, daha derin, daha gerçek olur. Idris’in yükselişi, bu netliğin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan sadeliğin bir eksiltme değil, bir netleşme olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği çok daha büyük ve daha sessiz bir hakikate yönelir: özgürlük. Çünkü insan çoğu zaman özgürlüğü dış koşulların elinde sanır; oysa özgürlük, dış engellerin yokluğu değildir. Özgürlük, iç engellerin çözülmesidir. Idris’in adı, bu çözülmenin adıdır. Özgürlük, insanın kendisini taşıyan zincirleri fark etmesiyle başlar. Bu zincirler demirden değildir; çoğu görünmezdir: “Beni severler mi?”, “Yanlış yaparsam ne olur?”, “Kayarım, düşerim, hata yaparım”, “Yalnız kalırım”, “Kaybederim”, “Yargılanırım.” İnsan bu cümlelerle kendine duvarlar örer; sonra da duvarların içinde özgürümmüş gibi yaşar. Oysa duvar özgürlük vermez; sadece hareket alanını daraltır. Idris’in çağrısı, duvarın fark edilmesinin çağrısıdır. Özgürlük, insanın kendine söylediği yalanlarla yüzleşmesini gerektirir. Çünkü yalan insanı bağlar; gerçek özgürleştirir. Bir insan kendine “hazırım” dediğinde hazır değildir; “ümitsizim” dediğinde umudu vardır; “güçsüzüm” dediğinde güç saklamaktadır; “korkmuyorum” dediğinde korkunun merkezindedir. Bu çarpık cümleler özgürlüğün önündeki görünmez bariyerlerdir. Idris’in öğrettiği özgürlük, insanın kendi iç gerçeğini saklamadan görebilmesidir. Özgürlük, insanın duygularını bastırmadan, düşüncelerini abartmadan, korkularını inkâr etmeden yürüyebilmesidir. Çünkü insan duygusunu bastırdığında duygunun esiri olur; düşüncesini abarttığında düşüncesinin kölesi olur; korkusunu inkâr ettiğinde korkunun hizmetkârı olur. Özgürlük, bunların hiçbiri tarafından yönetilmemektir. Idris’in adı, bu yönetimsizliğin adıdır. Gerçek özgürlüğün en ince işaretlerinden biri, insanın seçim yaparken kimseden izin beklememesidir. Insan izin bekler; çünkü reddedilmekten korkar. Izin bekler; çünkü onayla beslenmeye alışmıştır. Izin bekler; çünkü kendi iç sesinin gücüne inanmıyordur. Özgür insan, sessizce kendi yolunu çizer. Ne bağırır ne ispat eder; sadece yürür. Çünkü yürüyüşün gücü onaydan değil, iç netlikten gelir.
İdris’in yolu, bu yürüyüşün yoludur.
Özgürlük aynı zamanda insanın bağlı olduğu şeyleri görmesini sağlar. Çünkü özgürlüğün düşmanı zincir değil, bilinmez bağdır. Insan bilmeden bağlanır: bir duyguya, bir insanın bakışına, bir övgüye, bir alışkanlığa, bir role, bir korkuya. Bu bağlar insanı kendi özünden uzaklaştırır. Özgür insan bağlarını kesmez; bağlarının farkındadır. Farkındalık bağı görünmez olmaktan çıkarır; görünür olan bağ artık özgürlüğü tehdit edemez. Idris’in adı, bu görünürlüğün adıdır. Insan özgürlüğe yaklaştıkça, artık başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü önemsememeye başlar. Bu önemsememek umursamazlık değildir; bu, insanın kendi değerini dışarıya bırakmamasıdır. Çünkü dış onaya bağlı yaşayan insan, onayın kesildiği yerde yıkılır. Iç değere bağlı yaşayan ise kimse ona değer vermese bile ayakta kalır. Idris’in öğrettiği değer, bu içsel değerdir. Özgürlük, insanın kendi yolunun sorumluluğunu alabilmesidir. Çünkü özgürlüğün bedeli yalnız sorumluluktur. Özgür insan kendi hayatından kendini sorumlu tutar; “beni onlar böyle yaptı” demez, “böyle oldum çünkü ben böyle seçtim” diyebilir. Bu cümle kırıcı değildir; bilakis iyileştiricidir. Çünkü sorumluluk insanı güçlendirir. Güçlenen insan özgürleşir.
İdris’in adı, bu özgürlüğün adıdır.
Özgürlüğün bir diğer yüzü, insanın kendini bırakabilmesidir. Çünkü özgürlük kontrolsüzlük değildir; özgürlük kontrolün doğru yere verilmesidir. Insan kendi üzerine fazla baskı kurduğunda özgürlüğünü kaybeder; kendini tamamen salar da özgürlüğünü kaybeder. Özgürlük, insanın kendi merkezinden yürüyebilmesidir. Merkezden yürüyen ne dağılır ne de donar.
İdris’in adı, bu merkez yürüyüşünün adıdır.
Özgür insanın hayatındaki en belirgin fark, korkularıyla kurduğu ilişkide görünür. Korku hâlâ vardır ama onu durdurmaz. “korkuyorum ama yürüyorum” cümlesi, özgürlüğün en net tanımıdır. Korkunun yokluğu özgürlük değildir; korkunun içinden geçen ayak özgürlüktür.
İdris’in öğretisi, bu ayakların öğretisidir.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: özgürlük bir sonuç değil, bir hâl’dir. Bu hâl bir anda gelmez; her nefeste biraz daha gelir. Insan zincirini her fark ettiğinde biraz özgürleşir, her gerçeği kabul ettiğinde biraz genişler, her adımında biraz daha kendisi olur.
İdris’in yükselişi, bu kendilik hâlinin yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan özgürlüğün dış şartların değil, iç sınırların çözülmesi olduğunu kavradıktan sonra, hayatın ona çok daha sessiz ama çok daha keskin bir hakikati gösterdiğini fark eder: ağırbaşlılık. Çünkü ağırbaşlılık, modern insanın en hafife aldığı ama iç dünyanın en güçlü taşıyıcılarından biridir. Ağırbaşlılık, insanın iç ritmine göre yaşamasıdır; tepkide acele etmemesi, sözde dökülmemesi, duyguda taşmaması, varlıkta savrulmamasıdır.
İdris’in adı, bu ağır hâlin adıdır.
Ağırbaşlılık, yavaşlık değildir. Yavaş olan dağılabilir, gecikebilir, tereddüde saplanabilir. Ağırbaşlılık, insanın iç ağırlığıyla hareket etmesidir. Iç ağırlığı olan insanın adımları nettir; düşüncesi yönlüdür; duygusu tutarlıdır; susması da konuşması da aynı ağırlığı taşır. Ağırlığı olmayan insan, çok konuşsa da boş gelir; çok hareket etse de güç veremez.
İdris’in çağrısı, içteki ağırlığın fark edilmesinin çağrısıdır.
Ağırbaşlılığın ilk kaynağı, insanın kendi duygusunu hemen dışarı taşımamasıdır. Çünkü duygular ilk geldiğinde hamdır. Ham duygu taşarsa incitir; taşmazsa olgunlaşır. Insan duygusunu olgunlaştırmayı öğrendiğinde, hem kendini hem çevresini korur. Olgun duygu sakinleşir; sakin duygu insanı netleştirir. Idris’in öğrettiği netlik, bu olgunluğun netliğidir. Ağırbaşlılık aynı zamanda insanın kelimelerle ilişkisini de değiştirir. Çünkü ağırbaşlı insan konuşurken kendini ispat etmeye çalışmaz, üstün gelmeye uğraşmaz, kimseyi düzeltmeye çabalamaz. Ağırbaşlı insan sözüne basar, sözü ağırlıkla çıkar. Ağırlıklı söz azdır ama etkilidir; hafif söz çoktur ama dağılır. Insanın sözü ağırlık kazandıkça kendisi de ağırlaşır-kibirle değil, kökle.
İdris’in adı, bu kökün adıdır.
Ağırbaşlılık insanın ilişkilerindeki birçok girdabı da yatıştırır. Çünkü ağırbaşlı insan hemen kırılmaz, hemen saldırmaz, hemen alınmaz. Aldığı darbeyi hemen dışa vurmaz; önce içinde tartar. Tartmak, insanın duygusuna alan açmasıdır. Alan açmak yumuşatır; yumuşayan insan bağırmaz. Bağırmayan insan duyar. Duyan insan anlar. Anlayan insan inceltir.
İdris’in yolu, bu inceliğin yoludur.
Ağırbaşlılık insanın içindeki saldırganlığı da çözer. Çünkü saldırganlık çoğu zaman iç korkunun dışarı taşmasıdır. Korkuyu tanımayan, öfkeye sarılır; öfkeyi tanımayan, sertliğe sarılır; sertliği tanımayan, kontrol etmeye çalışır. Bu kontrol çabası insanı tüketir. Ağırbaşlı insan, iç korkusunu saklamaz ama ona teslim de olmaz. Korkusunun yanında durur, onun içinden yavaşça geçer. Bu geçiş insanı güçlendirir.
İdris’in adı, bu geçişin adıdır.
Ağırbaşlılık, insanın kendi iç gerçeğine sadakatidir aynı zamanda. Çünkü iç dünyasında dağınık olan insan dışarıda çok konuşur, çok hareket eder, çok acele eder. Ağırbaşlı insanın sesi azalır; iç sesi artar. Dışı sakinleşir; içi genişler. Genişleyen iç, insanı sabitler. Sabitlenen insan başkalarının gürültüsüyle savrulmaz. Idris’in çağrısı, bu sabitliğin çağrısıdır. Ağırbaşlılık, insanın zamanla ilişkisini de dönüştürür. Çünkü ağırbaşlı insan günlerini “yetişme” dürtüsüyle değil, “yerleşme” duygusuyla yaşar. Acele eden zamanın peşinden koşar; ağırbaşlı olan zamanla birlikte yürür. Zamanla yürüyen insan, kaderine de kendi ritminde yaklaşır. Kader, ritmini bilene yumuşar; ritmini bilmeyene keskinleşir. Idris’in adı, ritmi bilenlerin adıdır. Ağırbaşlılık insanın kendi gücünü sessizce taşımasıdır. Gösterişsiz bir güç, saklı bir dirayet, derinden bir kararlılık. Ağırbaşlı insan kendini ispatla yormaz, kendini anlatmayla tüketmez, kendini göstermeyle bölünmez. Varlığıyla yürür. Bu yürüyüş çok az insanda bulunur; çünkü bu yürüyüşte gürültü yoktur. Gürültü yoksa ego doymaz. Ego doymayınca insan kendini kaybeder. Ağırbaşlı insan egosunun önünden çekilir, hakikatine yer açar.
İdris’in adı, hakikate yer açanın adıdır.
Ağırbaşlılık, insanın kendi gölgesini taşırken bile telaşlanmamasıdır. Çünkü gölge bilinen şeydir; bilinmeyen değil. Insan kendi karanlığını kabul edince gölgesinin baskısı azalır. Gölgesini taşıyan insan ağırdır ama sağlamdır. Gölgesini reddeden insan hafiftir ama kırılgandır.
İdris’in öğretisi, gölgeyi taşımayı bilmenin öğretisidir.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: ağırbaşlılık, gücün en sessiz hâlidir. Sessiz olduğu için insanlar yanlış anlar; ama doğru olduğu için insanın kendi içinde yer bulur. Ağırbaşlı insanın nefesi bile değişir; ağırbaşlı insanın bakışı derinleşir; ağırbaşlı insanın yolu ağır ama temiz açılır.
İdris’in yükselişi, bu ağır yolun yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan ağırbaşlılığın bir durgunluk değil, bir iç kök olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona gösterdiği daha derin bir alan belirir: olgunluk. Çünkü olgunluk yaşla gelmez, sınavla gelmez, bilgiyle gelmez; olgunluk, insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin niteliğinden doğar.
İdris’in adı, bu niteliğin adıdır.
