Ahmet Turan EsinAnu, en eski çağlarda Gök anlamına gelen bir tanrı ismidir.
Ancak,Göğün adı bir kelimeden fazlasıdır. çünkü “an” demek, yalnızca yukarıyı değil, ölçüyü, sınırı, idraki ve meşruiyeti de işaret eder. Gök, görünür kubbe değil, bütün sahnelerin arkasında duran ilahi düzenin iskeletidir. Bu yüzden Anu, tanrısal bir varlık olmaktan evvel, varlıkların kendini idrak ettiği zeminin adıdır. Sümer çivisinde aynı işaretin hem “tanrı” hem “gök” anlamına gelmesi, rastlantı değildir: varlık göğe bakarak kendi sınırını öğrenir, gök ise bu sınırın üstündeki sessizliği öğretir. İnsanın boynunu yukarı kaldırdığında gördüğü şey, aslında kendi bilincinin tavanıdır; orada Anu durur.
Anu’nun mitlerde az görünmesi, onun yokluğu değil, mevcudiyetinin fazlalığındandır. Zira en yüce olanlar, görünmezlikle hüküm sürerler. Tanrılar arasında onun adı “baba”dır, ama babalık onda soyun kaynağı değil, bir ilke anlamındadır. Diğer tanrılar —enlil, enki, ishtar— hep sahnededir; icrayı taşırlar. Oysa Anu, zemindir; icranın mümkün olmasını sağlayan, ama asla sahneye inmemesi gereken ilkedir. Sahne değişir, oyuncular farklılaşır, ama zemin yerinden kıpırdamaz. anlaşılması gereken bu.
Uruk’un beyaz tapınağını yapan eller, taşla göğü birbirine bağlamayı denediğinde, aslında bir ev değil, bir söz kuruyorlardı. o tapınak, insanın göğe hitap etme biçimiydi. beyazla sıvanmış yüzey, ışığın göğe değil, yerin içine yansıması içindi. tanrıya çıkmak değil, tanrının sessizliğini yere indirmek istediler. çünkü biliyorlardı: göğe tırmanan her basamak, zemine dönmek için atılır. insanın tanrıya yükselişi, kendine inmekle mümkündür. Anu burada mimari bir taş değil, idrakin kendi inşaatıdır. inşaat “neş’et” eder, yani kaynar, çıkar, doğar. Menşei olmayan hiçbir bina ayakta kalmaz. göğün menşei ise Anu’dur.
Bu noktada “inşaat” kelimesiyle “menşe” arasındaki ilişki, yalnız maddi değil, nazarîdir. Her yapılan işin bir çıkış noktası vardır; o çıkış noktasının görünmez dayanağına zemin denir. Anu, bu anlamda bütün menşelerin menşeidir. Onun adına kurulan her tapınak, bir nevi düşüncenin mühendisliğidir. taş, toprağa dayanır; düşünce, Anu’ya. Tanrılar meclisinde Enlil’in ya da Marduk’un hüküm sürmesi, Anu’nun onlara “anûtu”yu, yani hükümranlık payesini vermesiyle mümkündür. Sahnedeki kudret, zemindeki izinle kaimdir. bu yüzden krallar, mühür taşlarında hep “Anu’nun sevgili kulu” diye yazar. meşruiyet gökten iner; ama bu gök de esasen bir yönden ziyade bir idraktir.
Gılgamış destanında Anu’nun kızı olan ishtar’ın gazabına karşı yeryüzüne gönderdiği gök boğası, bir cezadan ziyade bir hatırlatmadır: düzen bozulduğunda, gök sesini bir hayvan suretinde duyurur. Boğa, göğün ağırlığıdır. İnsanın taşkınlığı, göğün ölçüsünü aşarsa, ölçü bedene iner, onu ezer. Ama boğa aynı zamanda bereketin de simgesidir; yani ceza ve rahmet aynı gökten gelir. Bu, Anu’nun ikili sıfatıdır: cezalandırmak değil, ölçüyü iade etmek. Çünkü onun gazabı, adalettir; merhameti, denge. Anu’nun hükmü bu iki uç arasında durur: boğanın gücüyle duanın sessizliği arasında.