Olgunluk, insanın kendi duygusunu taşıyabilmesidir. Herkes duygulanır, ama herkes duygusunu taşıyamaz. Taşıyamayan ya taşar ya taşırır; taşıyabilen ise duygusunun ağırlığını kendi içinde dönüştürür. Olgun insan kırıldığını bilir ama kırgınlığını silah yapmaz; sevdiğini bilir ama sevgisini pranga yapmaz; öfkelendiğini bilir ama öfkesini yıkıma dönüştürmez.
İdris’in öğrettiği olgunluk, bu taşımanın olgunluğudur.
Olgunluk insanın kendi gölgesine karşı dürüst olabilmesidir. Çünkü gölgesini inkâr eden insan, gölgesini başkalarına yansıtır. Yansıttığı her gölge, insanın ilişki ağlarını karartır. Oysa olgun insan kendi gölgesini taşır; taşırken de utanmaz. Utanan değil, saklayan kirlenir; gölgesini gören saflaşır.
İdris’in adı, bu saflaşmanın adıdır.
Olgunluk, insanın acıyla kurduğu ilişkide belirginleşir. Acıyı inkâr eden çocuklaşır; acıya teslim olan zayıflar; acıdan öğrenen olgunlaşır. Öğrenmek burada zihinsel bir şey değildir; acının içindeki hakikate temas etmektir. Acı insana bir şey öğretmek için gelir, ceza vermek için değil. Olgun insan acıyı düşman değil, misafir olarak karşılar. Misafir gider, insan kalır.
İdris’in adı, bu kalmanın adıdır.
Olgunluk, sabır ile eylemin aynı bedende barışmasıdır. Çünkü sabır, eylemsiz durmak değil; zamansız eylemden kaçınmaktır. Olgun insan beklemesi gerektiğinde bekler, yürümesi gerektiğinde yürür, çekilmesi gerektiğinde çekilir. Hiçbirini gururla yapmaz; hiçbirini korkuyla da yapmaz. Ölçü içtedir. Iç ölçü insanın en güvenilir pusulasıdır. Idris’in çağrısı, bu pusulanın çağrısıdır. Olgunluk insanın kendini anlatma ihtiyacının azalmasıdır. Çünkü insan büyüdükçe susması artar. Susmak küçülmek değildir; susmak, insanın iç dünyasını gereksiz yere savurmamasıdır. Olgun insan kendi hakikatini bağırarak duyurmaz; varlığıyla taşır. Taşımak, konuşmaktan daha etkilidir.
İdris’in adı, bu taşımayı bilenlerin adıdır.
Olgun insan kendi değerini bilir ama bu değeri başkalarından talep etmez. Talep etmediği için de değerinin ağırlığı yükselir. Çünkü gerçek değer dışarıdan verilen bir ödül değildir; içte duyulan bir sağlamlıktır. Sağlam insanın omzuna yük konulsa da çökmeyeceğini bilirsin. Sağlamlıkla kibir arasındaki fark budur: kibir başkalarını küçültür; sağlamlık kimseyi ezmez.
İdris’in adı, bu sağlamlığın adıdır.
Olgun insanın ilişkilerinde beklenti azalır, kabul artar. Beklentinin azalması sevgiyi hafifletir; kabulün artması sevgiyi büyütür. Çünkü sevgi talep değildir; sevgi tanıklıktır. Tanıklık ağırbaşlıdır, geniştir, sessizdir. Bağırmaz, zorlamaz, “beni seç” demez. Sadece olur. Olgun insanın sevgisi bu yüzden derindir. Idris’in öğrettiği sevgi, bu derin sevgidir. Olgunluk insanın kendi içindeki çocuğu yok etmesi değil; onu büyütmesidir. Içteki çocuk meraktır, safiyettir, neşedir. Ama aynı zamanda korkudur, kaçıştır, ihtiyaçtır. Olgun insan içindeki çocuğu susturmaz, utandırmaz, saklamaz. Onu kolundan tutar ve büyütür. Büyüyen çocuk olgunluğa dönüşür; olgunluk da insanın içsel bütünlüğünü oluşturur.
İdris’in adı, bu bütünlüğün adıdır.
Olgun insanın en belirgin işareti, aklının ve kalbinin birbirini dinleyebilmesidir. Çoğu insanda bu iki taraf kavga eder: akıl “bırak” der, kalp “kal” der; akıl “sus” der, kalp “konuş” der; akıl “git” der, kalp “bekle” der. Olgunluk, bu iki sesin aynı anda duyulması ve ortak bir yolda buluşmasıdır. Bu buluşma insanın iç enerjisini bütünleştirir. Bütünleşen insanın adımları keskinleşir.
İdris’in çağrısı, bu keskinliğin çağrısıdır.
Olgunluk insanın kendi hayatına sahip çıkmasıdır. Çünkü çocuk olan sorumluluğu başkasına verir; olgun olan kendine alır. Çocuk olan suçlar; olgun olan anlar. Çocuk olan kaçar; olgun olan yüzleşir. Çocuk olan bekler; olgun olan yürür. Yürüyen insan kaderiyle buluşur.
İdris’in yolu, kaderle buluşmanın yoludur.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: olgunluk bir sonuç değil, bir süreçtir. Her gün biraz daha, her acıda biraz daha, her yüzleşmede biraz daha, her bağda biraz daha… bu “biraz”lar birleşince insanın ruhu yeni bir seviyeye çıkar. Idris’in yükselişi, bu seviyenin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan olgunluğun bir süreç olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona çok daha sessiz, çok daha derin bir kapı araladığını hisseder: sükûnet. Çünkü sükûnet, insanın ulaştığı bir sonuç değil, insanın içinde oluşan bir iklimdir. Çoğu insan sessizliği sükûnet sanır; oysa sessizlik dışarıdadır, sükûnet içeride. Sessizlik dış güçle bozulur, sükûnet dış güçle bozulmaz.
İdris’in adı, bu içsel iklimin adıdır.
Sükûnet, insanın kendi iç devinimini dış dünyanın hızına göre değil, kendi öz ritmine göre ayarlamasıdır. Dış dünya bağıra çağır bağırır; sükûnet fısıldar. Dış dünya çeker, iter, zorlarken; sükûnet sadece durur. Durduğu hâlde etkiler. Çünkü sükûnet, iç dünyanın ağırlığıdır. Ağırlığı olan insanın adımı da sözü de susuşu da tesirlidir. Idris’in çağrısı, bu tesirin çağrısıdır. Sükûnet insanın duygularıyla ilişkisini kökten değiştirir. Çoğu insan duygularıyla savaşır; sükûnet ise duyguları dinler. Duygu dinlendiğinde yatışır; susturulmaya çalışıldığında büyür. Sükûnet insanın duygu dalgalarını izlerken kendini dalganın altında ezdirmemesidir. Dalga gelir, geçer; ama merkezde duran insan dalganın ritmini anlayarak güçlenir.
İdris’in öğrettiği güç, bu merkez gücüdür.
Sükûnet aynı zamanda zihnin berrak hâlidir. Zihin sükûnete kavuştuğunda artık gereksiz sorularla insanı yormaz. Zihin, korkunun diliyle değil, farkındalığın diliyle konuşur. “ne olacak?” yerine “ben şu anda neredeyim?” sorusunu sorar. Sükûnet, insanın zihni şimdiye yerleştirmesidir. Şimdiye yerleşen, kaybetmez. Idris’in adı, bu şimdi hâlinin adıdır. Sükûnet insanın yaşamla kurduğu ilişkiyi de olgunlaştırır. Sükûneti olan insan ışığı görünce koşmaz, karanlığı görünce kaçmaz. Işık onu kibirlendirmez, karanlık onu çökertmez. Iki tarafı da aynı mesafe ile karşılar. Çünkü sükûnet kendi içinde bir denge noktasıdır; dışarıdaki iniş çıkışları sadece izler. Izleyen, savrulmaz. Idris’in yolu, bu izleyişin yoludur. Sükûnet insanın ilişkilerine de derin bir zarafet getirir. Çünkü sükûneti olan insan başkasının yüksek sesini kendi içine almaz; başkasının öfkesini kendi yarasına taşımaz; başkasının kırılganlığını kendi zafiyeti gibi görmez. Sükûnet, başkasının fırtınasında batmamaktır. Bu hâl uzaklık değil; bilgeliktir. Idris’in öğrettiği bilgelik, duygusal düzenin bilgelidir. Sükûnet, insanın nefesini derinleştirmesidir. Derin nefes, derin idraktir. Insan telaşlı olduğunda yüzeysel nefes alır; yüzeysel nefes, ruhun daraldığını anlatır. Sükûnet geldiğinde nefes genişler, genişleyen nefes içte bir kapı açar. Insan bu kapıdan her geçtiğinde biraz daha derinleşir. Derinleşmek, güçlenmektir. Idris’in adı, bu güçlenmenin adıdır. Sükûnet aynı zamanda insanın kendi geçmişiyle barış hâlidir. Çünkü huzursuzluk geçmişte takılı kalan duyguların bugünü rahatsız etmesidir. Sükûnet, geçmişi unutmak değil; geçmişi ağırlaştırmadan taşımaktır. Taşınan geçmiş insanı büyütür; sürüklenen geçmiş insanı bitirir. Sükûnet, geçmişi sürüklemeyi bırakmanın adıdır. Idris’in çağrısı, bu bırakışın çağrısıdır. Sükûnet insanın kendine yaklaşma biçimidir. Çünkü insan içindeki dağınıklığın büyük kısmını kendinden kaçarken üretir. Kaçan insan gürültü yaratır, gürültü artınca yön kaybolur. Sükûnet, insanın kendine yaklaşıp gürültüyü susturmasıdır. Susturulan gürültü, korkuları değil, onların anlamsız telaşını bastırır. Korku hâlâ vardır ama insan o korkunun içinden net bir ses duyar. O ses, yönün sesidir. Idris’in adı, bu yön sesinin adıdır. Sükûnet, insanın sözlerinin de ağırlığını değiştirir. Sükûneti olan insan, söylediği her kelimeyi içinden geçirir; kelime ağzından değil, kalbinden çıkar. Kalpten çıkan kelime bağırmaz, zorlamaz, şekil değiştirmez. Kalpten çıkan söz, insanın iç balkonundan dışarı süzülen bir ışık gibidir. Karşıdakinin karanlığına temas eder ama onu kırmaz. Idris’in öğrettiği söz, bu sözdür. Ve insan en sonunda şunu fark eder: sükûnet, dış dünyanın sessizliği değil, insanın içindeki hareketin kontrol altına alınmasıdır. Iç hareket kontrol edilince dış fırtına küçülür; dış fırtına küçülünce insanın adımları berraklaşır. Berrak adım insanın kaderini değiştirir.
İdris’in yükselişi, bu berrak adımın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan sükûnetin dış değil iç merkez olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona çok daha ince bir alana kapı araladığını hisseder: idrak ile eylem arasındaki bağ. Çünkü insan çoğu zaman anlar ama yapamaz, bilir ama uygulayamaz, fark eder ama dönüştüremez. Bilgi vardır, hareket yoktur. Farkındalık vardır, adım yoktur. Niyet vardır, cesaret yoktur. Işte bu boşluk insanın iç dünyasında en çok sıkıştığı yerdir. Idris’in adı, bu boşluğu kapatan bilincin adıdır. Bilmek kolaydır; yapmak zordur. Çünkü bilmek zihinle ilgilidir, yapmak ise iradeyle. Zihin bir şeyi anladığında hemen “tamam” der; oysa irade aynı hızla çalışmaz. Irade, insanın iç sınavıdır. Idrak bir ışık gibidir ama o ışık, insanın eylemine dönüşene kadar sadece bir ışıltıdır.
İdris’in öğrettiği hakikat, ışığı adım hâline getirmektir.
İnsan idrak ettiği hâlde neden adım atamaz? çünkü adım, eski benliğin resmi ölümü demektir. Eski benlik ölmek istemez; direnç üretir. “şimdi değil”, “zamanı değil”, “benim yapım böyle”, “zorlanmak istemiyorum” gibi cümleler insanın içindeki eski hâlin savunmalarıdır. Bu savunmalar fark edilmediğinde insan yerinde döner durur. Idris’in adı, bu döngünün kırılmasının adıdır. Eylem, insanın idrak ettiği hakikati bedenine indirmesidir. Beden hakikati tanımazsa insan büyümez. Çünkü büyüme sadece düşüncede olmaz; büyüme bedende, davranışta, seçimde, duruşta olur. Insan içte büyür, dışta görünür. Idrak kemiktir, eylem ete dönüşür.
İdris’in çağrısı, bu ete bürünen bilincin çağrısıdır.
İdrak ile eylem arasındaki en büyük engel korkudur. Insan bir şeyi anlar ama o anlama gerektirdiği adımı atarsa hayatının değişeceğinden korkar. Bu korku insana “bekle” der, “sonra yaparsın” der, “şimdilik böyle iyi” der. Oysa hiçbir şey “şimdilik” iyi değildir; hakikat çağırıyorsa, şimdinin gecikmesi insanı yaralar. Idris’in adı, bu yarayı sessizce gösteren bilincin adıdır. Eylem bazen büyük adımlar gerektirmez; bazen kırıntı kadar bir hareket bile insanın iç kaderini değiştirir. Bir cümle, bir susuş, bir bırakış, bir karar, bir özür, bir vedâ, bir yürüyüş. Bunlar küçük görünür ama insanın iç enerjisinde büyük hareketler yaratır.
İdris’in öğrettiği dönüşüm, küçük adımların büyük sonuçlar doğurmasıdır.
İnsan idrak ettiği şeyi yapmaya başladığında iç huzuru artar. Çünkü içte ve dışta aynı çizgide yürümek insanı bütünleştirir. Bütünleşen insan yorulmaz; yorulan insan içiyle dışı arasında bölünmüştür. Idrak ettiği hâlde yaşamayan insan iki farklı yasayı aynı anda taşır: bildiği hâl ve yaşadığı hâl. Bu iki hâl arasındaki çatlak insanın iç enerjisini tüketir.
İdris’in öğrettiği bütünlük, bu çatlağın kapanmasıdır.
Eylem aynı zamanda insanın iç yüklerinden arınma biçimidir. Çünkü hareketsiz insan içindeki yükü büyütür. “yapmadığım şeylerin ağırlığı”, “söylemediğim sözlerin yükü”, “atmadığım adımların sıkıntısı.” bunlar içte kalır ve zamanla acıya dönüşür. Insan adım attığında yükün yarısı düşer.
İdris’in çağrısı, bu yükün hafiflemesidir.
İnsan idrak ile eylem arasındaki bağı kurdukça, hayatı da daha net algılar. Çünkü insan bir şeyi anladıktan sonra onu yaşamıyorsa, hayat sürekli aynı dersi tekrar getirir. Ders öğrenilmediği için değil; ders yaşanmadığı için. Ders yaşandığında hayat sahne değiştirir. Aynı yüz tekrar etmez, aynı acı geri dönmez, aynı döngü sürmez. Idris’in adı, bu sahne değişiminin adıdır. Eylem insanın kaderiyle kurduğu en doğrudan temastır. Çünkü kader hareketsiz insana işlemeyi bırakır; hareket eden insana doğru şekil almaya başlar. Insan adım attıkça kader yaklaşır; insan durdukça kader uzaklaşır. Kader uzaklaştığında insan boşluk hisseder; kader yaklaştığında insan yolun sıcaklığını duyar. Idris’in yolu, kaderin yakın hissedildiği yoldur. Ve insan en sonunda şunu fark eder: idrak, yolun ışığıdır; eylem ise yürüyenin adımı. Işık olmadan adım kördür; adım olmadan ışık boşa yanar. Ikisi birleştiğinde insanın önü açılır. Ön açıldığında yürüyüş kendiliğinden akmaya başlar. Akmaya başlayan şey, artık insanın kendi kaderidir.
İdris’in yükselişi, bu yürüyen kaderin yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan idrak ile eylemin birlikte yürüdüğünde kaderi açtığını fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona gösterdiği daha geniş bir alan belirir: süreklilik. Çünkü insan çoğu zaman değişimin tek bir büyük hamleyle geleceğini zanneder. Oysa değişim bir patlama değil, bir ritimdir. Ritim kırıldığında insan dağılır; ritim sürdüğünde insan büyür. Idris’in adı, bu ritmin adıdır. Süreklilik, insanın aynı yönde küçük ama tutarlı adımlar atmasıdır. Büyük adımlar insanı yorar; tutarlı adımlar insanı dönüştürür. Değişmek isteyen ama adım atmayan kişi hayalci olur; adım atan ama yönünü kaybeden kişi savrulur. Sürekli olan insan ise hem iç uyumunu hem dış hareketini dengede tutar. Denge, görünmez bir güçtür. Idris’in çağrısı, bu gücün çağrısıdır. Süreklilik, insanın kendi içini sabit bir frekansta tutmasıdır. Duygu dalgaları yükselir, düşünceler değişir, deneyimler farklılaşır; ama insan merkezini kaybetmediğinde süreklilik bozulmaz. Merkez kaybolduğunda ise süreklilik kırılır. Kırılan süreklilik insanı geriye çeker; merkezde kalmak insanı ileri taşır. Merkez, insanın içindeki görünmez mihenk taşıdır.
İdris’in adı, bu mihengin adıdır.
Süreklilik sadece eylemde değil, niyette de gereklidir. Çünkü insan niyetini bir gün temizler, ertesi gün unutur; bugün içten konuşur, yarın kendinden kaçar; bugün güvenir, yarın korkar. Bu çalkantılar insanı yorarken, süreklilik bu dalgaları yatıştırır. Insan niyetini her gün, küçük bir dokunuşla bile olsa yeniden hatırladığında, yoldan sapmaz.
İdris’in öğrettiği sadakat, bu niyet sadakatidir.
Süreklilik, insanın kendi iç devinimine saygı duymasıdır. Çünkü insan her gün aynı hâlde uyanmaz; zihni bazen karışıktır, bazen sakin; kalbi bazen geniştir, bazen sıkışık; bedeni bazen hafiftir, bazen yorgun. Bu değişimler doğal olduğu hâlde insan kendisini zorlar, “aynı kalmalıyım” der. Oysa süreklilik “aynı olmak” değil, “aynı yöne ait kalmaktır”.
İdris’in adı, bu aidiyetin adıdır.
Süreklilik insanın bilinçle kurduğu bağdır. Çünkü bilinç sürekli değilse, eylem kararsız olur; kararsız eylem ise insanı tekrar tekrar başa döndürür. Süreklilik, insanın bilincini gündelik hayatın içinde diri tutmasıdır. Diri bilinç, insanı hem ayık hem yumuşak hem dikkatli hem esnek yapar. Bu hâl insanın ruhunu zamanla parlatır. Idris’in çağrısı, bu parıltının çağrısıdır. Süreklilik, insanın kendi karanlığına karşı da tutarlı olmasıdır. Çünkü insan gölgesiyle sadece bir gün yüzleşmez; gölge bir yaşam boyu bir köşeden ses verir. Süreklilik, bu sese her yükseldiğinde bilinçle dönmeyi gerektirir. Gölgeye bir gün ışık tutup ertesi gün kaçmak insanı parçalar. Gölgeye istikrarla bakmak ise insanı bütünler. Bütünlenen insan karanlıktan korkmaz.
İdris’in adı, bu bütünlüğün adıdır.
Süreklilik insanın ilişkilerini de kökten değiştirir. Çünkü ilişki bir anlık hevesle kurulmaz; ilişki süreklilikle karşılık bulur. Bir bağın derinliği, zamanla temasın düzeninden doğar. Sürekli kaçan bağ kuramaz; sürekli yapışan bağ bozar. Süreklilik, ne kaçmak ne yapışmaktır; bir yerde kalabilmektir. Idris’in öğrettiği bağ, bu sükûnetli bağdır. Insanın kendi iç yolculuğundaki en büyük kopuş, çoğu zaman sürekliliğin kırıldığı yerde olur. Çünkü insan tam değişecekken bir anlık tereddüt, bir anlık korku, bir anlık öfke, bir anlık boşluk duygusu, onu eski hâline çeker. Bu geri çekilmeler doğal olsa da, süreklilik insanı yeniden yola sokar. Süreklilik, “yeniden başlama” kudretidir. Idris’in adı, bu yeniden başlama kudretinin adıdır. Süreklilik, insanın kendi özüne sadakatiyle ilgilidir. Öz sadakati zayıfladığında insan herkese göre şekil alır; özü güçlendiğinde ise insan herkesin içinde kendi şeklinde durabilir. Bu duruş hem dingindir hem kararlı. Kimseye ispat gerektirmez; kimseye meydan da okumaz. Sadece vardır. Varlık, sürekliliğin en yüksek hâlidir. Idris’in adı, bu varlığın adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: süreklilik, insanın en büyük gücüdür. Sürekliliği olan insan, kendisini de kaderini de dönüştürür. Sürekliliği olmayan insan, bir anlık aydınlanma yaşar ama karanlığa çabuk döner. Oysa idris’in yolu, bir anlık parlamalar değil; uzun yürüyüşlerin yoludur. Süreklilik, bu uzun yürüyüşün omurgasıdır. Anlaşılması gereken budur. Insan sürekliliğin bir güç olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona sezdirerek öğrettiği daha derin bir yasaya yaklaşır: istikamet. Çünkü istikamet, insanın yürüdüğü yolun düz çizgisi değildir; insanın iç çizgisinin dış dünyaya yansımasıdır. Çoğu insan yolunu kaybeder, çünkü önce iç çizgisini kaybeder. Dışarıdaki yön, içerideki niyetin izdüşümüdür.
İdris’in adı, bu çizgiyi koruyabilenlerin adıdır.
İstikamet, insanın hayatındaki en sade ama en zor disiplindir. Çünkü insan dış dünyanın karmaşasına bakarak yön değiştirmeye kalkışır; bir söze göre kırılır, bir bakışa göre döner, bir olaya göre vazgeçer, bir korkuya göre kaçar. Dışarıdan gelen her rüzgâr, içte tutunacak bir merkez yoksa insanı savurur. Istikametin ilk şartı, dış rüzgârlara göre değil iç mihenge göre yürümektir.
İdris’in çağrısı, bu mihengin çağrısıdır.
İstikamet, insanın kendine söylediği en sade cümleden doğar: “ben neyin adamıyım?” Bu cümle, insanın içindeki bütün buğuyu dağıtır. Çünkü insan çoğu zaman ne için yürüdüğünü bilmeden yürür; ne için yorulduğunu bilmeden yorulur; ne için kırıldığını bilmeden kırılır. Istikamet, ne için yaşadığını bilme hâlidir. Bilmeyen savrulur; bilen durur.
İdris’in adı, duranlar arasında yürüyenlerin adıdır.
İstikamet, insanın kendi hakikatine sadakatidir. Hakikate sadakat, insanın kendine en yakın kaldığı andır. Çünkü hakikat insandan kaçmaz; insan kendi hakikatinden kaçar. Hakikat, insanın iç mekânında duran en berrak sestir. O ses “burada” der, “şimdi” der, “tamam” der, “bitir” der, “yeniden başla” der. Insan bu sesi duymazdan gelince istikamet bozulur.
İdris’in öğrettiği yol, bu sesi duymanın yoludur.
İstikamet, insanın kendini aşırı zorlamadan ama kendini tamamen de bırakmadan yürüyebilmesidir. Iki uç vardır: kendini sıkmak ve kendini salmak. Kendini sıkan insan taşlaşır; kendini salan insan dağılır. Istikamet, taşlaşmadan durmak ve dağılmadan akmaktır. Bu hâl, insanın kendi iç terazisini doğru tutmasıyla mümkün olur. Iç terazi bozulduğunda insan adımlarını kaybeder; terazi doğrulduğunda yol kendiliğinden belirir.
İdris’in adı, bu terazi hâlinin adıdır.