Adapa efsanesi bu dengeyi daha derinden gösteriyor. Bilge Adapa, tanrının sofrasına çağrıldığında, enki’nin uyarısıyla ölmezlik ekmeğini reddetmişti. Oysa Anu’nun ona sunduğu şey, aslında cezalandırma değil, merhametin sınavıydı. Göğün merhameti, insanın korkusuna sığmaz. İnsan, emre uyarak ölümsüzlüğü kaybeder; tanrının gazabından korkarken, lütfundan mahrum olur. Burada göğün sessizliği, insanın kendi zannına çarpar. Anu, merhametiyle cezalandırır, çünkü ceza bilmeyen merhamet, ölçü değildir. Dikkat etmek gerekir: bu efsane, itaatin değil, idrakin efsanesidir. İnsanın aklı, nakledileni sorgulamadan kabul ettiğinde, göğün hikmetini kaçırır.
Anu’nun adında saklı olan “an”, hem gök hem üstünlük anlamına gelir. Ama etimoloji burada sadece kelime kökü değil, idrakin köküdür. “an” kökünden türeyen her kavram, yükselişle ilgilidir, semâvîdir. Fakat yükseliş, yalnızca yukarı doğru bir hareket de değildir; o esasen yükseliş ile varlığın kendi derinine yönelmesidir. Sümer düşüncesinde gök, yerle bitişikken ayrılmıştır; yani yaratılış, bir ayrılıkla başlar. Anu göğü kaldırmış, Enlil yeri aşağıya indirmiştir. Bu ayrım, kozmosu kuran ilk “iki”dir. O andan itibaren gök aşkın, yer imkân olmuştur. Sahne, zeminden ayrılmıştır. Sahne değişmiş, zemin kalmıştır. Anu, bu ayrılığın hem sebebi hem de tanığıdır.
Bu ayrılıkla birlikte isimler çoğalır. Çünkü bir şey bölündüğünde, onu adlandırmak gerekir. Ad, bölünmeyi onarır. Anu’nun adı, bu onarımı sağlayan ilk isimdir. bu yüzden AN işareti bütün tanrıların önüne konur.
İsim, zeminden sahneye bir hat çeker; tanrısal olanı insanın diline indirir. İsim, aynı zamanda nakildir. Ama bu nakil, rivayet değildir. Anu’nun kelimesi de budur: göğün anlamı, yere indirildiğinde dil olur. Dil, tanrının yere düşen gölgesidir. Nakli bu suretle anlamak gerekir.
Sümer kentlerinde Anu adına yakılan ilahilerde, gök tanrısına şöyle seslenilir: “en saf arınmayı bilen, günahı bağışlayan yüce efendi.” bu dua, tanrının yalnız sert hüküm değil, arındırıcı nûr olduğunu gösterir. Babil döneminde bile onun adına yazılan metinlerde, “kötü rüyaları defeden, korkuları sükûnla gideren” diye anılır. İnsan göğe bakarak değil, gökten gelenin kalbine dokunmasıyla arınır. Çünkü gök esasen ve sadece yukarıda değildir; o içimizdeki yüksekliğin adıdır.
İnsanın içinde bir Anu vardır; dışarıdaki gök, yalnızca onun hatırlatmasıdır. ilahilerin sessizliği de bu bağlamda, insana dönük bir çağrıdır: kendi göğüne dön, ve kendi göğünü temizle.