İstikamet, insanın dış şartlara göre değil, iç niyetine göre şekillenmesidir. Dışarıda kolaylık olabilir ama içte yanlış bir his varsa, o yol doğru değildir. Dışarıda zorluk olabilir ama içte bir açıklık varsa, o yol insanı hakikate yaklaştırır. Bu yüzden istikamet, dış koşulların değil iç duyunun seçtiği yöndür. Idris’in çağrısı, iç duyunun çağrısıdır. Istikamet, aynı zamanda insanın kendini kandırmamasıdır. Insan bazen hakikatten kaçmak için kendine büyük cümleler kurar; “ben elimden geleni yaptım”, “ben doğru yoldayım”, “benim niyetim temiz.” bu cümleler bazen doğrudur ama çoğu zaman savunmadır. Savunma istikameti bozar; çıplak farkındalık düzeltir. Idris’in adı, bu çıplak farkındalığın adıdır. Istikamet, insanın attığı her adımı aynı eksende tutma gayretidir. Çünkü eksen kayınca adımların gücü yitirilir. Insanın ekseni niyetidir, değeridir, iç doğrularıdır. Bu doğrular değişmediği sürece insan hangi olayın içinden geçerse geçsin eğilse de, sarsılsa da, şaşırsın da bir sonraki adımı eski çizgisine döndürür. Işte bu dönüş, istikamettir.
İdris’in yolu, bu dönüşü hiç bırakmamaktır.
İstikamet, insanın hayatında “dönen” değil, “döndüren” yeridir. Yaşanan her şey döner; insanın merkezde durduğu yer döndürür. Insan merkezine yerleştiğinde hayatın ritmi, zorlukları, acıları, kayıpları bile başka bir anlamla görünür. Çünkü merkez, insanı olayların üstünde tutar. Olayların üstünde duran, olaylarla boğulmaz. Idris’in adı, bu merkezde duruşun adıdır. Istikamet, insanın kendisine verdiği bir söz gibidir. Fakat bu söz ağızla verilmez; varlıkla verilir. “Ben kendimden vazgeçmeyeceğim”, “Ben hakikatin çizgisinden ayrılmayacağım”, “Ben ne olursa olsun iç yönümü kaybetmeyeceğim.” Bu sözler sadece insanın içinde duyulan bir yemindir. Bu yemin sessizdir ama kaderi belirler. Idris’in adı, bu yeminle yürüyenlerin adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: istikamet, sapmamak değil; saptığı zaman da geri dönmektir. Insan sapar çünkü insandır; döner çünkü içindeki ses hâlâ canlıdır. Önemli olan yolu hiç bozmamak değil, bozulduğunda da yönü kaybetmemektir. Idris’in yükselişi, bu geri dönüş iradesinin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan istikametin kaybolmamak değil, kaybolduğunda geri dönebilmeyi bilmek olduğunu kavradıktan sonra, hayatın ona çok daha sessiz ama bir o kadar da derin bir alan açtığını fark eder: yükseklik. Çünkü yükseklik, insanların çoğu zaman yanlış anladığı bir kelimedir. Yükseklik gurur değildir; üstünlük değildir; kibir değildir; başkalarından daha fazla olmak değildir. Yükseklik, insanın kendi iç katmanına yaklaşmasıdır. Idris’in adı, bu iç katmanın adıdır. Yükseklik, dış dünyada yukarı çıkmakla değil, iç dünyada aşağı inmeyi bilmekle kazanılır. Çünkü insan önce kendi iç derinliğine inmedikçe yükselmez. Derinlik olmadan yükselmek, havada asılı kalmaktır; bir rüzgâr gelir ve savurur. Derinlik ile yükselmek ise kökle yükselmektir. Kökü olanın yüksekliği sağlamdır; kökü olmayanın yüksekliği kırılgandır.
İdris’in öğrettiği işte bu kök-yükseklik dengesidir.
Yükseklik, insanın küçük şeylere takılmamasıdır. Çünkü ruhu yükselen insanın bakışı değişir; bakış değişince detaylar küçülür, önemsiz olan dağılır, gereksiz olan çöker, hakiki olan belirir. Hakikati belirgin gören insan, incitilmekten de korkmaz, incitmekten de haz almaz. Bakış büyüdükçe hayat hafifler.
İdris’in adı, bu hafifliğin adıdır.
Yükseklik aynı zamanda insanın kendi nefsanî arzularına mesafeli durabilmesidir. Çünkü insan arzularıyla bulaşınca körleşir; arzularına mesafe koyduğunda berraklaşır. Bu mesafe inkâr değil; şuurdur. “Ben bunu istiyorum, ama bu istek beni nereye götürür?” cümlesi yüksekliğin cümlesidir. Insan kendini böyle gözetmeye başladığında, isteği bile temizlenir.
İdris’in çağrısı, isteğin bu temizlikten geçmesidir.
Yükseklik insanın öfkesine yukarıdan bakabilmesidir. Öfke yükseldiğinde kişi küçülür; öfkesini yukarıdan gören kişi ise büyür. Çünkü öfke, insanın içindeki kontrolsüz gücün dışarı taşmasıdır. Bu güç yönlendirilmediğinde yıkar; yönlendirildiğinde dönüştürür. Yüksek olan, öfkeden kaçmaz; öfkenin kaynağına bakar. Idris’in öğretisi, öfkenin dönüştürülmesidir. Yükseklik insanın kendi gölgesine hükmetmesidir. Gölge bastırıldıkça büyür, görüldükçe küçülür. Yüksek olan gölgesini saklamaz; gölgesine ışık tutar. Işık tutulunca gölge kaybolmaz ama zayıflar. Zayıflayan gölge, insanın gücüne itaat eder. Itaat eden gölge, insanı bölmez.
İdris’in adı, bölünmeyen ruhun adıdır.
Yükseklik insanın neyi taşıyıp neyi bırakacağını bilmesidir. Yüksek olan her şeye koşmaz, her şeye sarılmaz, her şeyi düzeltmeye çalışmaz. Yüksek olan seçer. Seçim hakkı bir lüksten değil, bir bilinçten doğar. Bilinç büyüdükçe insanın elenmişliği artar; elendikçe yük azalır; yük azalınca bakış genişler; bakış genişleyince insan yükselir. Idris’in yolu, bu genişliğin yoludur. Yükseklik insanın kendi sesini dış dünyanın gürültüsünden ayırabilmesidir. Çünkü yüksek olan kendi içindeki sessiz sesi bilir. O ses bazen bir fısıltıdır, bazen bir ağırlık, bazen bir sıkışma, bazen bir genişlik. Bu ses, insanın iç yönüdür. Yönü duyan yüksek olur; duymayan ne kadar koşarsa koşsun alçakta kalır.
İdris’in adı, bu iç yönün adıdır.
Yükseklik aynı zamanda tevazudur. Çünkü gerçek yükseklik kendini göstermekle değil, kendini saklamadan durabilmekle olur. Tevazu, insanın kendini küçültmesi değildir; kendini büyütmeye çalışmamasıdır. Büyütmeye çalışan alçalır; olduğu gibi duran yükselir. Yumuşak olan yükselir; sert olan çöker. Bu yüzden
İdris’in öğrettiği yükseliş sessizdir.
Yükseklik insanın kendi iç katmanlarına her inişinde biraz daha şekillenmesidir. Içe inmek acıtır; acının ardında yükselmek vardır. Insan bir korkusuna inince cesaret yükselir; bir utancına inince bilgelik yükselir; bir kırgınlığına inince merhamet yükselir; bir öfkesine inince idrak yükselir. Yani insan her inişinde bir şey kazanır.
İdris’in yolu, bu kazanımla yükselmenin yoludur.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: yükseklik, yukarıdan bakmak değil; yukarıdan görmektir. Yukarıdan bakan kibirdir; yukarıdan gören idraktir. Insan yukarıdan baktığında insanları küçültür; yukarıdan gördüğünde insanın bütün hâllerini bir bütünlük içinde anlar.
İdris’in yükselişi, bu anlayışın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan yüksekliğin yukarı çıkmak değil, içe doğru derinleşmek olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayat ona çok daha incelikli bir kapı aralar: alçakgönüllülük. Çünkü alçakgönüllülük, çoğu insanın yanlış anladığı bir erdemdir. Alçak gönüllü olmak kendini küçültmek değildir; içteki gerçek büyüklüğün dışarıya taşmaması, gösterişe dönüşmemesidir.
İdris’in adı, bu inceliğin adıdır.
Alçakgönüllülük insanın kendini değersiz görmesi değildir; kendini olduğundan fazla göstermemesidir. Çünkü insan kendini büyüttükçe özünden uzaklaşır, uzaklaştıkça da iç dünyası sahte bir yük taşır. Bu yük insanı hem yorar hem küçültür. Oysa alçakgönüllülük, insanın kendi varlığına doğal bir yer vermesidir. Ne fazla, ne eksik. Idris’in çağrısı, bu doğal hâlin çağrısıdır. Alçakgönüllü insanın en belirgin özelliği şudur: kendini anlatma ihtiyacı azalır. Çünkü anlatma, insanın onay arayışıdır. Onay arayan içte boşluk taşır; o boşluğu kelimelerle doldurmaya çalışır. Boşluk kelimeyle dolmaz; ancak içteki hakikate yakınlıkla kapanır. Hakikate yaklaşan kişi, kendini anlatmaz; kendisi olur. Olmak, anlatmaktan güçlüdür.
İdris’in adı, bu oluş hâlinin adıdır.
Alçakgönüllülük insanın başkalarının iyi hâllerinden rahatsız olmamasıdır. Çünkü içi dar olan başkasının ışığından rahatsız olur; içi geniş olan ise başkasının ışığını kendi ışığına ekler. Iç genişliği, alçakgönüllülüğün meyvesidir. Alçakgönüllü insan kıyaslamaz, yarışmaz, bir üst veya bir alt görmez. Herkesin kendi yolunda olduğunu bilir. Idris’in öğrettiği bakış, bu yol bakışıdır. Alçakgönüllü olmak, kendini yok saymak değil; kendini aşırılıktan sakınmaktır. Çünkü insan kendini büyüttüğünde hakikati küçültür; kendini küçülttüğünde de hakikate haksızlık eder. Denge içtedir: ne kendini yüceltmek ne kendini silmek. Alçakgönüllülük, bu dengenin bedenlenmiş hâlidir.
İdris’in adı, bu bedenlenmenin adıdır.
Alçakgönüllülük insanın öfkesini de yumuşatır. Öfke çoğu zaman “ben haklıyım” ısrarının ürünüdür. Alçakgönüllü insan haklılığına sarılmaz; hakikate sarılır. Hakikat bazen kendisinin, bazen karşı tarafın, bazen ikisinin de kısmen haklı olduğunu gösterir. Bu gösteriş, kibri kırar. Kibri kırılan insanın öfkesi söner. Sönen öfke, insanı daha derin bir idrake taşır.
İdris’in adı, bu idrakin adıdır.
Alçakgönüllülük, insanın öğrenmeye açık olmasıdır. Çünkü “ben biliyorum” diyen öğrenemez; “ben bilmiyorum” diyen öğrenmeye başlar. Bilmemek ayıp değildir; bilirim kibri ise ruha ağır bir yük bindirir. Kişi bilmediğini fark ettiğinde zihni açılır, kalbi yumuşar, idraki genişler. Genişleyen idrak insanı yukarı taşır. Ilginçtir, alçakgönüllülük yükseltir.
İdris’in öğrettiği yükseliş, budur.
Alçakgönüllülük insanın kendi kusurunu görme gücüdür. Kusur görmek, kendini suçlamak değildir; kusur görmek, insanın kendine karşı dürüst olmasıdır. Bu dürüstlük insanın iç enerjisini temizler. Çünkü saklanan kusur insanı kirletir; görülen kusur insanı arındırır. Arınmış ruh ağır değildir; hafiftir. Hafif olan yükselir. Idris’in adı, bu hafifliğin adıdır. Alçakgönüllü insan ilişkilerde de güven verir. Çünkü kibir, yakınlığın duvarıdır; alçakgönüllülük ise yakınlığın kapısı. Kibirle yaklaşan ürkütür; alçakgönüllü yaklaşan sakinleştirir. Sakinliğin gücü sertliğin gücünden çok daha etkilidir. Yumuşak olan dayanır; sert olan kırılır.
İdris’in öğrettiği güç, yumuşak gücün gücüdür.