Krallar bu çağrıyı bilirlerdi. Naram-sin, stelinde kendini “Anu’nun sevgili kralı” diye tanıtırken, aslında halkına gökten onay aldığını söyler. Hammurabi, “Anu bana krallığı bahşetti” derken, hükmün sahneden değil, zeminden geldiğini ilan eder. Asur’un taşlarında bile, “Anu’nun rızasıyla hükmediyorum” cümlesi kazılıdır. Zira meşruiyet, göğün payıdır. Ama bu pay dahi verilmez; ancak hatırlanır. Krallar göğün adını unuttuğunda, tahtları çürür. Çünkü taç, bir metal değil, bir isimdir. İsmi olmayanın hükmü, rüzgâr kadardır.
İşte bu yüzden, Anu üzerine yazmak tanrılar hakkında yazmak değildir; ölçü hakkında yazmaktır. Anu, göğün ölçüsüdür. göğün altında duran her şey, onun sessizliğinde biçim bulur. Modern insan göğe baktığında artık bir kubbe değil, boşluk görür; çünkü göğü kelimeyle değil, teleskopla arar. Oysa gök, teleskopun gördüğü mesafe değil, kelimenin içinde yankılanan ahenk fikridir. Bilim göğü ölçer; fakat nazariyat ölçmekle kalmaz, göğü bir bir görü esasında kuşatarak kavrar. Anu’nun adı, işte bu farkta durur: bilinenle idrak edilen arasındaki sessiz hatta. Bunun daha iyi anlaşılması nazariyatla mümkündür.
Unutulmamalıdr ki isim, varlığın ilk binasıdır; çünkü isim olmadan hiçbir yapı ayakta kalmaz. Gök bile ismini anmadan yükselemezdi. Anu, bu yüzden yalnızca bir tanrının adı değil, adın kendisine dönüşmüş bir varlıktır. ismin kendisiyle özdeşleşen bir varlık, artık “varlık” olmaktan çıkar, “ölçü” olur. Ölçü, biçim değil; süreklilik, bağ, düzen demektir. Anu’nun adı, göğü bağlayan o düzenin dildeki karşılığıdır. Bu suretle Sümer yazıcısının elinde çivi, yumuşak kilin yüzeyine “an” işaretini işlerken, bir tanrı resmi yapmaz; bir hükmü kaydeder. bu hüküm, “göğün payı”dır. Tanrının adıyla başlayan her satır, göğe açılmış bir merdivendir. “dingir” işareti, yalnızca tanrısal bir çağrı değil, metnin meşruiyetidir. tanrıdan önce kelime, kelimeden önce isim gelir. ismin olmadığı yerde ne dua olur ne yasa. bu nedenle her dua, bir adla başlar; her krallık, bir adla kurulur.
Anu’nun ismi, dilin kendi göğünü kurma biçimidir. gök, dışarıda yükselen bir kubbe değil, kelimenin içindeki yüksekliktir. sümerli, “an” dediğinde, hem göğe hem tanrıya hem de varlığa birden işaret ederdi; çünkü bu üçü ayrılmazdı. biz ise o üçlüyü böldük: doğayı doğadan, tanrıyı tanrıdan, kelimeyi kelimeden ayırdık. dilin göğü çöktü. işte modern insanın krizi budur: gök hâlâ tepede, ama onun adı dilden düşmüş.
“Anûtu” kavramı, yani Anu’nun yetkisi, dilin göğe çevrilen yüzüdür. krallar, o yetkiyi aldıklarında yalnız taç giymez, aynı zamanda isim alırlardı. isim, yetkinin delilidir. bir kralın adı, gökten gelen bir emirle bağlandığında hüküm meşru olur. adla başlamayan iktidar, şiddettir. bu yüzden Anu’nun meşruiyeti sessizdir: o konuşmaz, çünkü konuşması her şeyi belirler. sözü yokluğa düşürmemek için susar. sessizlik, en yüksek hükmün biçimidir.