Alçakgönüllülük aynı zamanda insanın hatalarından kaçmamasıdır. Hata insanı değersiz kılmaz; hatayı saklamak insanı zayıflatır. Alçakgönüllü insan hatasını kabul eder ama kendini mahkûm etmez; kusurunu görür ama kendini paramparça etmez. Bu denge, ruhun olgunlaşmasının başlangıcıdır.
İdris’in çağrısı, bu olgunlaşmanın çağrısıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: alçakgönüllülük, gizli bir büyüklüktür. Içi büyük olan dışarıda sessiz durur; içi küçük olan dışarıda gürültü yapar. Gerçek büyüklük gürültüsüzdür; çünkü kendine emanettir. Insan kendine emanet olmayı öğrendiğinde, başkasına zarar vermez, başkasını ezmez, başkasına hükmetmez. Idris’in yükselişi, bu sessiz büyüklüğün yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan alçakgönüllülüğün sessiz bir büyüklük olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona gösterdiği daha da derin bir sahaya yaklaşır: şeffaflık. Çünkü şeffaflık, insanların en çok konuşup en az yaşayabildiği hâlidir. Şeffaflık, insanın kendisini hem kendine hem başkalarına olduğundan farklı göstermemesidir.
İdris’in adı, bu çıplaklığın adıdır.
Şeffaflık, insanın içi ile dışının uyumudur. Çoğu insan içi başka dışı başkadır; içi kırgın, dışı sakin; içi öfkeli, dışı kibar; içi boş, dışı dolu görünür. Bu uyumsuzluk insanı ikiye böler. Bölünen insan huzursuzdur. Şeffaflık, bölünmeyi terk etmektir. Iç neyse dış odur. Dış neyse iç odur. Insan böyle olduğunda hem kendini yormaz hem başkasını yanıltmaz.
İdris’in çağrısı, bu uyumun çağrısıdır.
Şeffaflık, insanın kendini saklamama hâlidir. Saklamak zayıflık değil, korkudur. Korku ise insanın iç kapılarını kapatır. Kapalı kapı güven vermez; şeffaflık verir. Çünkü şeffaflık, insanın kendini savunmadan var etmesidir. Savunma insanı gergin yapar, şeffaflık ise sakin. Sakin insan anlaşılır; savunan insan karışık görünür. Idris’in adı, bu sakinliğin adıdır. Şeffaflık kendini olduğu gibi göstermek değildir; kendini olduğu gibi taşıyabilmektir. Çünkü bazı insanlar “ben buyum” diyerek kırıcı olur, kaba olur, hoyrat olur. Bu şeffaflık değil, hamlıktır. Şeffaflık, iç doğrunun dış davranışa temizce yansımasıdır. Yumuşak ama dürüst, derin ama abartısız, açık ama ölçülü. Idris’in öğrettiği açıklık, bu içsel açıklıktır. Şeffaflık insanın yalanla arasındaki bağı koparır. Çünkü yalan sadece başkalarına söylenmez; insan en çok kendine yalan söyler. “Sorun yok”, “İyiyim”, “Önemsemiyorum”, “Geçti”, “Umrumda değil”… Bu cümlelerin arkası doldurulmadıkça yalan olur. Yalan içte çürütür; şeffaflık içi temizler. Temiz iç huzur üretir. Idris’in adı, bu iç huzurun adıdır. Şeffaflık, insanın duygusunu olduğu gibi kabul etmesidir. “Ben böyle hissediyorum” diyebilen, duygusunu yük yapmaz; fakat saklayan yük yapar. Şeffaflık duyguyu hafifletir; saklamak ağırlaştırır. Ağırlaşan duygu insanı bastırır; hafifleyen duygu insana yer açar.
İdris’in öğrettiği hafiflik, şeffaflığın hediyesidir.
Şeffaf olmak insanı kırılgan yapmaz; sahici yapar. Kırılganlık sahiciliğin alanıdır. Sahicilik ise bağ kurmanın derin biçimidir. Sahici insan ne eksik gösterir ne fazla; olduğu gibi durur. Bu duruş, insanın içindeki ağırlığın dışa yansımasıdır. Idris’in adı, bu ağırlığın adıdır. Şeffaflık ilişkileri de dönüştürür. Çünkü insanlar çoğu zaman başka birinin gerçek hâlini göremediği için yanlış bağ kurar, yanlış kırılır, yanlış sevinir, yanlış güvenir. Şeffaflık yanlış bağları engeller. Şeffaflıkla kurulan bağ ise hem yumuşak hem sağlam olur. Çünkü sahici olan kolay bozulmaz. Bozulmayan bağ, insanın kaderinde derin izler bırakır.
İdris’in öğretisi, bu sahici bağın öğretisidir.
Şeffaflık aynı zamanda insanın niyetini gizlememesidir. Gizli niyet, iyi sözlü bir kötülüktür. Söz güzel, niyet karanlıksa insanın ruhu ikiye bölünür. Niyet karanlıksa eylem dağılır. Şeffaf niyet insanı bütünler. Bütünlenen insan hem kendine hem başkalarına güven verir. Güven, ruhun en sessiz gücüdür.
İdris’in adı, bu gücün adıdır.
Şeffaflık, insanın hayatını sadeleştirir. Çünkü şeffaf olan maskeye, oyuna, görünüme, taktiklere ihtiyaç duymaz. Enerji dışa akmak yerine içe döner. Içe dönen enerji insanı derinleştirir. Derinleşen insanın yüzü bile değişir. Yüzündeki ağırlık sessizlikle birleşir, gözündeki ifade yumuşar, sesi topraktan gelen bir kararlılığa dayanır. Idris’in çağrısı, bu dönüşümün çağrısıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: şeffaflık, kendine ihanet etmemektir. Çünkü insan kendini sakladığında kendine yabancılaşır; kendine yabancılaşan insan herkesin içinde yalnız kalır. Şeffaf olan kendine yaklaşır; kendine yaklaşan hakikate. Hakikate yaklaşan insan, artık rol değil, varlık taşır.
İdris’in yükselişi, bu varlığın yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan şeffaflığın kendine ihanet etmemek olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona çok daha derin bir hakikati işaret ettiğini görür: sorumluluk. Çünkü sorumluluk, insanın kendi varlığının ağırlığını doğru yere koyabilmesidir. Çoğu insan sorumluluğu dış baskı sanır; oysa sorumluluk dış baskı değil, iç sahiplenmedir. Idris’in adı, bu sahiplenmenin adıdır. Sorumluluk, insanın kendi payına düşeni görmesidir. Payını göremeyen sürekli şikâyet eder; şikâyet insanı küçültür, sorumluluk büyütür. Çünkü “benim payım neydi?” sorusunu sormak insanın kendi iç gerçekliğiyle yüzleşmesi demektir. Bu soru zorlayıcıdır, rahatsız edicidir, insanın gururunu kırar ama insanı yükseltir. Idris’in çağrısı, bu zor sorunun çağrısıdır. Sorumluluk, insanın kendi yarasını başkasının eline bırakmamasıdır. Çünkü hiçbir insan bir başkasının iç acısını taşıyamaz; taşıyormuş gibi görünse bile yük yine sahibine döner. Olgun insan, yarasını başkasına emanet etmez; yarasını sahiplenir. Sahiplenen iyileşmeye başlar.
İdris’in adı, bu iyileşmenin adıdır.
Sorumluluk, insanın kendi karanlığını kabul etmesidir. Çünkü karanlığı kabul etmeyen onu başkasına yükler; öfke olarak, suçlama olarak, küçümseme olarak. Bu yükler ilişkilere zarar verir. Kendi karanlığını gören ise başkasına saldırmaz; saldırmadığı için ilişkileri iyileşir.
İdris’in öğretisi, bu iyileşmenin öğretisidir.
Sorumluluk, insanın kendi seçimlerinin sonucunu başkasına yüklememesidir. “Beni onlar böyle yaptılar”, “Onun yüzünden böyle oldum”, “Benim suçum değil”-bu cümlelerin ardında gizlenen şey, insanın kendi gücünden kaçmasıdır. Güçten kaçan zayıflar; gücü sahiplenen güçlenir. Çünkü sorumluluk, insanın kendi kaderindeki payıdır. Idris’in adı, bu payın adıdır. Sorumluluk, insanın kendine karşı dürüstlüktür. Dürüstlük olmadan sorumluluk olmaz. Insan kendine yalan söylüyorsa, kendi eyleminin ağırlığını taşıyamaz. Sorumluluk dürüstlüğü doğurur; dürüstlük özgürlüğü. Çünkü insan kendine doğruları söyleyebildiği ölçüde kendi kaderini yeniden inşa edebilir.
İdris’in adı, bu inşanın adıdır.
Sorumluluk, insanın kendi etkisini görmesidir. Her davranış bir iz bırakır; her söz bir ok gibidir; her susuş bir sızı üretir; her geri çekilme bir anlam taşır. Insan “ben hiçbir şey yapmadım” dediğinde bile bir şey yapıyordur: ya korkuyordur ya kaçıyordur ya erteliyordur ya görmezden geliyordur. Sorumluluk, bu görünmeyen eylemleri fark etmektir.
İdris’in yolu, bu fark edişin yoludur.
Sorumluluk, insanın başkalarını yüklemekten vazgeçtiği andır. Çünkü insan kendi sorumluluğunu üstlenmedikçe başkalarınınkini taşımaya kalkar. “Ben ona yardım edeyim” derken kendi sorumluluğunu bırakır; “Ben onun için mücadele edeyim” derken kendi iç yolculuğunu erteler. Yardım etmek güzeldir ama sorumluluğu başkasına taşırmak değildir. Yardım, geniş bir insanın taşmasıdır; eksik bir insanın kaçışı değil. Idris’in öğrettiği yardımlaşma, bu taşmanın yardımlaşmasıdır. Sorumluluk, insanın kendi niyetini gözden geçirmesidir. Çünkü niyet kirliyse sonuç temiz olmaz; niyet bulanıksa adım da bulanık olur. Insan sorumluluk aldığında niyetini arındırır; niyet arındıkça eylem de arınır; eylem arındıkça kader değişir. Idris’in çağrısı, niyetin temizlenmesine dair çağrıdır. Sorumluluk, insanın kendi yalnızlığını kabul etmesidir. Çünkü yolun bir kısmı birlikte yürünür, ama yolun en karanlık yerleri tek başına geçilir. Bu yalnızlık korkutucu değildir; sadece dürüsttür. Insan kendini kandırmadan yürüdüğünde, kendi karanlığından ışık devşirir. Sorumluluk, işte o ışığın içten doğmasıdır. Idris’in adı, bu doğumun adıdır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: sorumluluk, insanın yıkımı değil; insanın yeniden kurulmasıdır. Sorumluluk almayan kırılır, çünkü rüzgârın insafına kalır. Sorumluluk alan köklenir, çünkü kaderini kendi elleriyle taşır. Idris’in yükselişi, bu köklenen insanın yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan sorumluluğun bir yük değil, bir iç sahiplenme olduğunu fark ettikten sonra, hayatın ona sezdirerek gösterdiği daha derin bir sahaya girer: özsaygı. Çünkü özsaygı, insanın kendisiyle kurduğu en iç ilişkiyi belirleyen temel damarlarından biridir. Çoğu insan özsaygıyı özgüvenle karıştırır; oysa özgüven dışa bakar, özsaygı içe. Özgüven rol taşır, özsaygı hakikat taşır.
İdris’in adı, bu hakikatin adıdır.
Özsaygı, insanın kendi varlığının kıymetini fark etmesidir. Bu fark ediş başkalarının ona verdiği değerle değil, insanın kendi iç terazisiyle ilgilidir. Iç terazi doğru çalışıyorsa insan kendine karşı dürüst, şefkatli ve adildir. Terazi bozuksa ya kendini fazla yüceltir ya da gereksizce küçültür. Iki uç da ruhu bozar. Özsaygının ilk adımı, bu teraziyi düzeltmektir.
İdris’in çağrısı, bu düzeltmenin çağrısıdır.