Anu’nun sessizliği, “akıl” ile “nakil”in arasındaki çizgidir. akıl, göğü idrak etmeye çalışır; nakil, göğü duymaya. biri ölçer, biri işitir. ama ikisi birleşmedikçe göğün anlamı tamamlanmaz. göğe yalnız akılla bakmak, onu yıldızlara indirger; yalnız nakille bakmak, onu dogmaya dönüştürür. Anu’nun hikmeti, bu ikisinin arasındaki sessizliğe yerleşir. işte o sessizlik, nazariyat ile anlaşılır; çünkü nazariyatın da zemini ve başladığı yerdir: idrakin, kendini susturarak derinleştiği nokta.
Sümer kentlerinde yazıcılar tapınaklara çiviyle yalnız rakam değil, dua da kazırlardı. dua, bir sayıdır aslında; düzeni hesaplar, dengeyi kurar. her ilahi, evrenin bir sütunu gibidir. adın tekrar edilmesi, bir ritüeldir. çünkü tekrar, sabitliğin büyümesidir. Ancak bu tekrarlar içinde Anu’ya yazılmış ilahilerde göğün adı her dizede yeniden doğar. her doğuş, bir hatırlamadır. insan, unuttukça tekrar eder; tekrar ettikçe hatırlar. tekrarın manası budur: adın kaybolmaması için dilin teşkili.
Şimdi düşünelim: adın kendisi bina ise, kimdir onun mimarı? Anu mu, insan mı?
Diyelimki belki de mimar, kelimenin ta kendisidir. kelime, inşaatını hem gökte hem yerde sürdürür. gökte hüküm olur, yerde yazı. bu ikisini bağlayan çizgiye nazariyat denir. nazariyat, kelimenin içli surete çekilmesidir; görünmeyenin içte taşınmasıdır. Anu’nun “üst ilke” olarak kalmasının nedeni, bu nazari hattın ucunda durmasıdır. o, sahnenin görünen oyuncusu değil, bütün sahneleri mümkün kılan bakıştır.
Bunun için beyaz tapınak hâlâ anlam taşır: taşın altında gök vardır. beyazlık, yalnız temizlik değil, görünmeyenin rengi. sümerli o beyaz sıvayı sürdüğünde, taşın göğe karışmasını isterdi. yerle göğü ayıran sınırı silmek için mimariyi kullandı. bu yüzden mimarlık, ilk ilahiyat oldu; bu anlamda ilahiyat, kelimenin mimarisidir.
Anu, bu mimarinin ilk ismi. Göğü yere indiren sütunların üzerinde duran isim.
İnsanın adla kurduğu her yapı, göksel anlamda aslında Anu’ya yöneliktir. Farkında olmasa bile. Çünkü her isim, bir kaynağa dayanır; o kaynak görünmez. görünmez olanı unutan, kelimenin inşasını da unutur. Böylece dil, sesi kalmış bir moloza döner. Oysa her kelime, bir menşeden doğar. “inşaat” gibi: doğar, kaynar, belirmeye başlar. ad, kelimenin menşeidir; Anu, göksel bütün adların menşei.
O halde, göğün dili yalnız tanrıların değil, kelimelerin dilidir. Gök, konuşmaz ama konuşturur. Anu’nun kelimesiyle yazı arasında bir mesafe yoktur; çünkü yazı, göğün sahnedeki suretidir. insanın görevi, o yazıyı okumak ve onu sürdürmektir. her okuma, yeniden yaratmadır. sümerli yazıcı gibi, insan da kendi göğüne kazı yapar; kalem, çağın çivisidir. her vuruş, bir dua. her cümle, bir hatırlama.
Anlaşılması gereken şudur:
Anu’nun adı yalnız mitolojik bir sembol değil, varlığın dilsel teminatıdır. Gök, dışarıda değil; dilin tam ortasındadır. İsmini söyleyen, kendi zemininin sesini duyar. Bu yüzden isim, hem dua, hem de mimaridir.