Özsaygı insanın kendine iyi davranması değildir sadece; kendine yanlış davranmamasıdır da. Çünkü bazı insanlar kendilerini açıkça yaralamaz ama ihmal eder, erteler, küçümser, yok sayar. Bu davranışlar dışarıdan görünmez ama içte tahribat yaratır. Insan kendine iyi davranmayı değil, kendine adil davranmayı öğrendiğinde özsaygı filizlenir. Idris’in adı, bu filizin adıdır. Özsaygı insanın kendi sınırlarını koruyabilmesidir. Sınır koyamayan, özsaygısını kaybeder. Çünkü sınır, “ben buradayım” demektir. Sınır, insanın kendi varlığı için koyduğu bir işarettir. Özsaygısı olan insan bu işareti net çizer; özsaygısı olmayan insan sınırı ya aşırı büyütür ya tamamen siler. Çizilen sınır, iç değerin görünür hâlidir.
İdris’in öğrettiği değer, bu görünür değerdir.
Özsaygı insanın kendi sözünü tutmasıdır. Kendine verdiği sözleri tutmayan insan, ruhunun derinliklerinde bir kırılma yaşar. O kırılma dışarıdan duyulmaz ama insanın içinden canlılığını alır. Kendine sadakat, insanın ruhunu diriltir. Dirilen ruh yürür; yürüyüşü netleşir.
İdris’in adı, bu sadakatin adıdır.
Özsaygı insanın kendisini küçük düşürmemesidir. Küçük düşmek, başkalarının davranışlarıyla değil, insanın kendi kendine yaptığı seçimlerle olur. Insan kendini hak etmeyen durumlarda tutarsa, içi daralır. Hak etmediği muameleyi kabul ederse özsaygısı zedelenir. Zedelenen özsaygı bedene bile yansır: göz kararır, omuz çöker, nefes kısılır. Özsaygı, insanın kendi varlığını koruma refleksidir. Idris’in çağrısı, bu korunmanın çağrısıdır. Özsaygı insanın “hayır” diyebilmesidir. Hayır diyemeyen insan evetlerinin ağırlığını taşımayı da beceremez. Hayır demek saldırı değil; sınırdır. Insan hayır dediğinde kimseye karşı çıkmış olmaz; sadece kendinin yanında durur. Kendinin yanında durabilen kişi başkasının yanında da sağlıklı durur.
İdris’in öğrettiği duruş, bu yan duruştur.
Özsaygı insanın kendini durduk yere yargılamamasıdır. Çünkü insan bazen kendi içindeki en acımasız sesi kendisine yöneltir. “Yetersizsin”, “BecereMEDİN”, “Değmiyorsun”, “Hak etmiyorsun”-bu cümleler insanın iç dünyasını çökertir. Özsaygı, bu acımasız yargıların kökünü kurutmaktır. Insan kendine yumuşadığında iç yaraları iyileşmeye başlar. Idris’in adı, bu iyileştirmedir. Özsaygı insanın kendini affedebilmesidir. Affedemeyen, geçmişi taşımak zorunda kalır. Taşınan geçmiş özsaygıyı çürütür. “Ben böyle biri olmamalıydım” diyerek kendini mahkûm eden, kendi ruhunu daraltır. Affetmek geçmişi silmek değildir; geçmişin elini bırakmaktır. Bırakan hafifler; hafifleyen yükselir.
İdris’in adı, bu yükseliştir.
Özsaygı insanın kendini başkaları üzerinden tanımlamamasıdır. Çünkü bir insan kendini bir başkasının davranışına, sevgisine, ilgisine, bakışına göre tanımlıyorsa özsaygısını dış ellere teslim etmiş olur. Teslim edilen değer korunmaz. Kendi iç değerini taşıyan insan ise hiçbir dış elin gölgesinde kalmaz. Idris’in öğrettiği değer, kendi kendine yeten değerdir. Özsaygı aynı zamanda insanın başarısızlık karşısında kendini küçültmemesidir. Çünkü başarısızlık insanın özüne değil, sadece zamanına dokunur. Zamanı yanlış olabilir; özü yanlış değildir. Özü doğru olan, zamanı düzeltebilir. Özünü kaybeden ise zamanı da kaybeder.
İdris’in çağrısı, özün sağlam tutulmasıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: özsaygı, insanın kendine verdiği en büyük emanettir. Bu emanet korunursa insan büyür; korunmazsa insan küçülür. Büyüyen insan kendi yolunu açar; küçülen insan başkalarının yollarında kaybolur. Idris’in yükselişi, bu emaneti doğru taşıyanların yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan özsaygının bir iç emanet olduğunu fark ettikten sonra, bu kez hayatın ona daha derin bir alan gösterdiğini hisseder: öz-denetim. Çünkü öz-denetim, insanların çoğu zaman disiplin sandığı ama aslında çok daha incelikli bir iç ustalıktır. Disiplin dıştan gelir; öz-denetim içeriden. Disiplin zorlar; öz-denetim yönlendirir. Disiplin korkuyla işler; öz-denetim bilinçle.
İdris’in adı, bu iç ustalığın adıdır.
Öz-denetim, insanın kendini bastırması değildir. Kendini bastıran, kendi iç gerçekliğini öldürür. Öz-denetim, iç gerçekliği tanıyıp onunla doğru ilişki kurmaktır. “Ben böyleyim” diye teslim olmak da yanlıştır, “Ben böyle olmamalıyım” diye kendini boğmak da. Özdenetim, “Ben böyleyim ama böyle kalmak zorunda değilim” diyebilme olgunluğudur. Idris’in çağrısı, bu olgunluğun çağrısıdır. Öz-denetim insanın duygularını kontrol etmesi değildir; duyguların içinde kaybolmamasıdır. Duygular gelir, büyür, kararır, aydınlanır, taşar. Öz-denetimi olan insan duygularının içinde boğulmaz; duygularının üzerinden geçer. Duygunun gelmesini durduramaz ama duygunun onu yönetmesine izin vermez. Duygular ne kadar yükselirse yükselsin, iç merkez sabit kalır.
İdris’in adı, bu sabit merkezin adıdır.
Öz-denetim insanın düşüncelerini zincire vurması değildir; düşüncelerini yönlendirmesidir. Çünkü düşünce baskıyla susturulmaz; yön değiştirilir. “Bunu düşünmemeliyim” demek düşünceyi güçlendirir; “Benim gerçek yönüm bu değil” demek düşünceyi temizler. Öz-denetim, insanın zihnini susturmak değil, zihnin akışını değiştirmektir.
İdris’in öğrettiği zihin berraklığı, bu akışın berraklığıdır.
Öz-denetim insanın kendi iç sesini dış seslerden ayırabilmesidir. Çünkü dış sesler bağırır; iç ses fısıldar. Dış ses fısıltıyı boğar ama öz-denetimli insan o fısıltıyı duyacak sessizliği kurar. Iç ses duyulduğunda insan hiçbir dış baskıya ihtiyaç duymaz. Kendi iç yönü yeter. Bu yeterlilik güçtür; sessiz bir güç. Idris’in adı, bu sessiz gücün adıdır. Öz-denetim aynı zamanda dürtüleri tanımaktır. Insanın içinde hızla yükselen, ani hareketlere zorlayan dürtüler vardır: öfke dürtüsü, kaçış dürtüsü, savunma dürtüsü, saldırı dürtüsü, sahiplenme dürtüsü, haz dürtüsü. Öz-denetimli insan bu dürtüleri reddetmez; ama onların onu sürüklemesine izin vermez. Dürtü gelir, ama insan durur; dürtü çağırır, ama insan bekler; dürtü zorlar, ama insan kararını kendi verir. Idris’in adı, bu kararlılığın adıdır. Öz-denetim insanın sabrını güçlendirir. Çünkü sabır, duyguların akışını bekleyebilmektir. Sabır, iç devinimin tamamlanmasına izin vermektir. Sabrı olmayan erteler, kaçar, taşar, patlar. Öz-denetimi olan insan ise bekler; beklerken dağılmaz; dağılmamak için kendini zorlamaz-çünkü iç merkezde bir ağırlık vardır. Bu ağırlık insanı tutar. Idris’in öğrettiği ağırlık, budur. Öz-denetim insanın sözlerini de arındırır. Çünkü öz-denetimi olmayan insan ağzından çıkan sözün nereye çarpacağını düşünmez; düşünce önce gelir, söz hemen onu takip eder. Özdenetimli insan sözünü seçer; seçtiği söz başkasını incitmez, kendini de küçültmez. Sessizliği sözle, sözü sessizlikle dengeler.
İdris’in çağrısı, bu dengedir.
Öz-denetim insanın ilişkilerini de olgunlaştırır. Çünkü öz-denetimi olmayan insan ya çok konuşur ya hiç konuşmaz; ya çok yaklaşır ya tamamen uzaklaşır; ya aşırı verir ya tamamen çeker. Öz-denetimli insan ilişkiyi kendi iç dengesinden yönetir. Fazlalığı bırakır, eksikliği tamamlar. Bu ilişki biçimi insanlara güven verir. Idris’in adı, bu güvenin adıdır. Öz-denetim aynı zamanda insanın kendi iç karanlığını yönlendirebilmesidir. Çünkü karanlık tamamen yok olmaz; sadece ışığın altına çekilir. Öz-denetimli insan karanlığını baskılamaz, onunla anlaşır. Karanlığın ne zaman yükseldiğini, hangi durumda tetiklendiğini, nasıl sakinleşeceğini bilir. Karanlığını tanıyan, karanlığından korkmaz. Karanlığından korkmayan, ışığını doğru taşır. Idris’in öğrettiği ışık, bu taşınan ışıktır. Ve insan en sonunda şunu fark eder: öz-denetim bir zorlayış değil, bir ustalıktır. Ustalık da insanın kendine hâkim olması değil, kendisiyle uyumlu olmasıdır. Kendisiyle uyumlu olan hiçbir duyguya yenilmez, hiçbir düşünceye kapılmaz, hiçbir korkuya teslim olmaz.
İdris’in yükselişi, bu uyumun yükselişidir.
Anlaşılması gereken budur. Insan öz-denetimin bir baskı değil, bir iç uyum olduğunu fark ettikten sonra, hayat ona daha derin bir kapı aralar: öz-teşhis. Çünkü insanın en büyük körlüğü kendi içindeki hareketi görememesidir. Başkasının kusurunu hemen tanır, kendi karanlığını geç fark eder; başkasının hatasını derhal görür, kendi tekrarlarını yıllarca anlayamaz; başkasının niyetini sezdiğini sanır, kendi niyetinin tortularını gölge zanneder. Idris’in adı, bu iç körlüğün aydınlanmasının adıdır. Öz-teşhis, insanın kendine karşı dürüstlüğünün en rafine hâlidir. Çünkü insan kendine bakarken iki şeyden birine düşer: ya gereksiz bir acımasızlık ya da gereksiz bir mazur görme. Acımasızlık insanı küçültür; mazur görmek insanı durdurur. Öz-teşhis, insanın kendine hem yumuşak gelmeden hem de kendini kandırmadan bakabilmesidir. Idris’in öğretisi, bu bakışın öğretisidir. Öz-teşhis, insanın içindeki tekrar eden döngüleri fark etmesiyle başlar. Her insanın bir iç programı vardır: belirli bir söz karşısında aynı duygu, belirli bir insan tipinde aynı yaralanma, belirli bir yakınlık seviyesinde aynı korku, belirli bir ayrılıkta aynı kapanma… öz-teşhis, bu döngülerin izini sürmektir. Döngü, fark edilmediği sürece diğer bütün bilgileri boşa çıkarır.
İdris’in adı, döngüyü çözebilenlerin adıdır.
Öz-teşhisin ilk işareti sessiz bir çarpıntıdır. Insan bir davranışının ardında başka bir şey olduğunu hisseder ama henüz adını koyamaz. “burada bir şey var” der; ama göremez. Işte bu his, insanın içindeki kapının sesidir. Kapı aralanır ama içerisi karanlıktır. Özteşhis, o karanlığa bir ışık tutma cesaretidir. Işık açıldığında karanlık kaybolmaz ama sınırları görünür. Görünür olan yönetilebilir hâle gelir. Idris’in çağrısı, bu görünürlük çağrısıdır. Öz-teşhis insanın niyetini çıplak hâliyle görmesidir. Çünkü niyet çoğu zaman görünür davranıştan farklıdır. “iyilik yaptım” der ama altında onay arayışı vardır; “kızdım çünkü haklıydım” der ama altında görülme isteği vardır; “incindim çünkü haksızlık vardı” der ama altında bir değersizlik kökü vardır. Öz-teşhis, davranışı değil, kökü ortaya çıkarır. Kök görülmeden yol değişmez.
İdris’in adı, bu kök görüşünün adıdır.
Öz-teşhis, insanın kendine dair taşıdığı yanlış hikâyeleri terk etmesidir. Çünkü insan kendine hep hikâyeler anlatır: “ben güçlü biriyim”, “ben kırılmam”, “ben insanları iyi okurum”, “ben hep doğruyu yaparım.” bu hikâyeler insanı rahatlatır ama büyütmez. Sıkıştığında bu hikâyeler çatlar. Çatlayan hikâyeden ışık sızar. Öz-teşhis, o ışığa bakabilmektir.
İdris’in öğrettiği ışık budur.
Öz-teşhis insanın içindeki yanılmayı fark etmesidir. Çünkü insan bazen doğru yaptığını sanır ama yanlış yönlenmiştir; bazen yanlış yaptığını sanır ama içten doğru bir motivasyon taşımaktadır. Öz-teşhis, insanın niyetinin derinliğine bakmasıdır; eylemine değil. Eylem bazen yanıltır; derin motivasyon yanıltmaz. Idris’in adı, motivasyonun çıplak kaldığı bilincin adıdır. Öz-teşhis aynı zamanda insanın kendi karanlık tarafını maskelemeden görebilmesidir. Kıskançlık, hırs, öfke, kırılganlık, kibir, değersizlik… insan bunları inkâr ettikçe güçlenirler; insan bunları kabul ettikçe çözülürler. Öz-teşhis, karanlığı öldürmek değil; karanlığa ayna tutmaktır. Aynaya tutulan karanlık zayıflar, insana zarar veremez hâle gelir.
İdris’in yolu, bu zayıflatmanın yoludur.
Öz-teşhis insanın kendi payını görme cesaretidir. Çünkü çatışmaların, kırılmaların, yanlış anlaşılmaların, kopuşların hiçbirinde insan tek taraf değildir. Öz-teşhis, insanın o görünmez payı görmesidir. Bu pay görüldüğünde suçlama yerini sorumluluğa bırakır; sorumluluk geldiğinde ilişki şeffaflaşır; şeffaflaşınca bağ güçlenir. Idris’in adı, güçlü bağların adıdır. Öz-teşhis insanın kendi iç sesine karşı samimi olmasıdır. “Ben bunu istiyor muyum?”, “Ben gerçekten hazır mıyım?”, “Ben burada doğru yerde miyim?”, “Ben bu yolda yürümek istiyor muyum?” Bu sorular kolay değildir. Çünkü bu sorular insanın kendi iç yalanlarını öldürür. Iç yalanlar ölünce insan yalnız kalmış gibi hisseder ama aslında gerçek yalnızlık bitmiştir; hakikat başlamıştır.
İdris’in adı, hakikatin başlangıcının adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: öz-teşhis olmadan hiçbir iç yolculuk tamamlanmaz. Çünkü insan kendini yanlış tanıdığı sürece doğru adım atamaz; kendine dürüst olmadığı sürece dönüşemez; kendi niyetini göremediği sürece kaderine sahip çıkamaz. Öz-teşhis, insanın kendi aynasına ilk kez korkmadan bakmasıdır. Idris’in yükselişi, bu aynaya doğrudan bakabilenlerin yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan öz-teşhisin, kendi iç aynasına korkmadan bakabilmek olduğunu fark ettikten sonra, hayat ona daha da ince bir kapı açar: iç düzen. Çünkü insanın dış hayatındaki karmaşanın büyük kısmı, iç düzenin bozulmasından doğar. Insan içte dağınıksa dışta da dağılır; içte karanlıksa dış olayları yanlış okur; içte gerginse dış ilişkileri kırar; içte boşsa dış dünyayı doldurmaya çalışır.
İdris’in adı, iç düzenin adıdır.
İç düzen, insanın iç mekânını temizlemesidir. Iç mekân dediğimiz şey sadece duyguların değil, niyetlerin, düşüncelerin, susuşların, beklentilerin, kırılmaların, arzuların ve unutulmuş yaraların bulunduğu yerdir. Burası dağınıksa insan hiçbir dış eylemi sağlıklı yapamaz. Çünkü içteki düzensizlik dıştaki düzeni bozar. Idris’in çağrısı, içte başlayan bu restorasyonun çağrısıdır. Iç düzenin ilk adımı, görünen dağınıklığın arkasındaki görünmeyen sebebi anlamaktır. Çünkü insan çoğu zaman yüzeydeki soruna odaklanır ama derindeki titreşimi göremez. Aşırı öfke çoğu zaman bir korkunun maskesidir; kırgınlık bir değersizlik sızıntısıdır; kaçma isteği bir yaralanmadan kalandır; saldırganlık bir savunma duvarıdır; kendini kapatma bir “fazla incinmekten korkma” refleksidir. Iç düzen, görünmeyeni görünür kılmaktır. Idris’in adı, bu görünürlük hâlinin adıdır. Iç düzen insanın kendi duygu raflarını tasnif etmesidir. Duygular yerli yerine oturmadığında birbirine karışır. Sevgi bağımlılığa döner, öfke utanca karışır, hüzün değersizliğe bağlanır, neşe taşkınlığa dönüşür. Duyguların karışması ruhu tüketir. Tasnif etmek, duyguların hangisinin gerçek, hangisinin tetiklenmiş, hangisinin geçmişten taşmış olduğunu görmektir.
İdris’in yolu, bu tasnifin yoludur.
İç düzen, insanın düşüncelerini de temizler. Düşünce çöplüğünde yaşayan insan berrak göremez. Zihne ne gelirse inanır, her düşünceyi hakikat zanneder, her ihtimali tehdit görür. Iç düzen, düşüncelerin kökenlerini sorgular: “Bu düşünce bana mı ait, yoksa korkumun sesi mi?”, “Bu kaygı bugünle ilgili mi, yoksa geçmişimin gölgesi mi?”, “Bu öfke hakikati mi gösteriyor, yoksa bir yarayı mı koruyor?” Bu sorular zihni temizler. Temiz zihin, net yol anlamına gelir.
İdris’in öğrettiği netlik, budur.
İç düzen aynı zamanda insanın içteki enerjisini doğru bölgelere dağıtmasıdır. Çünkü insan enerjisini yanlış yerlere harcadığında tükenir: boşa tartışmalara, yanlış insanlara, gereksiz ispat arzularına, kendisiyle ilgisi olmayan savaşlara, bitmeye mahkûm ilişkilerin peşine… iç düzen, enerjiyi tutarlı yollara kanalize eder. Enerji doğru yerde yoğunlaştığında insanın hayatı berraklaşır.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
İç düzenin en görünmez yüzü ise bekleyen meselelerin çözümlenmesidir. Çünkü çözülmemiş her mesele içte bir sızı üretir. Bu sızı susmuş gibi görünür ama iç mekânın enerjisini bozar. Insan konuşmadığı bir gerçek, kapatmadığı bir defter, yüzleşmediği bir acı, ifade etmediği bir ihtiyaç taşıdığı sürece iç mekân düzensizdir. Iç düzen, bu yarım bırakılmış şeylerin tek tek tamamlanmasıdır.
İdris’in çağrısı, bu tamamlama çağrısıdır.
İç düzen aynı zamanda insanın günlük hayatla ilişkisine de yansır. Içi karışık olanın evi karışır, zamanı dağılır, adımları tutarsızlaşır, ilişkileri kopuklaşır. Içi düzenli olanın dışı da düzene girer. Çünkü iç düzen, insanın yaşam ritmini yeniden ayarlar. Ritim oturduğunda insan hem hızlı hem sakin, hem odaklı hem esnek olur. Idris’in adı, bu ritmin adıdır. Iç düzen insanın kendi bedenini dinlemesini de sağlar. Çünkü beden, iç düzensizliği ilk fark eden organdır: omuz sıkılır, nefes kısılır, yüz donar, göğüs ağırlaşır, mide düğümlenir. Bu sinyaller bedenin “içeride bir şey var” demesidir. Iç düzen, bu sinyalleri susturmak değil, anlamaktır. Anlamak da iyileştirir. Idris’in öğrettiği beden bilgisi, bu anlamanın bilgisidir. Iç düzenin en derin yüzü, insanın kendi iç sesine yer açmasıdır. Iç ses kalabalıkta duyulmaz; düzenli mekânda duyulur. Iç mekân genişledikçe ses netleşir; netleştikçe insanın yönü açılır. Yön açıldıkça kader hızlanır. Kader hızlandıkça insanın iç sükûneti derinleşir.
İdris’in adı, bu derinleşmenin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: iç düzen, insanın iç kâinatını toparlamasıdır. Toparlanan iç kâinat dış dünyaya da düzen getirir. Düzen dışarıda aranmaz; içeride kurulur. Içeride düzen olanın dışı da yerini bulur. Idris’in yükselişi, iç düzeni kurmuş ruhların yükselişidir. Anlaşılması gereken budur. Insan iç düzenin dış düzeni belirlediğini fark ettikten sonra, hayat ona çok daha sessiz ama çok daha dönüştürücü bir alan gösterir: kaynak. Çünkü insan çoğu zaman enerjisini nereden aldığını, gücünün hangi damardan beslendiğini, hangi duygunun kendisini ayağa kaldırdığını, hangi düşüncenin kendisini çökerttiğini bilmez. Iç kaynak bilinmeden insan kendini tüketir.
İdris’in adı, bu kaynağı tanıyanların adıdır.
Kaynak, insanın içindeki özü besleyen görünmez bir nehir gibidir. Bu nehir bazen akışkandır, bazen tıkanır, bazen taşar, bazen çekilir. Insan bu nehrin akışını anlamadığında, sebepsiz yere tükenir; sebepsiz yere çöküş yaşar; sebepsiz yere güç bulamaz; sebepsiz yere taşar. Oysa iç kaynağın işleyişini bilen, kendi gücünün ritmini de bilir.
İdris’in çağrısı, bu ritmin duyulmasıdır.
Kaynak, insanın ruhunu ayağa kaldıran şeydir. Kimi insan sevgiden beslenir, kimi yalnızlıktan, kimi üretmekten, kimi değişimden, kimi sabitten, kimi tefekkürden, kimi mücadeleden, kimi sükûnetten. Herkesin kaynağı farklıdır. Insan başkasının kaynağından beslenmeye çalıştığında iç enerjisi bozulur. Kendinin olmayan kaynak insanı büyütmez; yorar.
İdris’in öğrettiği kaynak bilgisi, içe ait olanın bilgisiyle ilgilidir.