Meşruiyet, insanın göğe açtığı en tehlikeli duadır. çünkü meşru kılmak, bir şeyi doğru yapmaktan değil, onu göğe dayandırmaktan geçer. Anu, bu dayanağın adıdır. krallık, onun sessiz onayına tutunmadıkça sadece bir tahakküm olur. Kral, taç giydiğinde göğe yemin ederdi; ama o yemin, yalnız dudakla değil, varlıkla söylenirdi. Çünkü Anu’nun onayı olmadan hüküm sürmek, göksüz bir bina dikmek gibidir: yükselebilir, ama içine ışık girmez.
Sümer yazıtlarında “Anu’nun sevgili kralı” ifadesi sık geçer. Bu sevgi, şefkat değil, intizamdır. Anu’nun sevgisi, ölçüsüz olanı taşırmaz. Bu sevgi, varlıkların düzen içinde kalması içindir. kralın görevi, göğün adaletini yere indirmek değil, yere ait adaleti göğe uygun kılmaktır. Bir krallığın çürümesi, göğe ait payın unutulmasıyla başlar. göğün payı unutulduğunda, tâç başa değil, boyna ağırlık olur.
Babil kralları, her yeni hükümdarlıkta Anu’nun adını taşlara kazıtırdı. naram-sin, “Anu’nun rızasıyla hükmediyorum” derken, gücünü değil sınırını gösterirdi. çünkü meşruiyet, sınır bilmeyen gücün değil, sınırını bilenin hakkıdır. Anu, bu bilginin tanrısıdır. Onun sessizliği, gücün sınırıdır. Sınırını bilmeyen, göğü unutur. Göğü unutan, yere mahkûm olur.
Sahneyle zemin arasındaki ilişki tam da burada sertleşir. Sahne, hareket ister; zemin, sükûnet. Kral sahnededir, Anu zeminde. Biri konuşur, diğeri susturur. Ama o sessizlik yokluk değil, hükmün derinliğidir. Bu yüzden “anûtu” denilen kudret, verilmiş bir yetki değil, sessizliğin tecellisidir. Anu, hiçbir kralı seçmez; fakat her kral, onun sessiz onayına muhtaçtır. çünkü sahnenin sesi, zeminden doğar.
Bu noktada yasa ve merhamet birbirine dokunur. Yasa, göğün disiplini; merhamet, göğün nefesidir. Anu’nun yargısında bu ikisi ayrılmaz. Erra destanında insanların gürültüsünden rahatsız olup savaş tanrısına yedi iblis armağan etmesi, yalnız bir öfke değil, bir temizliktir. Gürültü, göğün sessizliğini kirletir. sessizlik bozulduğunda, gök kendi düzenini geri çağırır. cezalandırmak için değil, dengeyi iade etmek için.
Anu’nun gazabı, kozmosun kendini düzeltme biçimidir.
Öte yandan aynı Anu, başka bir anlatıda “kötü rüyaları bağışlayan” diye anılır. Bu hususu da açalım.
Bu iki yüz, tek bir aynadır. cezalandırıcı gök ile bağışlayıcı gök arasında fark yoktur; ikisi de ölçüdür. adalet, merhametin taşlaşmış hâlidir. Anu, bu taşın adıdır. Onun sessizliği hem yasa hem bağışlama içerir. Bu yüzden dua ile korku aynı ağızdan çıkar. insan, bağışlanmayı isterken aslında sınırını kabul eder. bu kabul de göğün payını tanımaktır.
Sümer inancında göğün payı yalnız kralın değil, halkın da kaderidir. herkes kendi sahnesinde bir kraldır; herkesin üstünde bir Anu vardır. birey için göğün payı, kendi sınırını idrak etmektir.
Modern insan bu idraki kaybetmiştir. meşruiyeti göğe değil, salt kendine dayandırır; böylece hem hüküm hem zemin çöker. Çünkü göğün kaybı, insanın ölçüsüzleşmesidir. Anu’nun unutuluşu, çağın temel bir hastalığıdır dahi denilebilir, uzun zamandan beri.