Kaynak aynı zamanda insanın iç mekânını temizleyen unsurdur. Çünkü insan iç enerjisini yanlış yerlerde harcadığında kaynak kirlenir. Kirli kaynak berrak su üretmez; bulanık düşünce, karanlık duygu, ağır niyet üretir. Kaynak temizlendiğinde insanın içinden çıkan söz de adım da bakış da berraklaşır. Berraklık, temiz kaynağın dıştaki yansımasıdır.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
Kaynak aynı zamanda insanın “neden yaşadığı” sorusuna verdiği cevaptır. Bu soru çoğu insanın yüzünü karartır; çünkü cevabı yoktur. Cevabı olmayan insan, hayatı taşıyamaz. Kaynak, bu sorunun cevabıdır. Kimi insan için bu cevap hizmettir, kimi için üretimdir, kimi için adalettir, kimi için tefekkürdür, kimi için aşk, kimi için emanet, kimi için bilgelik. Içteki bu cevap bulunmadıkça insan oraya buraya savrulur. Idris’in yolu, bu cevabın gizlendiği yoldur. Kaynak insanın sabrını da belirler. Çünkü kaynağı güçlü olan sabredebilir; kaynağı zayıf olan bekleyemez. Bekleyemeyen insan içte tükenir. Sabır, kaynağın gücüdür. Güçlü kaynak, bekleyişi bereketli kılar; zayıf kaynak, bekleyişi acıya dönüştürür. Bu yüzden insan önce kaynağını temizlemeli, sonra sabrını onarmalıdır. Idris’in adı, sabrı besleyen kaynağın adıdır. Kaynak insanın ilişkilerdeki duruşunu da belirler. Çünkü kendi kaynağından beslenen biri kimseye yapışmaz, kimsenin enerjisini çekmez, kimsenin sevgisine bağımlı olmaz. bağımlılık, kaynağın dışa bağlanmasıdır. Dış kaynak kesildiğinde insan çöker. Iç kaynakla yürüyen ise kimseye yük olmaz; kimsenin gölgesine muhtaç kalmaz. Idris’in öğrettiği bağ, kaynak bağımsızlığıdır. Kaynak aynı zamanda insanın kalabalıklarda da yalnızlığın içinde de nasıl durduğunu belirler. Kalabalık iç kaynağı olanı boğmaz, yalnızlık iç kaynağı olmayanı çökertmez. Çünkü iç kaynak destektir; insanın kendi içinden kendine gelen bir kuvvettir. Bu kuvvet dış etkenlere göre değişmez.
İdris’in adı, bu değişmezliğin adıdır.
Kaynak, insanın tökezlediği anlarda ortaya çıkan sessiz gücüdür. Insan yorulduğunda, dağıldığında, kırıldığında, düştüğünde… iç kaynak devreye girer. “Kalk” der, “Buradasın” der, “devam et” der. Bu ses zihin sesi değildir; kalbin derinlerinden gelen bir tanıklıktır. Insan bu tanıklığı duyduğunda kaybetse bile dağılmaz. Idris’in çağrısı, bu tanıklığın çağrısıdır. Kaynak aynı zamanda insanın kendine yöneldiği en derin iç odağıdır. Insan kendine döndükçe kaynağa yaklaşır; kendinden uzaklaştıkça kaynaktan kopar. Kopuş, insanın ruhunda kırılmalar yaratır. Çünkü iç kaynağın sesi kesildiğinde insan dış kaynaklara saldırır: onay arar, sevgi ister, güç ister, değer ister, görünmek ister. Oysa iç kaynak aktif olduğunda insan kendi kendine yeter.
İdris’in adı, bu yeterliliğin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: kaynağın farkında olmayan insan kendi kaderini taşıyamaz; kaynağını bulan ise kaderinin yükünü hafifletir. Hafifleyen insan yürür, yürüdükçe derinleşir, derinleştikçe yükselir. Idris’in yükselişi, bu iç kaynaktan doğan yükseliştir. Anlaşılması gereken budur. Insan iç düzenin dış düzeni belirlediğini fark ettikten sonra, hayat ona çok daha sessiz ama çok daha dönüştürücü bir alan gösterir: kaynak. Çünkü insan çoğu zaman enerjisini nereden aldığını, gücünün hangi damardan beslendiğini, hangi duygunun kendisini ayağa kaldırdığını, hangi düşüncenin kendisini çökerttiğini bilmez. Iç kaynak bilinmeden insan kendini tüketir.
İdris’in adı, bu kaynağı tanıyanların adıdır.
Kaynak, insanın içindeki özü besleyen görünmez bir nehir gibidir. Bu nehir bazen akışkandır, bazen tıkanır, bazen taşar, bazen çekilir. Insan bu nehrin akışını anlamadığında, sebepsiz yere tükenir; sebepsiz yere çöküş yaşar; sebepsiz yere güç bulamaz; sebepsiz yere taşar. Oysa iç kaynağın işleyişini bilen, kendi gücünün ritmini de bilir.
İdris’in çağrısı, bu ritmin duyulmasıdır.
Kaynak, insanın ruhunu ayağa kaldıran şeydir. Kimi insan sevgiden beslenir, kimi yalnızlıktan, kimi üretmekten, kimi değişimden, kimi sabitten, kimi tefekkürden, kimi mücadeleden, kimi sükûnetten. Herkesin kaynağı farklıdır. Insan başkasının kaynağından beslenmeye çalıştığında iç enerjisi bozulur. Kendinin olmayan kaynak insanı büyütmez; yorar.
İdris’in öğrettiği kaynak bilgisi, içe ait olanın bilgisiyle ilgilidir.
Kaynak aynı zamanda insanın iç mekânını temizleyen unsurdur. Çünkü insan iç enerjisini yanlış yerlerde harcadığında kaynak kirlenir. Kirli kaynak berrak su üretmez; bulanık düşünce, karanlık duygu, ağır niyet üretir. Kaynak temizlendiğinde insanın içinden çıkan söz de adım da bakış da berraklaşır. Berraklık, temiz kaynağın dıştaki yansımasıdır.
İdris’in adı, bu berraklığın adıdır.
Kaynak aynı zamanda insanın “neden yaşadığı” sorusuna verdiği cevaptır. Bu soru çoğu insanın yüzünü karartır; çünkü cevabı yoktur. Cevabı olmayan insan, hayatı taşıyamaz. Kaynak, bu sorunun cevabıdır. Kimi insan için bu cevap hizmettir, kimi için üretimdir, kimi için adalettir, kimi için tefekkürdür, kimi için aşk, kimi için emanet, kimi için bilgelik. Içteki bu cevap bulunmadıkça insan oraya buraya savrulur. Idris’in yolu, bu cevabın gizlendiği yoldur. Kaynak insanın sabrını da belirler. Çünkü kaynağı güçlü olan sabredebilir; kaynağı zayıf olan bekleyemez. Bekleyemeyen insan içte tükenir. Sabır, kaynağın gücüdür. Güçlü kaynak, bekleyişi bereketli kılar; zayıf kaynak, bekleyişi acıya dönüştürür. Bu yüzden insan önce kaynağını temizlemeli, sonra sabrını onarmalıdır. Idris’in adı, sabrı besleyen kaynağın adıdır. Kaynak insanın ilişkilerdeki duruşunu da belirler. Çünkü kendi kaynağından beslenen biri kimseye yapışmaz, kimsenin enerjisini çekmez, kimsenin sevgisine bağımlı olmaz. Bağımlılık, kaynağın dışa bağlanmasıdır. Dış kaynak kesildiğinde insan çöker. Iç kaynakla yürüyen ise kimseye yük olmaz; kimsenin gölgesine muhtaç kalmaz. Idris’in öğrettiği bağ, kaynak bağımsızlığıdır. Kaynak aynı zamanda insanın kalabalıklarda da yalnızlığın içinde de nasıl durduğunu belirler. Kalabalık iç kaynağı olanı boğmaz, yalnızlık iç kaynağı olmayanı çökertmez. Çünkü iç kaynak destektir; insanın kendi içinden kendine gelen bir kuvvettir. Bu kuvvet dış etkenlere göre değişmez.
İdris’in adı, bu değişmezliğin adıdır.
Kaynak, insanın tökezlediği anlarda ortaya çıkan sessiz gücüdür. Insan yorulduğunda, dağıldığında, kırıldığında, düştüğünde… iç kaynak devreye girer. “Kalk” der, “Buradasın” der, “devam et” der. Bu ses zihin sesi değildir; kalbin derinlerinden gelen bir tanıklıktır. Insan bu tanıklığı duyduğunda kaybetse bile dağılmaz. Idris’in çağrısı, bu tanıklığın çağrısıdır. Kaynak aynı zamanda insanın kendine yöneldiği en derin iç odağıdır. Insan kendine döndükçe kaynağa yaklaşır; kendinden uzaklaştıkça kaynaktan kopar. Kopuş, insanın ruhunda kırılmalar yaratır. Çünkü iç kaynağın sesi kesildiğinde insan dış kaynaklara saldırır: onay arar, sevgi ister, güç ister, değer ister, görünmek ister. Oysa iç kaynak aktif olduğunda insan kendi kendine yeter.
İdris’in adı, bu yeterliliğin adıdır.
Ve insan en sonunda şunu fark eder: kaynağın farkında olmayan insan kendi kaderini taşıyamaz; kaynağını bulan ise kaderinin yükünü hafifletir. Hafifleyen insan yürür, yürüdükçe derinleşir, derinleştikçe yükselir. Idris’in yükselişi, bu iç kaynaktan doğan yükseliştir.
İmdi: Tüm bu satırların nihayetinde söylemek isterim ki, Hermes’ime ( mürşidime ) adanmıştır bu satırlar; çünkü hayvandan beşere, beşerden insana uzanan o büyük yolculuk, insanın kendi kendine doğmadığı, bilakis hakikate ehil olan bir rehberin eliyle varlığın en dibinden en yükseğine doğru çekildiği bir kadim terbiye sürecidir. Yol erleri yürütür bu süreçleri. Hermes’im gibi.
Hayvanlık, içgüdünün karanlık ağırlığının hüküm sürdüğü ilk tabakadır; beşerlik, bu ağırlığın fark edilmeye başlandığı, fakat hâlâ onu taşımanın şaşkınlığıyla sendeleyen ara hâldir; insanlık ise, o ağırlığın artık kendisine ait olmadığını bildiği için onu bırakmaya yönelen varlığın adıdır. Bu çizgi, bir kendiliğindenlik değil; bir yönlendirilmişliktir. İnsan, kendi gücüyle hayvanlıktan çıkmaz; kendi sezgisiyle beşerliğin karanlığını aşamaz. Çünkü karanlığı tanımak için ışığın nereden geldiğini bilmek gerekir ve bu bilgi insanda kendiliğinden doğmaz. Hermes’in adı burada bu yüzden anılır. Çünkü o, insanı yukarıya taşıyan eli temsil eder. Bu el, varlığı kendi hâline bırakmaz; onu kendi gerçeğine doğru çeker, kaldırır, tartar, arıtır ve insan dediğimiz o ağır makama hazırlar. İnsan, rehber olmadan kendisini göremez; kendi gölgesiyle baş başa kalan herkes, gölgesini kendisi sanır. Hayvandan beşere uzanan yol, mertebelerin değil, rehberliğin eseridir. Beşerden insana yönelen yol ise, varlığın hakikati işitmeye artık hazır kılındığı eşiktir. İnsan, bu eşiği kendi kendine fark etmez; o eşik, ona gösterilir. Gösterilmek, insanın kendi benliğiyle hesaplaşmasının başlangıcıdır. Kişi, hakikatle muhatap kılınmadıkça neyi taşıdığını, neyi taşıyamayacağını bilemez. Bu yüzden teklif insana dışarıdan gelir; insan o teklife muhatap olunca insandır. Çünkü teklif, varlığın önüne bırakılan bir sorumluluktur; sorumluluk ise ancak hakikati bilen biri tarafından verilir. Seyrü sülûk işte burada başlar. Kişi kendi kendine yürümeye başlamaz; yürümeye çağrılır. Yol, yürümek isteyenin değil, yürümeye layık görülenin yoludur. Bu yüzden sülûk, nefsin kendiliğinden dönüşümü değil, rehberin bakışına dayanabilen varlığın ağır yolculuğudur. İnsan, bu bakışın altında önce kırılır, sonra doğrulur, en sonunda kendi hakikatinin ağırlığını taşımayı öğrenir. İnsanlığın doğumu, rehberliğin altında gerçekleşir.
Bu sebeple bu satırlar Hermes’e adanmıştır.
İdris’in adı, Hermes’tir, ve Hermes, sahih mürşid demektir.
Dışarıdan gelen bu sahih ve büyük rehberlik kabul edilmedikçe insanlık başlamaz. Hermes’in adı burada bir şahsın değil, insanı insan yapan o sahih yolun remzidir.
İnsan kendi kendine yükselmez; yükseltilir. Kendi kendine bilmez; bildirilir. Bunu bilmek, insan olmanın ilk şartıdır.
Bu suretle İdris’in adı ve Hermes hakkındaki metnin birinci defterini nihayete bağladık.
İkinci defter, burada dile dökülen dönüşüm yolculuğunun ağırlığı taşınmaya hazır olunduğunda açılacaktır.
İdris’in adıyla Hermes’ime Selâm olsun.