Bugün meşruiyet, onay almanın değil, dikkat çekmenin sonucudur. Krallar ekranlardan hükmeder, göğe değil izleyiciye seslenir. Sahne, zeminsizdir artık. işte o yüzden hiçbir hüküm tutmuyor, hiçbir yasa durmuyor, hiçbir söz uzun sürmüyor. Çünkü göğün payı yok. Anu’nun sessizliği unutuldu; onun yerine gürültü ikame edildi. Erra’nın iblisleri bugün insanların ellerindedir; gürültü, cezayı çağırmıştır.
Ama Anu hâlâ susuyor. çünkü sessizlik, hâlâ hükmün dilidir. Göğün payı, hâlâ yukarıda değil, içimizde saklı. Onu hatırlamak, bir krallık inşa etmek değildir; yalnızca kendi zeminini tanımaktır. Zeminini tanıyan, göğe bakarken eğilir; bilmeyen, başını kaldırır ama hiçbir şey görmez. İşte bu çağın trajedisi: gözler yukarıda, ama gök kelimeden düşmüş.
Öyleyse tekrar edelim: Anu’nun hükmü, görünmezliğin meşruiyetidir. sahnede kim olursa olsun, göksel zemin hep onundur. Göğün payı, hâlâ sessizliktir. Sessizlik, hâlâ hüküm.
Göğün sesi kaybolduğunda, insan konuşmaya başladı. Çünkü sessizlik, artık taşıyamadığı bir ağırlıktı. Anu’nun sessizliği, bir çağ boyunca evrenin ölçüsüydü; şimdi o sessizlik, gürültünün içinde boğulmuş bir yankıdan ibaret. modern insan, göğün adını unutarak kendi adını büyüttü. Artık her söz, kendine hükmetmek isteyen bir ses çıkarıyor. fakat göğü kaybeden ses, yönünü de kaybeder, bunu düşünmeden. Anu’nun yokluğu, kelimenin boşluğudur, anlamadan.
Bugün insan göğe baktığında boşluk görür, çünkü “an” işaretinin dildeki karşılığını kaybetmiştir. Gök, artık yalnız fiziksel bir kubbe olarak bilinir; anlamı, ölçüsü, kutsallığı sökülmüştür. teleskoplar göğe çevrilmiş, ama kimse göğü görmemiştir. çünkü göğü görmek için bakmak değil, duymak gerekir. Bilinmemektedir ki Anu’nun sesi işitilmeden, hiçbir yıldızın anlamı yoktur. Ve göğü işitmek, varlığın sessizliğini dinlemektir.
Modern çağın gürültüsü, Erra’nın yedi iblisi gibi insanın kendi elinden doğdu. savaş, hız, gösteri, bilgi… hepsi göğün sessizliğine karşı bir savunma mekanizması teşkil etti. Neden, çünkü insan sustuğunda neyle karşılaşacağını bilmediği için konuşur. Kelime artık dua değil, silah. Bilgi artık hatırlama değil, unutturma.
Gök boşaldı, zemin sarsıldı, sahne yalnız kaldı. İşte çağın psikolojisi bu: sahne dolu, ama zemin yok.
Anu’nun sessizliği, psikanalitik anlamda da babanın kaybıdır. Baba, görünmezdir ama sınır koyar; sesi yoktur ama yasayı taşır. baba kaybolduğunda, yasa gürültüye dönüşür. herkes konuşur, kimse dinlemez. herkes hükmeder, ama hükmün kendisi yoktur. işte modern bilincin krizi: her birey, kendi içinde bir tanrı gibi konuşuyor ama hiçbirinin sesi göğe değmiyor. Anu’nun adı bu bağlamda artık bir metafor değil, sadece bir eksikliği işaret ediyor,
Bu eksiklik, genel olarak insanın iç topografyasını değiştirir. Çünkü gök, bilinçte yukarı değil, merkezdir. Merkez kayınca her şey dağılır. Salt muhakeme esasında bilginin çoğalması, anlamın eksilmesidir. Salt muhakeme esasında bilgi, göğün yerine geçmeye çalışabilir, ama bu suretteki bilgi, zeminsizdir. O yüzden her şey ölçüsüz büyüyor; teknoloji, zihin, arzu…
Göğün büyüklüğü, sessizliğindeydi; insanın büyüklüğü, artık boş sesinin yüksekliğinde ölçülüyor.
Göğü unutan insan, artık kendi kelimesini de taşıyamıyor. Çünkü kelime, zemin ister. Sahnede bağırılan söz, birkaç yankı sonrasında düşer. Oysa zeminde söylenen, yüzyıllar sürer. Anu’nun ilahileri hâlâ duyuluyorsa, sebebi budur: orada kelimenin zemini vardı. Bugün yazılan metinlerin ömrü kısa, çünkü hiçbiri göğe dayanmaz. Gök olmadan kelime kurur. Zira anlam, meşruiyetini sessizlikten alır; sessizliği olmayan söz ise ölü doğar.
Dil, göğün unutuluşuyla birlikte biçim değiştirdi. Kelimeler artık isim değil, işaret. İnsanlar artık kelimeyle değil, sembolle konuşuyor; ama sembol de içi boşaldığında kelimeye benzemez, sadece şekle dönüşür. Anu’nun işareti “AN”, bir dönemin kelimeyle kurduğu köprünün simgesiydi. Şimdi o işaret, sadece bir arkeolojik bulgu. Oysa o işaretin anlamı, hâlâ geçerli: göğe bağlı olmayan hiçbir şeyin mimari bir ömrü yoktur.
Bugünün insanı kendi göğünü yeniden inşa etmek zorunda. Bu inşa, tapınakla değil, kelimeyle olur. Göğe yeniden isim vermek, ölçüyü yeniden kurmaktır. Gök ne teleskopla ne laboratuvarla anlaşılır; gök, “hatırlamayla” anlaşılır.
Çünkü göğün en eski adı, hafızadır. Anu, hafızanın tanrısıdır: unutanların değil, hatırlayanların tanrısı.
İşte bu yüzden, modern insanın tek kurtuluşu, yeniden susmayı öğrenmektir, “hatırlama esasında”. Sessizlik, artık bir yoksunluk değil, bir hatırlama biçimi olmalıdır. Anu’nun sessizliğine dönen, kendi merkezini bulacaktır. Çünkü o sessizlikte yasa da vardır, merhamet de.
Orada göğün ölçüsü hâlâ işler. Sahne, o sessizliği fark ettiği anda yeniden zeminle bağ kurar.
Dikkat etmek gerekir: göğün unutuluşu, dilin çöküşüdür; dilin çöküşü, insanın benliğini kaybetmesidir. göğe dönmek, dindarlık değil, hatırlamadır. çünkü hatırlamak, yaratılışın iç sesidir. Anu’nun adı, bu hatırlamanın suretidir ve bir gün insan yeniden o sesi işittiğinde, gök yeniden yükselecektir, dışta değil, içte.
Sessizlik bir yokluk değil, başlangıcın eşiğidir. gök sustuğunda, kelime doğar; kelime hatırladığında, gök yeniden parlar. Anu’nun dönüşü, dışarıdan gelecek bir tanrının inişi değildir. o dönüş, insanın kendi kelimesini yeniden işitmesidir. çünkü her insanın içinde küçük bir uruk vardır, beyaz bir tapınak, üzerinde göğe uzanan basamaklar. o basamaklara tırmanmak, yukarı çıkmak değil, kendi içine inmektir.
Beyaz tapınağın anlamı, taşın göğe dokunması değil, insanın sessizliğe varmasıdır. modern insan gürültüyle kendini unuttu; şimdi yeniden susmayı öğrenmelidir. susmak, acz değil, hatırlamadır. Anu’nun sessizliğini işiten, kendi merkezini bulur. bu merkez, dışarıdan alınmaz; insanın kendi göğüdür o. göğü dışarıda arayan, hep boşluğa bakar. göğü içinde bulan ise eşsiz zeminine kavuşur.
Göğün yeniden hatırlanışı, merhametin geri dönüşüdür. çünkü gök, yalnız yasa değil, nefes de taşır. Anu’nun merhameti, insanın kendi kendini bağışlamasıdır. insan, geçmişinin ağırlığını göğe teslim ettiğinde hafifler. Anu’nun gazabı bile bir bağışlamadır; çünkü gazap, ölçüsüzü yok eder, düzeni geri verir. merhamet, ölçünün sıcak yüzüdür. yasa ve merhamet bir bütündür; biri göğün sütunu, diğeri o sütunun gölgesi.
İnsanın iç krallığı, dış hükümden kurtuluş olacaktır. Burada Kral, artık taç giyen kişi değildir; kendi nefsine hükmedendir. Çünkü en zor hüküm, içte verilir. Anu’nun dönüşü, bu hükmün içte kurulmasıdır. meşruiyet artık gökten inmez; insanın içindeki gökten yükselir. o iç gök, sessizdir; ama bütün sahneyi taşır. dış dünyada çöküş görünsen bile, bu iç krallık ayakta kalır.
Modern çağ, dışarıda dışsal iktidar kurarken içeride kölelik yarattı. Anu’nun yeniden hatırlanışı, bu köleliğin sona ermesidir. Çünkü göğü hatırlamak, özgürlüğü hatırlamaktır. Özgürlük, dilediğini yapmak değil, dilediğini yaparken ölçüyü kaybetmemektir. Ölçüsüz özgürlük, cehennemdir. Anu’nun göğü, bu yüzden sınır koyar: sınır, yasak değil, korumadır. sınırı olmayan insan, düşer; düşen, kendi göğünü unutur.
Bu hatırlayış, artık bir tapınma biçiminde değil, bir bilinç biçiminde olur. göğe bakmak, dua etmek değildir; görmek, duymak, susmak, ölçmek, dengeyi kurmaktır. insan, her gün göğe baktığında kendi iç düzenini hatırlamalıdır. o gök, sabit bir kubbe değil, bilincin her an yeniden kurduğu bir aynadır. Anu, o aynada kendini seyreden göğün ismidir.
Bu yüzden göğün dönüşü, insanın kelimesinin dönüşüdür. kelime yeniden kutsal olmalıdır. kutsal, yalnızca dinin değil, anlamın özüdür. bir kelime, anlamını taşıyorsa, göğe bağlıdır. anlamını yitiren kelime, taşın altına düşer. insan, kelimesini temizlemeli; sözü yeniden sessizlikten doğurmalıdır. sessizlik olmadan anlam olmaz, çünkü anlam, sesin ölmediği yerdir.
Her şeyin sonunda, bütün yollar sessizliğe çıkar, sükuta girer. Anu’nun dönüşü, sessizliğin yeniden hükümranlığıdır. bu sessizlik, korkulacak bir boşluk değil; içsel bir zemindir. İnsan orada kendini değil, kendisini taşıyan zemini bulur. Zemin bulununca sahne anlam kazanır. gök yeniden parlar, çünkü insan yeniden duyar. Çünkü yeniden doğar.
Öyleyse yazının sonunda söylenmesi gereken şudur: göğün hatırlanışı, insanın kurtuluşudur. Anu’nun adını işiten, yukarıya değil, derine baksın. Gök, dışarıda değil, kendi iç sesindedir. İnsan onu hatırladığı an, bütün panteon yeniden doğar; çünkü gök, bir tanrı değil, bir ahenkin nefesidir.
Ve bu nefes, hâlâ içimizdedir.